Ernst Gombrich'in 'gölgeleri'

Gölge mefhumunun Antik Yunan’daki algılanışının felsefe ve dinle olan ilişkisi üzerinde duran Gombrich, gölgelerin gerçek dünyanın bir parçası olmadığını söyler. Çünkü, der, onlara dokunamayız, kavrayamayız. Bu yüzden, günlük dilde gerçek olmayan bir şey tanımlanacağı zaman gölge metaforuna başvurulduğu dile getirir. Yine Antik Yunan’ı referans göstererek, ölümden sonra gölge olarak yaşamayı sürdürdüğümüzü söyler ve somut dünya algısının bu noktada değiştiğini iddia eder. “…gölgesinin varlığı bir objenin cismine işarettir çünkü gölgesi olan şey gerçektir.”

Google Haberlere Abone ol

Kelime karşılığı, saydam olmayan cisimlerin ışıklı kısmın karşı tarafında oluşturduğu karanlık olarak nitelenen gölge, ressamların dilinde daha çok, tabloda yer alan tasvirleri aşamalı olarak soluklaştırarak belirginleştiren koyu rengi işaret etmek için kullanılır. Gölge yani ombra, özne olan cismin kendi üzerinde oluşturduğu karanlığı belirtmeye yarar.

Dünyanın hemen tamamında ve ülkemizde Sanatın Öyküsü isimli çalışmasıyla tanınan ve yüzlerce kere yaptığı baskıyla bu husustaki en önemli kaynak kitabın yaratıcısı olan Ernst Gombrich, 1995 yılında National Gallery’den bir sergi için davet alır. Sanatçının Gözü ismini taşıyan konsepte dâhil olan bir sanat tarihçisi olarak, “düşen gölgenin batı sanatındaki tasviri” başlığını belirleyen Gombrich, ilk olarak göz/görme olgusu üzerinde durur. İnsanın kökenine inerek, gözün milyonlarca yıl boyunca, organizmaların yönlerini bulmasının, eşlerini tanımalarının, düşmanlarından ve çevrelerindeki herhangi bir tehlike olasılığından kaçınmalarının, kısacası insanın hayatta kalmasının en önemli özelliği olarak tanımlanması noktasından hareket ederek, bu muhteşem enstrümana vurgu yaparak başlar sergisine. İlk avcıların bizon izlerini –muhteşem- şekilde takip edebilen bir göze sahip olduğunu, ilk hekimlerin hastaları görür görmez hastalığın belirtilerini anlamaya çalıştığını söyleyen Gombrich, bu noktadan hareket ederek görünüşlerin kopyasını çıkarmaya çalışan sanatçıların, antik dünyanın dikkati çektiği ışığın değişimlerine karşı hassas bir bakış geliştirdiğini iddia eder. Cicero’dan referansla, “Ressamların diğer insanlardan daha fazla gölge ve çıkıntı gördüğünü” ifade eder.

Gölgeler, E.H. Gombrich, çeviren: Merve Yalçın, 96 syf., Everest Yayınları, 2020.

Gölge mefhumunun Antik Yunan’daki algılanışının felsefe ve dinle olan ilişkisi üzerinde de duran Gombrich, gölgelerin gerçek dünyanın bir parçası olmadığını söyler. Çünkü, der, onlara dokunamayız, kavrayamayız. Bu yüzden, günlük dilde gerçek olmayan bir şey tanımlanacağı zaman gölge metaforuna başvurulduğu dile getirir. Yine Antik Yunan’ı referans göstererek, ölümden sonra gölge olarak yaşamayı sürdürdüğümüzü söyler ve somut dünya algısının bu noktada değiştiğini iddia eder. “…gölgesinin varlığı bir objenin cismine işarettir çünkü gölgesi olan şey gerçektir.”

