‘Yeşil kaos’un ya da ‘insan yaratan’ ormanların izinde

Kendi hâline bırakılan ağaçlar, John Fowles için bir öngörülemezlik, zapt edilemezlik ve gizem içeriyor. Yazarın peşine düştüğü, kavramaya uğraştığı ve saygı duyduğu; edebî bulduğu ve anlatmaya çalıştığı şey bu.

Google Haberlere Abone ol

Ali Bulunmaz 

John Fowles’u nasıl bilirdiniz? Hangi kaynağa yönelseniz, hakkında yazılan hangi metne baksanız onunla ilgili şu ifadeye rastlıyorsunuz: “Çağdaş İngiliz edebiyatının önde gelen yazarı…” Romancı, şair, hikâyeci, deneme yazarı ve eleştirmen Fowles için düz bir ifade bu.

Metinlerine bulmacalar yerleştiren, kurmaca ve kurmaca dışı kitaplarının hiçbirinde bilgiçlik taslamayan Fowles’un metinlerinin belirgin yanları, hemen herkesi insanlıkta eşitlemesi ve ahlaki endişelerle sumen altı edilen yabanıllığı hatırlatması. Yazar, bunları yaparken mitlerden, psikolojiden ve sanattan yardım alıp kişinin kendisini tanıyarak özgürlüğe ulaşabileceğini yerleştirmişti satır aralarına.

Kendini tanıma ve özgürlük süreçlerinin zorluğuna dikkat çekerken sessizliklerin, hayal kırıklıklarının, düşlenenle gerçekleşen arasındaki gerilimin hayata ve edebiyata dâhil olduğunu anımsatmıştı Fowles. Tarih, imgeler ve betimlemeler de devreye girince kitapları, aşkınlıkla gerçeklik arasında salınmıştı.

Yarattığı karakterler gibi Fowles’un da ayakları yerden kesilmemişti; aslında buna toprağa basıyordu da denebilir. O nedenle Ağaçlar önemli bir kitap; yazarın, hem iç dünyasını hem de sahiciliğini yansıtıyor.

'GRİ HAPİSHANE' İLE 'YEŞİL CENNET' ARASINDAKİ GERİLİM

Yabanla sırt sırta veren Fowles’un çocukluğuna ve gençliğine dair anılarından oluşan Ağaçlar, insanın doğayla kurduğu ilişkiyi, zaman zaman denemeye çalan satırlar barındırıyor: Doğayı anlatmanın ve orada bulunmanın basite indirgenemeyeceğini fısıldayan yazar, kitabın yayımlandığı tarihlerde (1970’lerin sonunda), ufuktaki tehlikenin, “doğadan duygusal ve düşünsel anlamda uzaklaşma” olduğunu söylemişti.

Fowles’un doğayla ilişkisi, meyve ağaçlarıyla dolu çocukluğunun bahçesine dayanıyor. Hâl böyle olunca ailesiyle ilgili anılar, Londra banliyölerindeki hatıralar ve bunların muhasebesi de karışıyor anlatıma.

Dünyayla mücadele eden babasının gösterdiği ağaçlara, bir ağaçtan öte anlamlar yükleyen Fowles’a, doğada yaşama sanatını böcekbilimci amcası öğretiyor. Böylece kendi çevresinde bulunmayan her şeye karşı bir istek duyuyor; “geniş bir boşluğa, el değmemişliğe, tepelere, ormanlara ve ormanlardaki ‘gerçek’ ağaçlara…”: “Essex bataklıkları ve Arktik tundralar gibi bir veya iki istisnayla, dümdüz ve ağaçsız doğadan hep nefret ettim. Zaman oralarda her şeye hükmeder sanki, saat gibi acımasızca tik-tak eder. Fakat ağaçlar, zamanı çarpıtır ya da daha doğrusu çeşitli zamanlar yaratır: Şurada yoğun ve ansızın, orada sakin ve dolambaçlıdır; asla geçmek bilmez, mekanik, kaçınılmaz bir şekilde monoton değildir.”

Ağaçlara kaçmayı, “cennete kaçmak” diye niteleyen Fowles, kendisini oraya nelerin götürdüğünü de anlatıyor; babasının geçmişine giriyor, onunla ilişkisini ve aralarındaki farkları ortaya koyarken yazarlık serüveninin başlangıcına ve çocukluk döneminin kitaplarındaki izlerine sürüklüyor bizi. Bu dönem, aynı zamanda doğayı gerçek köylülerden öğrenip şehirlilikten çıkışına da denk geliyor.

“Gri hapishane” ile “yeşil cennet” arasındaki gerilim, Fowles’un ömrüne yayılırken babasının doğa körlüğünden dem vurup kendi ruhunu nasıl doyurduğundan bahsediyor. Babasıyla arasındaki farkı da ağaçlar yardımıyla anlatıyor: “Babamdan bu kadar farklı olmam, geriye dönüp baktığımda bana kesinlikle Oedipal bir suçluluk olayı gibi değil, sağlıklı bir doğal süreç gibi geliyor; tıpkı sağlıklı bir ağacın dallarının birbirinin alanına girmemesi gibi.”

Ağaçlar, John Fowles, çeviren: Süha Sertabiboğlu, 80 syf., Ayrıntı Yayınları, 2020.

DÜZ KENTLERİ AŞMAK

Ağaçların kendi hâline bırakılmasından yana olan ve budama yapan babasına bu nedenle karşı çıkan Fowles, doğanın karmaşıklığıyla büyülenirken yaprakların oluşturduğu çatıyı ve ağaç gövdelerinin ördüğü duvarı, birey ötesi diye adlandırıyor. Çatı ve duvar, sahip olmaktan çok sahiplenilmenin önemini anlatmakla kalmıyor, hiçbir canlının ve doğanın insandan aşağı görülmemesi gerektiğini hatırlatıyor yazara.

Bir tehdit ve tehlike olarak değerlendirenler tarafından doğanın madde ve bölümlere ayrıldığını söyleyen Fowles, ondan çok şey öğrenmiş. Bunları sözcüklerle açıklamaya kalktığında kendisinin de “doğaya isim verenlerle ve güya onu sahiplenenlerle aynı gemiye bineceğini; öğrenmeyi en çok isteyeceği şeyden sürgün edileceğini” düşünüyor.

Fowles, anlayarak saygı duyulabileceğini belirttiği doğaya düşman gözüyle bakmanın altında, onu kullanılabilir ve yararlı görme alışkanlığının yattığını hatırlatıyor. Oysa doğa, faydacılığa hapsedilemez ya da indirgenemez; bunu unutmak veya göz ardı etmek, insanı onu anlamaktan uzaklaştırır. Yazarın buna karşı önerisi, “doğanın kendi bireysel şimdiliğiyle görülebilmesi ya da basılı haritaların ve geometrik-çizgisel insanı ete kemiğe büründüren düz kentlerin pabucunu dama atan, “yeşil kaosa” veya “insan yaratan” ormana kulak vermek.

“İnsanın karşısındaki en savunmasız ve yok edilmeye en elverişli yaratıklar olan” ağaçları anlamak ve onlara dair yoğun korkularımızdan vazgeçmek, Fowles’a göre doğaya, duygusal ve entelektüel bağlılığımızı tazeleyebilir.

Kendi hâline bırakılan ağaçlar, Fowles için bir öngörülemezlik, zapt edilemezlik ve gizem içeriyor. Yazarın peşine düştüğü, kavramaya uğraştığı ve saygı duyduğu; edebî bulduğu ve anlatmaya çalıştığı şey bu.