Türkiye’nin bitmeyen 'Endişe'si

Yılmaz Güney’in Türkiye sinemasında kamerasını ilk defa tarım işçilerine çevirdiği “Endişe” filminin senaryosu uzun yıllar sonra senaryo için hazırlanan inceleme metinleri, röportajlar ve filmin hikâyesiyle İthaki yayınlarından basıldı. Kitapta yazan her cümle 1974’ten bu yana işçi hakları konusunda devletin pek fazla adım atmadığını göstermekte.

Google Haberlere Abone ol

Metin Yetkin

Yılmaz Güney, 1974 yılında uzun seneler sonra Çukurova’ya gitti. Kafasında birçok fikir vardı fakat hiçbiri tam oturmamıştı. Adana sıcağında kavrulan oruçlu ve bitkin pamuk işçilerini görünce kararını verdi, onların çilesini, elçi, ağa, devlet üçlüsü tarafından nasıl ezildiklerini ve bu cehennemde gelecekleri hakkında ne denli büyük bir endişe duyduklarını anlatacaktı.

O zamanlar Güney’in senaryo yardımcısı Ali Habib Özgentürk’tü. Ona dönerek, “Şimdi şu koca ovada, binlerce on binlerce el pamuğa uzanıyor, pamuğu devşiriyor. Onlara baktıkça düşünüyorum: Bu insanlar ne yiyip, ne içecekler? Nereye gidecekler? Ne yapacaklar? Bu insanlar ne olacaklar? İşte ben bu endişe duygusunun filmini yapmak istiyorum.” (s.13) dedi. Ancak bu filmin farklı olmasını istiyordu. Yoksulluğu tüm çıplaklığıyla sergilemek yerine devrimci bir tavır koymayı ve popülizmin karşısında durmayı seçti. Ekibinden ciddi bir araştırma yapmalarını istemişti. Kendisiyse hiç durmadan müthiş bir canlılıkla dolaşıyor, geceleri senaryo hakkında düşünüyordu. Kısa bir zaman sonra Özgentürk, onun senaryoyu kafasında bitirdiğini ve karakterleri düşünmeye başladığını anladı. Türkiye sineması ilk defa tarım işçilerine yönelik bir filmle karşılaşacaktı. Öte yandan bu filmdeki oyuncular tarım işçilerinin kendileriydi. Belgesel unsurları filme dahil edilmişti. Film, 1974 yılında çekildi. 1975 yılının Eylül ayında 12. Antalya Film Festivalinde, en iyi film, en iyi yönetmen, en başarılı senaryo, en iyi görüntü yönetmeni ve en iyi erkek oyuncu ödüllerini kazandı.

HER YIL 1500 ÇOCUĞUN ÖLDÜĞÜ ÇUKUROVA

Filmin jeneriğinde seyircinin dikkatini üç unsur çeker: Kaval sesi, çocuklar ve sinekler. Tiz, hüzünlü bir kaval sesinin -ki Güney bu sesi Çukurova’da dinlemiş ve dünyanın en tesirli sesi olarak nitelemiştir- eşliğinde ağlayan, gülen, burnu akan çocuklar görürüz. Ancak çocukların saçlarında, yüzlerinde, etraflarında hep sinekler vardır. Nitekim Çukurova’nın çocukları yarı ölü gibidir çünkü çocuklar hastalıktan, yorgunluktan veya gıda eksikliğinden ölmektedir. Kitapta verilen istatistiğe göre Çukurova’da her yıl ortalama olarak 1500 çocuk ölmektedir. Zaten çocuklar herkes için değersizdir o şartlar altında; ağa için değersizlerdir çünkü pamuğu zedeleyerek toplarlar, aileleri için değersizlerdir çünkü yetişkinler kadar dayanıklı değillerdir, fazla çalışamazlar ve hep masraf çıkarırlar. Oysa film ağlayan bir çocukla başlar. Çocuğu camın ardından seyreden birtakım adamlar vardır. Çünkü Cevher bir kişiyi öldürmüş ve kan davası başlatmıştır. Kan parası çok yüksek bir meblağdır, bunu vermemek için de çocuğu kanlılarına göndermiş, onu öldürmelerini temenni etmiştir fakat kanlıları çocuğa dokunmaz. Cevher’in kanlısı, “Allah vekil öldüreceğem oni. Çocuğu üstümüze salmıştır, hiç vicdan yoktur bu Cevher’de. Ama ben, ben Zeynel’em...” (s.124) der. Yine kitapta verilen istatistiğe göre Çukurova’ya mevsimlik gelen işçilerin yüzde biri kan davalıdır. Kan davalarında çocuklar ve kadınlar da öldürülür. 15 yaşındaki Mehmet Akın, “Kan davasında kadın öldürmek çocuk öldürmek hep vardır.” (s.86) demektedir. Öte yandan Mehmet, filmin ilk sahnesine konu olacak hadiseyi de anlatmıştır: “Amcam da oğullarına dedi ki ‘Oğlum siz ufaklardan öldürmeyin, büyüklerden öldürün de.’ Amcam ufakları istemiyor, seksen bin lirayı da istemiyor. Affa da girmedi.” (s.86) Ancak tüyleri en çok ürperten 9 yaşındaki Recep Güler’in sözleridir. Hoşlandığı kız başkasını severse onu öldüreceğiyle başlar konuşmaya ve şöyle devam eder: “Kardeşlerimi vursalar ben de öldürürüm. Düşerim mahpusa. Düşerim. Yok... Yok... Dünya beni bekler. Üç kere iki beş eder. Memleketimizi Allah idare eder. Rüya gördüm. Yılanı gördüm. Yılandan kaçtım. Bağırdım uyandım. Dünya’yı yılan ısırsa yılanı öldürürüm. Dünya başkasını sevse Dünya’yı öldürürüm. Öldürürüm işte. Bizim orda hep öyle olur. Her sene olur. Mahpusa girerler çok.” (s.94)

