Tolgahan Akdan: Yeni bir 'soğuk savaş'tan bahsetmek mümkün değil

Akademisyen yazar Tolgahan Akdan'ın kaleme aldığı 'Soğuk Savaş ve Türkiye’nin Batı’ya Yönelişi', Yordam Kitap tarafından yayımlandı. Akdan, "Kapitalist rekabetin yıkıcı karakterini göz önünde tuttuğumuzda, kapitalist devletler arası rekabet ve mücadelelerin dünya halkları için daha fazla kriz, savaş ve trajediye yol açacağını söylemek için kâhin olmak da gerekmez" dedi.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Sovyetler Birliği ile büyük kapitalist devletler arasında yaşanan Soğuk Savaş’ı mercek altına alan, Türkiye’nin bu dönemde Batı ittifakına katılımının ardında yatan dinamikleri çözümleyen “Soğuk Savaş ve Türkiye’nin Batı’ya Yönelişi”, geleneksel siyaset anlayışlarını süzgeçten geçirmeyi amaç ediniyor. Yazarı Tolgahan Akdan ile Türkiye’nin Batı ittifakına eklemleniş sürecini, Soğuk Savaş’ın sonuçlarını ve günümüz çift kutuplu dünya siyasetini konuştuk.

Tolgahan Akdan

Çalışmanıza “Soğuk Savaş” tanımlamasını ve bu nitelemenin sebep ve sonuçlarını açıklayarak başlıyorsunuz. 20. yüzyıl nezdinde bu pratiğin önemini, yüzyıla olan etkisini kabaca değerlendirmenizi isteyerek başlayalım. Soğuk Savaş, nasıl bir 20. yüzyıl yarattı?

Büyük tarihçi Eric Hobsbawm’ın da belirttiği gibi ben de yirminci yüzyılı Bolşevik Devrimi ile başlayan ve iki toplumsal sistem arasında Sovyetler Birliği’nin dağılmasına kadar süren sistemler arası bir mücadelenin şekillendirdiği bir dönem olarak tanımlıyorum. Bu anlamda, Soğuk Savaş’ı, 1917 yılında başlayan sistemler arası mücadelenin İkinci Dünya Savaşı’nın ardından aldığı yeni biçimi tanımlamak için kullanabiliriz. Hatta bunun da ötesinde bu sistemler arası mücadelenin sıcak savaşa evirildiği dönemlerin dışında kalan diğer dönemlerin tamamı için de yine bu kavramı kullanabileceğimizi düşünüyorum. Eğer Soğuk Savaş kavramındaki “soğuk” nitelemesini, iki taraf yani Sovyetler Birliği ve Batılı kapitalist güçler arasındaki ilişkilerin soğuk yani sıcak olmadığını ya da iki taraf arasında gerginleşen ilişkilerin çok kötüleşmesine rağmen sıcak bir savaşa dönüşmediğini belirtmek için kullanacak olursak, benzer bir durumun İkinci Dünya Savaşı’nın öncesinde de söz konusu olduğu görülüyor. İkinci Dünya Savaşı öncesinde, sistemler arası mücadelenin, devrimin hemen ardından İngiltere liderliğinde Batılı kapitalist güçlerin Beyaz Ordu lehine Rus iç savaşına yaptıkları doğrudan müdahale ile ve yine Faşist Almanya’nın Haziran 1941’de Sovyetler Birliği’ne saldırmasıyla sıcak bir savaş şeklinde, bu dönemlerin dışında kalan dönemlerde ise (1920’ler ve 1930’lar) karşılıklı güvensizlik ve rekabet şeklinde gerçekleştiği söylenebilir.