Rönesansla birlikte, doğayı en iyi şekilde gözlemleyen ressamların bile düşen gölgelerden kasıtlı olarak kaçındığını söyleyen Gombrich, paletleri ne kadar zengin, tonlamada ve renkte ne kadar usta olsalar da alıcılarına gölgesiz bir dünya resmettiklerini dile getirir. Bunun sebebininse bu ressamların, gölgeleri rahatsız edici ve kompozisyondaki ahengi ve düzeni bozan bir unsur olarak görmesi olduğunu iddia eder. Leonardo Da Vinci’nin Resim Üzerine Bir İnceleme olarak bilinen notlarındaki bir pasajı özellikle seçer. Bir öğüt gibi yazılan bu pasajda Da Vinci, “…açık bir alandaki nesneleri resmederken figürlerinizi doğrudan güneş ışığı altında göstermeyin, objelerle güneşin arasına belli bir miktar sis veya saydam bulut yerleştirin ve böylelikle –obje güneş ışığıyla sert bir şekilde aydınlanmamış olacağından- gölgelerin ana hatları aydınlık kısımların ana hatlarıyla çakışmayacaktır.” dese de kendisinin bu düşüncelerini tablolarında somutlaştırmamış olması da kaderin bir cilvesidir.

Bahse konu olan sergide, gölge izleğini inceleyen Gombrich, Giovanni Battista Moroni’nin Sütun Gövdesindeki Miğferiyle Bir Beyefendinin Portresi (1555-6), David Allan’ın Resmin Kökeni/Korintli Kız (1775), Antonello da Messina’nın Kutsayan İsa (1465) ve Picasso’nun Armutlar ve Elmalarla Meyve Kâsesi (1908) isimli çalışmaları başta olmak üzere pek çok ressamın çalışmalarını gölge olgusu üzerinden masaya yatırır.

Gombrich, Masaccio’nun 1426 tarihli Bakire ve Çocuk ismini taşıyan resminin üzerinde ise özellikle durur. Düşen gölgelerin bazı işlevleri ışığın etkisini artırma olanağından daha önemlidir, yazara göre. Bir ressamın kullanabileceği ton çeşitliliği doğada olanın yalnızca bir kısmına işaret ederken, bazılarının dikkatli bir ilişkilendirmeyle ton kontrastlarının etkilerinden daha çok istifade ettiğini söyler. Masaccio’nun Bakire ve Çocuk’ta, tahtın üzerine düşen gölgeleri resmederek, perspektifi dikkatli bir şekilde oluşturduğunu dile getiren Gombrich, bu sayede tüm sahneyi aydınlatan ışığı hissettiğimizi iddia eder.

Gombrich’in, gölge ve fon ilişkisini odağa alarak dikkati çektiği resim ise Antonello da Messina’nın Çalışma Odasındaki Aziz Jerome (1475 civarı olduğu düşünülüyor) ismini taşıyan çalışmasıdır. Tavus kuşunun merdiven basamaklarına düşen gölgesini, renk tonlarının kademeli olarak birbirine geçtiği üzerinden yorumlayarak figür çevresinde yumuşak veya belirsiz bir dış çizgi oluşturduğunu söyleyen Gombrich, bu durumun bariz bir yetenek olduğunun altını çizer.

Manipüle edilen gölge kullanımı ise Gombrich’in yorumlayışında ayrı bir vurguyu temasta bulunur. Yazar, gölgenin canlandırılıp en beklenmedik şekilde kullanılmasını, Platon’un mağara imgesi üzerinden yorumlar. Hayalet, kötü ruh ve cin hikayelerinin de bu “ışıklandırma” ile anlatılmasının, gölgenin bu farklı şekilde resmedilme çabasının Fransa’da oldukça revaçta olduğunu ve bu durumun dolaysız bir şekilde fotoğraf ve sinema sanatlarının doğmasına ve biçimlenmesine etki ettiğini söyler.

Gombrich bu çalışmasını, National Gallery’de bulunan çalışmaların, ziyaretçilerin kendi örneklerini araştırmaları için yüreklendirmesi umuduyla bitirir. Everest Yayınları’ndan çıkan kitabın çevirisi Merve Yalçın imzalı.