Görüldüğü gibi bu küçük çocuğun en fazla kullandığı sözcük “öldürmek”tir. Ölüm, tarım işçileri için sıradan bir kavram hâline gelmiştir. Zaten mevsimlik işçilerin çoğunun hayat şartları oldukça ağırdır. Rakamlara bakarsak, işçilerin %30’unun köyünde okul yoktur, %71’i hiç okula gitmemiştir, %60’ı ortalama olarak üç ayda bir et yemektedir ve %48’i çocuktur. Gübre ticareti yapan, iktisat fakültesi Mehmet Eşiyok, “Yemekleri yürekler acısı bir şeydir. Sebze, et yemezler. Sadece bulgur, yabani bazı otlar vardır. Semizotuna benzeyen. Kazma sırasında temizledikleri.” (s.64) diyerek bu durumu gözler önüne serer. İşçiler de nadiren et yediklerini söylemektedir. Genellikle çay ve ekmekle beslenirler. Üstelik, bazen pamuk toplama işi Ramazan mevsimine denk gelir, hepsi oruç tutar. Çalışmaya da sabahın daha serin olduğu sabah ezanı vaktinde değil, daha geç başlarlar çünkü pamukların üstündeki çiyin kurumasını bekler ağa. İnançlıdır pamuk işçileri fakat kabile geleneklerini andıran birtakım sert kurallarla dini inancı birleştirmişlerdir çünkü eğitim seviyeleri çok düşüktür. Pek çok çocuk okula gitmez, gidenler de birkaç sene sonra okulu bırakırlar. Kız çocukları ise zaten gönderilmez okula. Bu sebepten dolayı işçilerin %40’ı Türkçe bilmemektedir. Çocukların tek geleceği pamuk toplamaktan ibarettir. Öğretmenlerin rüşvet alarak sınıf geçirdikleri de sık rastlanan bir olaydır. Eski tip ağaları özlemektedirler. Yeni tip ağalar kısmen eğitimlidir, bir vukuat anında müdahale etmezler, jandarma çağırırlar. İşçiler, bütün sorunları heybetiyle, gücüyle çözen eski ağalara duydukları özlemi, “Bana toprak veriyler, ağasız toprağı ne edeyim.” (s.28) diye türkü yakarak dile getirirler. Yeni tip ağalar kanunları kendilerine göre kullanmayı bilirler ve işçilerin kolunu kanadını kırarlar. Birtakım hakları olduklarının belki farkındadırlar ama bu hukuki düzende kendilerini savunma şansları yoktur. Avukat Hakkı Canar, “(…) işçi mahkemeye gitmek istese bile gidemez, çünkü avukata vekâlet vermesi gerekir. Bu da ona 16 lira 10 kuruşluk bir masraf açar. Onu da veremez fakir işçi. Boynunu büker razı olur kaderine.” (s.51) diyerek bu durumu özetler. Su işçiliği yapan 15 yaşındaki Ali Ay da “Ağalar devlete rüşvet veriyorlar. Çiftçi birliğine rüşvet veriyorlar.” (s.84) diyerek işin hukuka aykırı boyutunun altını çizer. Zaten ağalar tarım işçileriyle muhatap olmaz. Ağa ve işçi arasında “elci” dedikleri bir kimse vardır. Bu zat, işçilerin ücretlerini toplar, onların ödemelerini yapar, tabii komisyon alarak. İşçiyi kendine borçlandırır ve borcu faiziyle alarak zenginleşir. İşte bir sorun olduğu zaman ağanın da işçinin de muhatabı odur. Bazı elçiler ise işçilerin paralarını alıp kaçarlar, kimileri yakalanıp işçiler tarafından öldürülür, kimileri ise sırra kadem basmıştır.