Peki, bu sistemler arası çatışmadan neyi anlamamız gerekiyor? Toplumların sosyoekonomik olarak nasıl örgütleneceği üzerinden ortaya çıkan bu çatışmanın kaynağı, Sovyetler Birliği’nde uygulanma olanağına kavuşmuş sosyalizm ile Batı’daki egemen toplumsal sistem olan kapitalizmin bir diğeri ile çelişen toplumsal ilişkiler temelinde düzenlenmesinde yatıyordu. Bu anlamda, Sovyetler Birliği, kapitalist devletler arasındaki rekabetlerde olduğu gibi, sadece diğer kapitalist devletlerin jeopolitik veya ekonomik çıkarları açısından bir “tehdit” ya da meydan okumayı değil, uluslararası kapitalist sistemin bizatihi kendisine yönelik bir tehdidi ya da meydan okumayı temsil ediyordu. Bu da kaçınılmaz bir şekilde kapitalist güçlerin düşmanlığıyla karşılaşmış ve bu güçler de doğrudan ya da dolaylı olarak veya sıcak ya da soğuk savaş yoluyla Sovyetler Birliği’nin temsil ettiği tehdidi bertaraf etmeye çalışmışlardır. İşte yirminci yüzyıl, ABD ile Sovyetler Birliği arasında somutlaşan, fakat esasında bu iki devletin ötesine geçen iki farklı sistemi, kapitalizm ve sosyalizmi temsil eden güçler tarafından icra edilen, askerî alandaki rekabetle sınırlı olmayan, ekonomik, ideolojik ve kültürel her türlü aracın işe koşulduğu bu sistemler arası mücadelenin gerçekleştiği bir dönemi temsil ediyor. Ve Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte hem sistemler arası mücadelenin hem de aslında bir yanıyla yirminci yüzyılın da sona erdiğini söyleyebiliriz.

'EN ÖNEMLİ HUSUS TÜRKİYE'NİN DÖNÜŞÜMÜNÜ ANLAMAKTI'

Türkiye’de soğuk savaş kavramı üzerine fazlaca bir çalışma yapılmadığını, daha çok ABD ve Sovyetler Birliği ile Türkiye arasındaki minör ilişkilerin yorumlandığını söylüyorsunuz. Bunun sebebi ne sizce, akademinin engellemesi mi?

Bu kitabı yazarken benim açımdan en önemli husus, “Türkiye’nin Batı’ya yönelişini ve yaşadığı dönüşümlerin yönünü ve karakterini” anlamaktı. Bu da Türkiye’nin hem Sovyetler Birliği hem de Amerika Birleşik Devletleri ile olan ilişkilerini doğru bağlama koyabilmeyi ve bu ilişkileri sağlıklı bir şekilde tarihselleştirmeyi gerektiriyordu, çünkü ancak bu şekilde kitabın maksadının hasıl olacağını düşünüyordum. Bundan dolayı, benim açımdan Soğuk Savaş’ı anlamak, Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ardından yaptığı dış politika tercihlerini doğru bağlamda inceleyebilmek için bir başlangıç ya da önkoşuldu. Ancak Türkiye’deki hâkim yazın açısından Soğuk Savaş, savaşın ardından yapılan tercihlerin bağlamını değil sonucunu temsil ediyor. Başka bir deyişle, Türkiye’nin Batı ittifakına katılımı Soğuk Savaş’ın yarattığı rekabet, mücadele ve zorlukların bir sonucu olarak görülmez, aksine Sovyetler Birliği’nin Türkiye’ye yönelik baskı ve taleplerinin Soğuk Savaş’ı başlatan reaksiyonu tetikleyen gelişmelerden biri olduğu öne sürülür. Sovyetler Birliği’nin Türkiye’ye yönelik tutumu, Sovyet dış politikasına hâkim olan yayılma eğiliminin ilk belirtilerinden biri olarak kabul edilir. Böyle bir yaklaşım da bir soğuk savaş tanımını varsayar: Soğuk Savaş, Sovyetler Birliği’nin saldırgan ve yayılmacı eğilimlerinin, Türkiye örneğinde olduğu gibi, yarattığı tepkisel eylemler sonucunda girilen bir mücadele süreci olarak tanımlanır. Böyle bir Soğuk Savaş varsayımı hâkim yazın açısından hem yeterlidir hem de gereklidir. Soğuk Savaş’ı Sovyet saldırganlığı tezinin ötesinde bir sorgulamaya tâbi tutuğunuz anda Türkiye’nin Batı’ya yönelişinin tarihsel gerekçelerini de bir yerde sorgulamaya başlamış oluyorsunuz. 1960’a kadar içerde yaratılan siyasi atmosferde, Sovyet tehdidi tezini sorgulamak ve hatta Türkkaya Ataöv’ün sözüyle “Türk dış tutumunun tartışılmasını bile istemek”, “ihanet” ve “ajanlık’ suçlamalarını getirebiliyordu. 40’lı, 50’li yıllar Sovyet tehdidi tezinin sorgulanması açısından pek de güvenli zamanlar değildi, ancak bu tarihten sonra bile kimi sosyalist aydınlar dışında ne Soğuk Savaş’ın kendisini sorgulayan ne de yine 1960’lardan başlamak üzere Batılı revizyonist tarihçilerin tartışmalarına ilgi duyan pek fazla çalışma yapılmamıştır. Bunda akademik kolaycılık ve daha da önemlisi kabul edilebilirlik gibi faktörlerin de hiç şüphesiz etkileri olmuştur. Bu eksiklik hala söz konusudur ve bu eksiklik aynı zamanda bu kitabın önemli motivasyonlarından birisini de oluşturmuştur. “Yeni Soğuk Savaş” söylem ve analizlerinin arttığı bir dönemde kavramın hem doğru anlaşılabilmesi hem de dünyada belirli bir olgunluğa erişen tartışmaları Türkçe okuyan okuyucu ile de buluşturma adına kitapta bu tartışmalara önemlice bir yer verildi.

