'Beyaz', bir iktidar metaforudur

Raoul Peck’in yoktan var ettiği ve uzun uğraşlarının sonucunda belgesele dönüştürdüğü 'Ben Senin Zencin Değilim', Sevin Okyay çevirisiyle, Kırmızı Kedi Yayınları’nca raflardaki yerini aldı. Baldwin’in özelinde siyahların maruz kaldığı öfkeyi düşünmeye başladığımızda ister istemez Türkiye üzerine de kafa yorarken buluyoruz kendimizi. Türkiye’nin zencilerini; Kürtleri, Alevileri, ateistleri, eşcinselleri, sığınmacıları… Irkları, fikirleri ve yönelimleri yüzünden ayrımcılığa maruz kalan “pis zencileri” düşünmek bizlere şunu anlatıyor aslında; ayrımcılık ve öfke nereden gelirse gelsin, kime yönelirse yönelsin hepsi aynı hastalıklı bataklığın ürünü.

Google Haberlere Abone ol

1924, Harlem doğumlu olan James Baldwin, Amerikan faşizmiyle tanışan siyahlardan sadece biriydi. Çocukluğundan itibaren hayatın hemen her safhasında maruz kaldığı ayrımcılığı, ötekileştirilmeyi ve bunun doğal bir sonucu olan şiddeti içinde hissederek yaşadı ve bir yazar olarak bütün hayatını ırkçılıkla, ayrımcılıkla mücadele ederek geçirdi.

Kitaplarında işlediği konulardan biri de din meselesiydi. Baldwin, kiliselerin bile “renk”lere göre ayrıldığı bir dini erken yaşlarda terk etti fakat bu sadece Hristiyanlığa yönelik bir çıkış değildi. Irkçılığa karşı aktif mücadele yürüten Siyah İslam Hareketi’nin (Nation of Islam) kurucusu Elijah Muhammed’in “Peki ya şimdi nesin?” sorusunaysa şöyle cevap verecekti: “Ben mi? Hiç. Ben yazarım…”

Baldwin’in mücadele ettiği üçüncü bir cepheyse cinsel yönelimiydi. Eşcinsel olduğunu ve eşcinselliğin de ırklar üstü bir mücadele alanı olduğunu kitaplarında çokça işleyen Baldwin için 20. yüzyıl cehennemden farksızdı.

Siyah olduğu için beyazlarca, ateist olduğu için dindar siyahlarca, eşcinsel olduğu için de heteroseksüel dünyanın hemen her rengince ötekileştirilen biri olsa da yazdıklarıyla, Martin Luther King Jr, Malcolm X, Medgar Evers gibi önemli liderlerin arasında anılagelen bir figüre dönüşmüştü:

“Beyazların yapması gereken kendi kalplerinde neden her şeyden önce bir ‘pis zenci’ olması gerektiğini bulmaktır, çünkü ben pis zenci değilim, bir adamım. Ama sen benim 'pis zenci' olduğumu düşünüyorsan, ona ihtiyacın var demektir… Eğer buradaki 'pis zenci' ben değilsem ve onu sen icat ettinse, siz beyazlar onu icat ettinizse, niye olduğunu bulmanız gerek. Ve bu ülkenin geleceği de buna dayanıyor, bu soruyu sorabilip soramadığına...”

VE KIVILCIM ÇAKAR...

1955 yılında, Alabama’da yaşayan Rosa Parks isimli kadın, otobüste yerini bir beyaza vermediği gerekçesiyle göz altına alınıp tutuklanınca, o vakte kadar biriken öfke sokaklara taşmaya başladı ve siyahların ırkçılık karşıtı eylemleri çok yönlü şekilde bütün ülkeyi sardı. Pasif, barışçıl direnişten, silahlı çatışmalara kadar büyüyen sokak eylemleri birtakım liderlerin etrafında birleşiyordu. Liderler, ortak bir düşmana karşı mücadele halinde olsalar da direnişin yanlış yönlendirildiğini iddia ederek birbirlerini eleştirmekten geri durmuyorlardı.

Bu liderlerin başını çeken Medgar Evers 1963, Malcolm X 1965, Martin Luther King Jr ise 1968 yılında silahlı saldırı sonucu öldürüldüler. Baldwin ise ABD’yi terk etmişti, başta Avrupa olmak üzere pek çok ülkede yarı göçer bir şekilde yaşıyordu. Hatta bu ülkelerden biri de Türkiye’ydi. Baldwin, Engin Cezzar’la yakın arkadaş olmasından dolayı bir süre İstanbul’da, Engin Cezzar’la Gülriz Sururi’nin evinde misafir oldu. Yıllar sonra aralarındaki mektuplaşmalar da Dost Mektupları ismiyle, YKY etiketiyle yayımladı.

Ayrıca 1970’lerin başında, Sedat Pakay’ın yönetmenliğinde, Baldwin’in bir de belgeseli çekildi İstanbul’da.

YARIM KALMIŞ BİR ROMAN

Yıllar sonra yeni bir roman için kolları sıvayan Baldwin, üç önemli direniş figürünün hikâyesini, Malcolm’u, King’i, Evers’i anlatmak üzere çalışmaya başladı. Ne var ki Remember This House ismini taşıyan bu romanı tamamlayamadan, 1987’de hayata gözlerini kapadı. Geride sadece romana dair dağınık notlar, günlüğüne, mektuplarına yazdığı irili ufaklı fikirler bıraktı.