Güney Yılmaz, Endişe, İthaki Yayınları, 2020.

Film çekilirken ilginç bir hadise de meydana gelmiştir, işçiler grev yapmışlardır. Özgentürk, işçilerde bir sınıf bilinci olmadığını gözlemleyerek bu grevi ilkel dini törenlere benzetir çünkü işçiler halay çekip eğlenmekte ve havaya kurşun sıkmaktadırlar. Ancak bu direniş hareketi de başarısız olacaktır tıpkı Haruniye, Dino ve Yumurtalık bölgelerindeki toprak işgalleri gibi. Her direnişte ağanın adamları ve devlet görevlileri bir olup işçilerin haklarını talep etmelerini engellemiştir. Üstelik bu işçilerin çoğu kendi topraklarını istemektedir. Garibanların topraklarına hileyle el konulması sık görülen bir durumdur. 50 yaşındaki Ali Cengiz direnişin imkânsızlığını şöyle anlatmakta: “Buralarda böyledir. İsterse karakolda dövdürür. İsterse seni öldürtür, kimsenin ruhu duymaz. Bak bu köy var ya, sürgün köyüdür. Toprağı elinden alınan köylüler gelip bu köyü kurdular. Köylerinden sürülen köylüler buraya yerleştiler. Biz bir araya gelemeyiz. Gelip de nasıl ağaya karşı çıkarız. Hepimiz kovulmuşuz ayrı köyden. Ağa da çıkarır bir sürü fakir fukarayı karşımıza. Birbirimize düşeriz.” (s.67) İşçilerin haklarını savunan tek merci ise Çapa-İş’tir. Zaten Tarım-İş isimli kurumun sadece adı sendikadır. İşçilerle konuşup onları bilinçlendirmeye çalışsalar da durum değişmez, üstelik Çapa-İş Sendikası Erzin yöneticileri birtakım asılsız iddialarla tutuklanır. En kötüsü, işçiler cehennemi aratmayan bu işte çalışmak için bir başka cehennemden geçerek gelmişlerdir. İşçilerin kendi şehirlerinden Çukurova’ya gelişlerini Tarım ve Tarım Sanayi İşçileri Sendikası Adana Şubesi Başkanı Mahmut Telli, “İşçinin memleketine gidip gelirken durak yapacağı yerde açık havada, sıcakta, yağmurun altında, tuvalet yok, su yok. Sıhhi durumu bozuk. İşveren de ilişiğini bir türlü kesmez.” (s.50) diye özetler. Bu insanların tek istenci bir an önce başlık parasını toparlayıp evlenmektir. Evlilik onlar için oldukça önemli bir konudur. Öte yandan askerlikten bahsetmeyi severler, pek çoğu Kıbrıs’ta savaşmak ister. Vatanlarını ve Atatürk’ü çok severler. Ancak, vatandaşlık belgeleri olmadığı için gidemezler askere. Vatandaşlık belgelerini alanlar okuma-yazma bilmedikleri halde bu kâğıdı incelerken çocuk gibi sevinirler...

Kısaca, Endişe’nin araştırma metinlerinde yer alan gerçekler bunlar. Yılmaz Güney, bu gerçekleri devrimci bir tavırla ortaya koymaktadır. Filmdeki ana karakterler dışındaki oyuncuların hepsi tarım işçileridir, suni ışık kullanılmaz ve toprağı çok seven çiftler hiçbir sahnede topraksız gösterilmez. İlkin, profesyonel devrimcilerin işçi sınıfının uyanışında nasıl kurban olduğunu göstermek ister Yılmaz Güney, fakat sonra bunu sezdirmeye karar verir. Endişe, tüm bu yönleriyle ciddi bir belgesel ve öncü bir film olarak nitelendirilmeli. Filme hâkim olan duygu ise pamuk fiyatlarının ve işçi ücretlerinin bir türlü açıklanmaması sonucu endişe duyan işçilerin bu belirsizlik hâli içerisinde verdikleri yaşam savaşıdır. Film, Güney Filmcilik Sanayi ve Ticaret A. Ş. tarafından Şerif Gören yönetmenliğinde çekilmiştir. Yapımcı Süha Pelitözü’dür. Görüntü yönetmeni Kenan Ormanlar, senaryo yardımcısı Ali Habib Özgentürk’tür. Müziklerini ise Şanar Yurdatapan ile Attila Özdemiroğlu yapmış. Erkan Yücel Cevher’i, Kamuran Usluer Ramo’yu canlandırmakta. Ağa’yı oynayan Mehmet Eken ise Yılmaz Güney’in arkadaşı olup onun fikirlerini destekleyen genç bir toprak ağası. Filmin çekilmesi için elinden gelen bütün desteği vermiş…