Tarih kitapları Cumhuriyet’in ilk yıllarında Türkiye ile Sovyetler Birliği arasında sıcak bir ilişki olduğunun sık sık üzerinde duruyor. Özellikle Sovyetler Birliği’nin tavrında belirleyici olan düşünce neydi? Türkiye’de sosyalist bir devrim olacağı düşünülüyor muydu? Yoksa Batı (emperyalizm) karşıtı bir ulusal kurtuluş hareketi olduğu için mi Sovyetler’den destek gördü?

Sovyetler Birliği’nin Türkiye’ye yönelik değişen tutum ve politikalarının, sistemler arası rekabet ve mücadelelerin evrimine bakarak incelenmesi gerektiğini düşünüyorum. Sovyetler Birliği’nin Türkiye’ye yönelik, özellikle de Boğazların kontrolü ile ilgili politikalarının, tarihsel olarak tutarlı ve hiç değişmeyen bir strateji takip edip etmediğini anlamak açısından önemli olduğunu düşünüyorum. Bunun temel nedeni ise, geleneksel görüşün, kuzeydeki büyük komşumuzun Türkiye’ye karşı hangi devlet biçimine bürünürse bürünsün—ister çarlık ister de sosyalist bir cumhuriyet olsun—Boğazların kontrolünü hedefleyen ve hiç değişmeyen bir “sıcak denizlere inme stratejisi”ne sahip olduğunu öne sürmesidir. Bu yaklaşıma göre, Ruslar kimi zaman bu stratejiyi açıktan kimi zaman ise el altından yürütmüştür. Bu zaviyeden bakınca da Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki sıcak ve dostane ilişkiler, büyük bir dönüşüm ve iç savaş sürecinden geçen kuzey komşumuzun içinde bulunduğu zayıflıktan dolayı mümkün olabilmiştir. Yani ilişkilerin ilk yıllarındaki sıcak ve dostane ilişkiler, Rusların Türkiye’ye yönelik tutum ve politikalarındaki iradi bir değişimden kaynaklanmaz. İlişkilerin ilk yıllarında söz konusu hedeflerini açıktan izleyebilecek güç ve olanaktan yoksun olan Ruslar, güçlenir güçlenmez Türkiye’nin Boğazlar üzerindeki egemenlik haklarına aykırı taleplerde bulunarak bu hiç değişmeyen stratejisini yeniden açıktan ve en üst perdeden hayata geçirmeye başlamıştır. Özsel bir anlayışla tanımlanan Türkiye’ye karşı Rus ya da Sovyet stratejisi, büyük ölçüde tarihsellikten yoksundur çünkü tüm tarihsel süreci, Rusların hiç değişmeyen sıcak denizlere inme politikası ve bu politika uyarınca Türk Boğazlarını kontrol etme arayışı üzerinden değerlendirmektedir.