Nisan 2009’a gelindiğindeyse Baldwin’in kız kardeşi olan Gloria Karefa-Smart, Haiti doğumlu sinemacı Raoul Peck’e bir mektup yazdı ve böylelikle domino taşına vurulmuş oldu. Raoul Peck’iyse The Young Karl Marx’ın yönetmeni olarak bilen bilir.

Raoul Peck, halihazırda Baldwin üzerine bir araştırma içerisindeydi. Hatta Baldwin terekesiyle düzenli olarak irtibat halindeydi ve oradan bilgi alabilmek için uğraşıyordu. Tam da bu vakitte gelmişti Gloria’nın mektubu. Mektubun ardından yaşanan görüşmedeyse esas hazineye kavuşan Peck, Baldwin’e dair tasarladığı projenin kilit noktasına böylelikle ulaşmış oldu.

Ben Senin Zencin Değilim, James Baldwin, Der: Raoul Peck, Çev: Sevin Okyay, 144 syf., Kırmızı Kedi, 2020.

REMEMBER THIS HOUSE DOĞRULTUSUNDA NOTLAR

“Öylesine vermiş gibi ‘Al, Raoul, sen bunlarla ne yapacağını bilirsin,’ dedi.

“Ve gerçekten de hemen bildim. Hiç yazılmamış bir kitap! Hikâye budur. Ve ne karakterler! Medgar Evers, Malcolm X ve Martin Luther King, Jr... Notlar başlangıç için pek bir şey sayılmasa da Baldwin hakkında başka her şeyin elimin altında olduğu düşünüldüğünde sahip olduklarım gerektiğinden fazlaydı. Benim görevim o yazılmamış kitabı bulmaktı. Ben Senin Zencin Değilim bu arayışın olmadık sonucudur.”

Peck daha yoğunluklu bir çalışma içine girdi sonra. Elindeki notlar yeterli de olsa oldukça dağınık görünüyordu. Onları düzenlemeden önce bu müsveddelere nasıl yaklaşması gerektiği konusunda ciddi sıkıntılar çektiğini söyleyen Peck, kaba bir metin/senaryo ortaya koymak istemiyordu. Düz bir biyografi değildi aklındaki, birebir uyarlama yapabilecek denli malzemeye de sahip olmadığından, başı-ortası-sonu olan, dramatik bir yapıya sahip bir iş üretmek istiyordu.

Çalışma sistemindeki hassasiyeti okuyunca, kendisini neden misafir gibi hissettiğini daha iyi anlayabiliyoruz. Elinde bir emanet tuttuğunu aklından çıkarmıyordu. Baldwin’in hayaletini yanından hiç ayırmıyormuş gibi bir taraftan onun gibi düşünmeye çalışıyor, bir taraftan da kendi özgünlüğüne, yaratımına kulak vermeye çabalıyordu; disiplinler arası bir sonuca ulaşmaya çalışıyordu yani.

“Saygın bir yazarın dağınık eserlerinden bir operanın senaryosunu kotaran bir libretto yazarı gibi, çoktan göçüp gitmiş yazarın ruhuna, felsefesine, kavgacılığına, sezgisine, mizahına, şiirine ve maneviyatına hep saygıyla yaklaşıp onları titizlikle korudum. Daha başlangıçtan, ileride sayısız tuzak olduğu belliydi.”

Ortay çıkan ilk versiyon elli sayfadan fazlaydı. Metin üzerine çalışmaya devam ettiğinde kendine daha fazla özgürlük tanımaya başladığını belirten Peck, Baldwin’in mutfağına tam anlamıyla girerek kelimeleri, cümleleri ters yüz etmeye başladı. Farklı kompozisyonlara sahip benzer duygular arasında tercihlerde bulundu ve yanlış ifade edildiğini düşündüğü belli başlı kişi - yer adlarını da düzeltmeyi ihmal etmeden elindeki metni son haline getirdi ve ortaya işte bu belgeseli çıkardı.

BEN SENİN ZENCİN DEĞİLİM

2016 yılında gösterime giren I Am Not Your Negro isimli belgeselin anlatıcılığını Samuel L. Jackson üstlendi. Uluslararası arenada çok sayıda festivalde kendine yer bulan film, bu festivallerin bir kısmından ödülle dönmeyi başardı.

“Tarih geçmiş değildir.

Şimdidir.

Tarihimizi yanımızda taşırız.

Biziz kendi tarihimiz.

Böyle değilmiş gibi davranırsak düpedüz suçluyuz.

Buna tanıklık ediyorum;

dünya beyaz değil,

asla beyaz olmadı,

beyaz olamaz.

Beyaz bir iktidar metaforudur.”

Raoul Peck’in yoktan var ettiği ve uzun uğraşlarının sonucunda belgesele dönüştürdüğü bu metin ise Sevin Okyay çevirisiyle, Kırmızı Kedi Yayınları’nca raflardaki yerini aldı.

PEKİ YA BİZİM ZENCİLERİMİZ?

Samuel L. Jackson’a kulak verip, kitabı okuduğumuzda ve Baldwin’in özelinde siyahların maruz kaldığı öfkeyi düşünmeye başladığımızda ister istemez Türkiye üzerine de kafa yorarken buluyoruz kendimizi. Türkiye’nin zencilerini; Kürtleri, Alevileri, ateistleri, eşcinselleri, sığınmacıları… Irkları, fikirleri ve yönelimleri yüzünden ayrımcılığa maruz kalan “pis zencileri” düşünmek bizlere şunu anlatıyor aslında; ayrımcılık ve öfke nereden gelirse gelsin, kime yönelirse yönelsin hepsi aynı hastalıklı bataklığın ürünü.

KAYNAKLAR