Bu genel tespitleri belirttikten sonra sorunuza gelecek olursam, ilişkilerinin ilk yıllarında Kemalist ve Bolşeviklerin ideolojik yönelimleri ve ülkeleri için öngördükleri sistem tercihleri farklıydı. Kurtuluş Savaşı’nın öncü kadroları, dünya kapitalist sistemi içerisinde ekonomik ve siyasi bağımsızlığını kazanmış bir ülke için mücadele veriyorlardı. Komünist devrimciler olarak Bolşeviklerin ise, dünya kapitalist sistemini ortadan kaldıracak bir dünya devrimi vizyon ve hedefleri vardı. Ne var ki, öngörülen dünya devriminin gerçekleşmemesi, Bolşevik liderleri hem dünya devriminin hem de Sovyetler Birliği’nin geleceği için kimi stratejik ve taktiksel yeni değerlendirmeler yapmaya zorlamıştır. Bu yeni şartlar, Bolşevik liderleri, bir taraftan, “barış içinde bir arada yaşama” politikası uyarınca kapitalist devletlerle diplomatik ilişkilerini normalleştirmeye zorlamış, diğer taraftan ise anti-emperyalist bir cephede milliyetçi hareketlerle yakın ilişkiler kurmaya yöneltmiştir. Bolşeviklerin milliyetçi hareketlere yönelimi, kapitalist dünyanın sömürgeleri üzerinden zayıflatılması stratejisine dayanıyordu. Bolşeviklerin Kemalist hareketle girdiği ilk dönem ilişkileri böyle bir stratejik yönelim içerisinde temel karakterini almıştır. Yani, Kemalist hareket ile Bolşevikler arasında gelişen ilişkiler, 1920’lerin başlarında Bolşeviklerin milliyetçi hareketlerle kurmaya çalıştığı stratejik yönelim ile uyumlu olarak gelişmiştir. Kemalistlerin ise, Rusya’daki Bolşevik Devrimi’nin ideolojik yönünden ziyade, ortak düşman olan emperyalizme karşı mücadeleye vurgu yaptıkları görülüyor. Bu anlamda her iki hareketin ve hükümetlerinin bölgede büyük kapitalist devletlerin faaliyetlerine karşı bir araya gelme ve içinde bulundukları siyasi yalnızlıklarını aşma gibi ortak çıkarları vardı.

Diyorsunuz ki, “İki dünya savaşı arası dönemde Türkiye, hem büyük kapitalist devletler arasındaki rekabet ve mücadelelerden hem de bu devletler ile Sovyet Birliği arasındaki sistemler arası mücadeleden yararlanmaya çalışan çok yönlü bir dış politika izlemiştir.” Sizce Türkiye, bu politikasında başarı sağlayabildi mi?

Bu dönemde sadece Kurtuluş Savaşı kazanılmamış, bu zafer bir cumhuriyete de dönüştürülebilmiş ve yeni cumhuriyetin uluslararası tanınırlığı da sağlanabilmiştir. Daha sonra ise, Türkiye, Hatay sorununu ve Boğazlar meselesini (Lozan’da çözülmesine rağmen Türkiye’nin egemenlik hakları kısıtlanmıştı) kendi lehine çözmeyi başarmıştır. Ve bütün bu süreçte, Mustafa Kemal Atatürk dikkatli bir şekilde Türkiye’nin dış tutum ve politikalarının kaderini hiçbir tarafa bağımlı kılmadan ama bütün taraflarla da ilişkiler geliştirerek aralarındaki rekabet ve çelişkileri etkili bir şekilde kullanmaya çalışmıştır; bunda da önemli ölçüde başarılı olduğu söylenebilir. Ben açıkçası Mustafa Kemal’in liderliğinin tarihsel önemini de bu bağlamda anlamaya çalışıyorum. Mustafa Kemal’in, Bolşevik Devrimi ile başlayan yeni dönemi çok iyi okuduğu ve ortaya çıkan yeni sistemik mücadelenin yarattığı olanakları da çok iyi kullandığını düşünüyorum. Hem kapitalistler arası rekabet ve mücadeleleri hem de sistemler arası rekabet ve mücadeleleri kullanarak, bu iki rekabet ve çatışma kaynağından da yararlanmaya çalışmış ve bu sayede çok yönlü ve görece bağımsız bir dış politika izleyebilmiştir.

'SOSYALİST AYDINLAR SORGULANDI...'

Soğuk Savaş ve Türkiye'nin Batı'ya Yönelişi, Tolgahan Akdan, 304 syf., Yordam Kitap, 2020.

Türkiye’nin ABD’yle olan ilişkisinin başlangıcıyla ilgili yaygın kanı, II. Dünya Savaşı sonrası Sovyet yönetiminin Türkiye’den toprak talebinde bulunduğu görüşü… Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Bu konu sizin de belirttiğiniz üzere İkinci Dünya Savaşı sonrası Türkiye’nin Batı ve özellikle Amerika ile ilişkilerinde geldiği yeni ve en “ileri” aşamasının en yaygın gerekçesini oluşturuyor. Sovyet yönetiminin toprak talepleri karşısında toprak bütünlüğünü korumaya çalışan Türkiye için ABD ile ilişkileri bir çeşit “güvenlik şemsiyesi” olarak kabul ediliyor. Her ne kadar bu kanı, özellikle 1964 yılında Kıbrıs krizi üzerinden gerçekleşen ve tarihe “Johnson Mektubu” olarak geçen hadiseden sonra kısmen gevşemişse de benzer yaklaşımların günümüze kadar hâkim konumlarını sürdürdükleri söylenebilir.

Sovyetler Birliği’nin Türkiye’den gerçekten toprak taleplerinde bulunup bulunmadığı da yine haliyle Türk dış politikasının savaş sonrası yönelimi üzerine yapılan tartışmaların en önemli ve kilitlendiği nokta durumundadır. Resmi görüş, onun çeperinde gelişen geleneksel yaklaşım ve genel olarak sağ, bu toprak taleplerinin, özellikle Sovyetlerin Bulgaristan ve Kafkaslar sınırlarında yaptığı iddia edilen askeri yığınaklar da gerekçe gösterilerek Türkiye’yi işgal planları ile birlikte gündeme getirildiğini öne sürmektedir. Hem toprak talepleri hem de bir Sovyet işgali girişimi iddiaları 1960’ların ikinci yarısından başlamak üzere sosyalist aydınlar tarafından sorgulanmaya başlamıştır. Bu çerçevede, tartışmaların üç temel hattan ilerlediği söylenebilir. İlki, bu talepler şifahi olarak iki devlet arasındaki görüşmelerde gündeme gelmişse dahi hiçbir zaman resmi bir talebe dönüşmemiştir. Toprak talepleri daha çok Sovyetlerin, savaş sonunda Boğazların statüsü ve gemilerin geçiş rejimi ile ilgili muhtemel bir yeniden müzakere sürecinde Türkiye’yi kendi pozisyonuna yaklaştırmak için kullandığı bir araç olarak değerlendirilmiştir. Esasında bu taleplerin gündeme getirildiği 7 Haziran 1945 tarihli görüşmeyi, Moskova Büyükelçisi Selim Sarper de böyle bir değerlendirme ile Ankara’ya rapor etmiştir. Ancak söz konusu bu rapor dahil, Sovyetler Birliği’nin Türkiye’den toprak talebinde bulunduğuna dair yapılan demeçler ve gazete haberleri dışında 1970’lerin ilk yarısına kadar ortada herhangi bir belge yoktu. Bu eksikliğin de bir sonucu olarak bu taleplerin aslında hiçbir zaman yapılmadığı ve Selim Sarper-Feridun Cemal Erkin gibi Batı yanlısı diplomatların ürettiği bir iddia olarak da değerlendirilmiştir. Bu ikinci hat açısından Sovyetler Birliği, Türkiye’den toprak talebinde bulunmamış; Batı ile eklemlenmeye çalışan Türkiye yönetici elitleri bu talepleri gündeme getirerek hem Türkiye’nin savaş sırasında izlediği tutarsız politikaların yarattığı tahribatı gidermeye çalışarak Batı ile yakınlaşmanın olanağını yaratmış oluyordu hem de Batı’da üretilmeye çalışılan Sovyet karşıtlığına maddi bir zemin de sağlamış oluyordu. Yani bu talep iddiaları bir “kazan-kazan” formülü üzerine inşa edilmişti. Üçüncü bir hat ise bu talebin gündeme getirildiği ittifak görüşmelerine dikkat çekerek, aslında söz konusu olan sınır düzeltme mevzusunu Sovyetler Birliği’nin Türkiye’nin işgalini de gündeminde tutarak Türkiye’den yaptığı talepler olarak değil, Türkiye’nin Sovyetler Birliği ile 1925 Antlaşması’nın feshinin ardından yapmayı teklif ettiği yeni bir ittifak antlaşmasına karşı, böyle bir ittifakın kendileri açısından mümkün olabilmesi için gündeme getirdiği “karşı-teklifleri” olarak değerlendirmiştir.

Bugün hala Türk dış politikasına yönelik araştırmalarımızda belge sıkıntısı çekmeye devam ediyoruz. 1970’lerin ilk yarısında bir seri olarak yayımlanan belgeler—orijinal belgelerin transkripsiyonları—dışında hala Dışişleri Bakanlığının arşivlerine erişimimiz çok sınırlı. Toprak iddialarına yönelik elimizde Selim Sarper’in Moskova’dan çektiği telgraf raporu ve Potsdam Konferansı sırasında ABD, İngiltere ve Sovyetler Birliği arasında yapılan görüşme kayıtları vardır. Sarper, söz konusu raporunda, “arazi değişiklikleri üzerinde ısrarla duracaklarını tahmin etmediğini” bunu diğer konularda bir taviz koparmak için gündeme getirdiklerini belirtir. Potsdam’da ise Stalin, “Türkler ittifak meselesini gündeme getirmemiş olsalardı, bu sınırların restorasyonu meselesi hiçbir zaman gündeme gelmeyecekti” şeklinde izahatta bulunmuştur. Bunların dışında 7 Ağustos ve 24 Eylül 1946 tarihli yazılı olarak verilen Sovyet notalarında herhangi bir toprak talebi söz konusu edilmemiştir. Sarper’in raporundan ve Potsdam görüşmelerinden anladığımız kadarıyla bu talepler şifahi de olsa gündeme getirilmiştir. Ancak, bu toprak taleplerin yapılıp yapılmadığı kadar bir diğer önemli husus, Sovyetlerin Türkiye’ye yönelik bir işgal planının söz konusu olup olmadığıdır. Bu hususta ise elimizde gazete haberleri dışında— bunların çoğu İngiliz basını kaynaklıdır— yine Potsdam’da yapılan görüşmelerin kayıtları vardır. Orada yapılan görüşmelerden ise Sovyetler Birliği’nin Bulgaristan’daki asker sayısının İngiltere’nin Yunanistan’daki asker sayısından daha az olduğunu anlıyoruz. Bundan da önemlisi ifade edilen otuz bin Sovyet askeriyle bir işgal planının hazırlandığını iddia etmenin ise çok anlamlı olduğu söylenemez. Esasen Cumhurbaşkanı İnönü’nün Temmuz 1945’te yaptığı açıklamalardan anladığımız kadarıyla böyle bir girişime pek fazla ihtimal de verilmiyor. Konuyla ilgili ilginçlik de zaten bundan sonra başlıyor. Sovyetler Birliği’nin özellikle Potsdam Konferansı sonrası yaptığı hatayı anladıktan sonra ilişkileri toparlamaya yönelik çabaları karşısında, Türkiye yönetiminin bu taleplerden kaynaklanan güvenlik kaygıları azalmak yerine gittikçe artmaya başlamıştır. Bu da ancak Türkiye’nin, meselenin bağlamının, yani Soğuk Savaş’ın alenileşmesine ve tarafların keskinleşmesine koşut bir şekilde yaptığı tercih ile birlikte anlaşılabilir. Bu sürecin en önemli isimlerinden biri olan Feridun Cemal Erkin, Türk-Sovyet ilişkilerini normalleştirme girişimlerini, Türkiye’nin Batı ile geliştirmeye çalıştığı ilişkiler açısından bir tehdit olarak algılamaktadır. Erkin’in yaklaşımına hâkim olan fikir, Türk-Sovyet ilişkilerinde müspet yönde gelişecek bir sürecin Türkiye’nin Batı ile olan ilişkilerine menfi etkileri olacağı şeklindedir. Ve bu fikrin bir tespit olarak doğru olduğu ama aynı zamanda ve daha önemli olarak Türkiye’nin yaptığı tercihin yönünü de gösterdiği söylenebilir.

Türkiye’nin Batı ittifakından yana yaptığı tercihi, -sadece- güvenlik meselesi üzerinden yorumlamanın, meselenin “sınıfsal karakterini gözden kaçırmak” olduğunu söylüyorsunuz. Bu tavrın bilinçli bir “gözden kaçırma” hali olduğunu iddia edebilir miyiz? Sınıflar üzerine siyaset yorumlaması, geleneksel devlet anlayışında ve akademide aynı zamanda bir sabıka anlamına da gelmiyor mu? Nasıl yorumluyorsunuz?

Türk dış politikasını bir güvenlik ve hayatta kalma mücadelesi olarak algılayan ve sunan Türkiye’deki hâkim yazın, bu çerçevede, Türkiye’nin Batı’ya yönelişini bir ulusal güvenlik meselesi olarak sunuyor. Bu ulusal güvenlik meselesi ise bütün siyasi farklılık ve çekişmelerin ötesinde hiç kimsenin sorgulayamayacağı bir üst norm olarak tanımlanıyor. Başka bir deyişle, herhangi bir toplumsal grubun ya da sınıfın “özel” çıkarlarından bağımsız olarak, Türkiye’nin güvenlik kaygıları üzerinden şekillenen bir ulusal çıkar söylemi, Türkiye’nin dış politika tutum ve tercihlerini açıklamaya yeterli olarak kabul ediliyor. Hâkim yazını sadece devlet merkezli çalışmalar olarak değerlendiremeyiz, aynı zamanda bu çalışmalar devlet için, devletin resmi görüşünü savunan, yayan ve meşrulaştırmaya çalışan bir karaktere sahiptir. Bu tarz çalışmalar da haliyle dış politika tercihlerini eleştirel bir süzgeçten geçirmekten ziyade resmi görüşü ve hâkim söylemi yeniden üreten bir akademik anlayışı getirmiştir. Devleti analitik olarak ulusun tamamının ortak iradesini temsil eden bir kurum olarak kabul eden bu çalışmalar, devletin tanımladığı ulusal çıkarların da yine tüm ulusun çıkarlarının bir bileşkesini oluşturduklarını ve bu anlamda toplumun tamamının “genel” çıkarlarını temsil ettiklerini varsayarlar. Varsayarlar diyorum çünkü bu kavramları—devleti ve ulusal çıkarı—sorgulayarak bu sonuçlara varmazlar. Marx’tan ilhamla söylersek eğer, bu varsayımdan hareket eden çalışmalar, tarihin akışını değerlendirirken hâkim sınıfların fikir ve çıkarlarını hâkim sınıfın kendisinden kopararak onlara bağımsız bir varlık atfederler, bu yolla da hâkim fikir ve çıkarlarla hâkim sınıflar arasındaki ilişkiler görünmez kılınır. Hâkim sınıfın ideolojisi, akademik çalışmalar eliyle nesnel bir bilgi kılıfına kavuşur. Ve artık bir bilgi kılıfına matuf fikirler de bu alanda çalışmalar yapan akademisyenler ya da araştırmacılar tarafından kendi üslup ve meşreplerince yeniden üretilir. Karşılarına devleti ya da hâkim sınıfı almayan veya sırtlarını devlete ya da hâkim sınıfa yahut her ikisine birden dayayan bu tarz çalışmaların temel işlevleri de bu fikir ve çıkarların sınıfsal karakterini “ulusal çıkar”, “ulusal güvenlik” gibi kılıflarla gözden kaçırmak oluyor.

Sınıfsal olanın ulusal bir karakterde sunulmasının, hâkim fikirleri yeniden üreten bütün akademisyenler açısından bilinçli bir tercih olduğu herhalde söylenemez, birçoğu açısından Türkiye’nin Batı’ya yönelişinin geleneksel gerekçelerini yeniden üretmek belirli bir konfor ve kabul edilebilirlik sağlar ki, bu gerekçeler de sınıfsal çelişkileri görünmez kılarak bütün meseleyi bir ulusal çelişki olarak inşa eder. Bunun da ötesinde, Türkiye’nin Batı’ya yönelişini, Sovyet talepleri ve bu taleplerin Türkiye’de yol açtığı toprak bütünlüğü ve güvenlik endişeleri üzerinden açıklamak araştırmacılara büyük bir kolaylık da sağlıyor.

Sizce Soğuk Savaş, bugün de devam ediyor mu? Günümüz çift kutup siyasetini nasıl yorumluyorsunuz?

Daha sonra bu kitaba dönüşecek olan tezi yazdığım sıralarda dünyanın gündeminde Ukrayna Krizi vardı. Rusya’nın Ukrayna üzerinden izlediği politikalar ve Kırım’ı ilhak etmesi ile birlikte dünyanın Rusya ile Batı arasında yeni bir Soğuk Savaş’ın eşiğinde olduğuna yönelik hararetli tartışmalar yaşanıyordu. Daha sonra bu tartışmalar, Rusya’nın Suriye Krizi’ne Batı’nın gözden çıkardığı Beşar Esad lehine müdahalesi ve kazandığı siyasi ve askeri başarılar ile birlikte yeni bir aşamaya geçti. Bu kitap yayımlandığında ise benzer yeni soğuk savaş tartışmalarının bu sefer gerginleşen ABD-Çin ilişkileri için yapıldığını görüyoruz. Soğuk Savaş kavramının büyük devletler arasında yükselen rekabet ve çatışmaları tanımlamak için kolay bir şablona dönüştüğü görülüyor. Bu yeni rekabet ve çatışmaların Soğuk Savaş’ı çağrıştıran özellikleri üzerinden bu yakıştırmaların yapıldığı söylenebilir. Bunlar ise, Soğuk Savaş döneminde olduğu gibi bugün de büyük devletlerin doğrudan değil, vekâlet savaşları yoluyla dolaylı çatışmalar içerisinde olmaları ve yine Soğuk Savaş döneminde olduğu gibi yeni bloklaşma ve kutuplaşmaların oluşmakta olduğu gibi benzerliklerdir.

Ne var ki, söz konusu benzerlikleri Soğuk Savaş’ın tanımlayıcı özellikleri olarak değerlendirmenin doğru olmadığını düşünüyorum. Soğuk Savaş döneminde vekâlet savaşları olmuştur ve yine taraflar karşılıklı ittifaklara ve bloklaşmaya yönelmişlerdir; ancak Soğuk Savaş, büyük devletler arasındaki güç ve çıkar çatışmalarına ve hatta bloklar arası rekabete indirgenemez. Soğuk Savaş sadece farklı değil aynı zamanda karşıt olan iki toplumsal sistem ve bu toplumsal sistemlerle ilişkili güçler arasında gerçekleşen küresel bir rekabet ve çatışmadır. Kavramı bu şekilde yerli yerinde kullandığımızda, bugün farklı biçim ve büyüklükteki kapitalistler devletler arası sistem içi rekabet ve çatışmaları tanımlamak için kullanmanın doğru olmadığını düşünüyorum. Dolayısıyla bugün yeni bir soğuk savaştan bahsetmek mümkün değil; ancak böyle bir yaklaşım bugünkü rekabet ve çatışmaların daha az tehlikeli ya da önemsiz olduğu anlamına da gelmez. Kapitalist rekabetin yıkıcı karakterini de göz önünde tuttuğumuzda, bu kapitalist devletler arası rekabet ve mücadelelerin dünya halkları için daha fazla kriz, savaş ve trajediye yol açacağını söylemek için kâhin olmak da gerekmez.

Hazırladığınız yeni bir çalışma var mı? Günleriniz nasıl geçiyor?

Bu kitabın dışında, en son Prof. Dr. Mustafa Türkeş’le birlikte Donald Trump’ın ABD Başkanı seçilmesiyle birlikte Türk-Amerikan ilişkilerinin geldiği durumun bir değerlendirmesini yaptığımız bir kitap bölümü yayımlandı.* Bunun dışında, şu an, Soğuk Savaş sonrası Rus-Amerikan ilişkilerinin geleceğine yönelik iyimser beklentilere rağmen aksi yönde gelişen bu ilişkilerin mevcut durumuna ilişkin tarihsel bir inceleme ortaya koymayı hedefleyen doktora tezim üzerine çalışıyorum.

*Mustafa Türkeş and Tolgahan Akdan, “Stillborn Optimism in Turkey: The Trump Presidency”, in Donald J. Trump’s Presidency International Perspectives, Edited by John Dixon and Max J. Skidmore (Washington, DC: Westphalia Press, 2018), pp. 271-290.