Salgın günlerinde şairler ve şiir…

Korona virüsü salgını nedeniyle yaşam doğrudan evlerin içine girdi. Ulaşabildiğimiz şairler Orhan Alkaya, Deniz Durukan, Emel İrtem, Turgay Kantürk, Akif Kurtuluş, Altay Öktem, Pelin Özer ve Gonca Özmen’den pandemi nedeniyle eve kapanmışlık sürecini değerlendirmelerini istedik.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Korona virüsü salgını nedeniyle yaşam doğrudan evlerin içine girdi. Ulaşabildiğimiz şairler Orhan Alkaya, Deniz Durukan, Emel İrtem, Turgay Kantürk, Akif Kurtuluş, Altay Öktem, Pelin Özer ve Gonca Özmen’den pandemi nedeniyle eve kapanmışlık sürecini değerlendirmelerini istedik.

Korona virüsü salgını bütün sınırları aşarak dünyanın sorunu haline geldi. Pandemi karşısında önlem olarak sokağa çıkmama çağrıları belli aralıklarla sokağın yasaklanmasına kadar vardı. Yaşama koşulları uygun olanlar çağrılara uyarak eve kapandı. “Hayatı eve sığdırmanın” yollarını aramaya koyuldu.

Ulaşabildiğimiz şairlerden bu “olağanüstü ve tarihsel dönemde” sokağa çıkmadan evde kaldıkları zamanı nasıl geçirdiklerini ve salgınla ilgili düşüncelerini, değerlendirmelerini istedik. Pandemi nedeniyle eve kapanmışlık sürecinin üretimlerini nasıl etkilediğini sorduk. Bu dönemde yazılmış, salgın ve süreçle ilişkilenen şiirleri varsa örnek olarak paylaşmalarını talep ettik.

Soruşturmamıza (sıralama soyisme göre) Orhan Alkaya, Deniz Durukan, Emel İrtem, Turgay Kantürk, Akif Kurtuluş, Altay Öktem, Pelin Özer, Gonca Özmen katıldı.

ORHAN ALKAYA: BURADAN DİSTOPYA DOĞMAYACAKTIR

Ev eksenli yaşamaya alışkın olduğum için fazla etkilenmedim diyebilirim ama habitatımın bir tür hayalet şehre dönüşmesinden de tedirginim. Toplantılarımı, jürilerimi zoom benzeri online ortamlarda yürütüyorum ve bundan da hoşlanmaya başladım. Nedir, toplantı sonrası iki kadeh içmeye gidememek sorunlu bir durum. Ha keza, ben sevdiğim insanlara dokunan biriyim, bu da sıkıntılı gelmişti başlarda. Sonra, çalışma iskemlemde kafamı sağa doğru çevirdiğimde göz göze geldiğim, bilebildiğim en güzel sarılan adama, Hrant’a da sarılamayacağımı kendime söyleyip avunuyorum.

Bu salgın zamanının benim için en büyük getirisi, Prag’da okuyan ve şimdilerde evde oturup online ders gören kızımla, neredeyse her gün, üç saate varan konuşmalar yapıyor olmamız. Âsûde 20 yaşında, Güzel Sanatlar okuyor ve ondaki entelektüel gelişmeyi günbegün izlemekten anlatılamaz bir haz duyuyorum.

Bu ölçekte virüs salgınlarına alışık olmadığımız açık. Bilebildiğimiz en büyük salgın 14. yüzyıl vebasıydı. Ama sanırım orada asıl aktör bakteriydi. Virüs fevkâlâde değişik bir tür, hızla kişiselleşiyor. Brecht, 1938’de Danimarka sürgününde Galile’nin ilk versiyonunu yazarken masasına bir eşek maketi koymuş ve boynuna da şöyle yazmış: “Ben onu da anlamalıyım.”

Covid-19’un cem-i cümlesi beş gram deniliyor; kapitalizmi silkeledi ve toparlanmasını büyük ölçüde riske soktu. Kapitalizm kendi parodisine yeniliyor âdeta. Yirmi altı kişinin üç milyar sekiz yüz milyon insandan daha zengin olduğu bir düzenin sürdürülemezliği kesinlemesi, meğer beş gramlık bir ağırlığa bağlıymış, gördük. Buradan distopya doğmayacaktır, en azından orta erimde. İyileşilecek diye düşünüyorum. Bu felaket “cast”ı kendine gelecek. İyimserim anlayabileceğiniz gibi.

Son olarak, covid-19’u müşahhaslaştıramadığım için, hâlâ ondan bahsedecek bir şey yazmadım. Ben hâlâ Cizre bodrumuyla uğraşıyorum, sırası gelir.

DENİZ DURUKAN: BELKİ DE ÖLÜMDEN ÖNCE SON ÇIKIŞ

Kendimle baş başa kalmak, yabancısı olmadığım bir duygu. Bu anlamda bir değişim olmadı iç dünyamda. Ama o baş başa kalma hali daha da derinleşti. Daha doğrusu anlamı değişti. Zorunlu izolasyonun yarattığı baskı, ilk haftalarda kendime yakınlaşmaktan çok, panik ve şaşkınlık yaşamama neden oldu. Ne kitap okuyabildim ne de herhangi bir şey yazabildim. Ama insan her duruma alışıyor. Büyük bir değişimin başındayız. Sokağın eskisi gibi olmayacağı bir hayat bekliyor bizi. Ona göre yaşamı yeniden kurmak gerekiyor. Sadece sokak değil, şehir de yok artık. Aslında çok uzun zamandır yoktu. Ne görüyor ne de hissedebiliyorduk olan biteni. En çok da sustuk. Beni bu dönemde en çok endişelendiren evlerin içinde kalan şiddet. Dışarısı yoksa içerisi var tesellisi bizi belki virüsten koruyabilir, ama içeride yaşanan şiddettin, evin temeline gömülme ihtimalini de göz ardı edemiyorum. Dışarısı değiştiyse, içerisi de değişmek zorunda.

Şunu da kabul etmek gerek, artık dün diye bir şey yok. Geriye dönebileceğimizi sanmıyorum. Peki dün iyi miydi, mutlu muyduk, sahiden çok mu özgürdük? Bunları da iyi analiz etmek gerek. Dünden daha adil, daha insanca, daha akılcı ve daha sade bir yaşam kuramazsak eğer, yarınımız da olmayacak. Belki de bugün, hayat için ölümden önce son çıkış.

Yazmak için, şiir için zamanın süzgecine ihtiyaç var. Hayatta kalırsam, bugünün etkileri yazdıklarıma yansıyacaktır. Ki bu dönem uzun sürecek gibi duruyor. Belki de ileride bu tarz olağanüstü durumlara alışmak zorunda kalacağız. Bekleyip göreceğiz.

EMEL İRTEM: BAHÇENİN ÖNEMİ VAR

Kalabalıklarda canım sıkılır benim, yalnızken canımın sıkıldığı pek nadirdir. Bu nedenle olacak, bu karantina sürecinde pek canım sıkılmadı. Gündelik hayatımda da fazla bir şey değişmedi. Bahçenin önemi var tabii. Süreci çoğunlukla annemlerin kasabadaki evinde geçiriyorum, evin bir bahçesi var. Bahçenin bir hayatı var. O hayata beni de dahil eden bir alçak gönüllülüğü var. Dolayısıyla biraz içimin dışında gibiyim.

Daha önceki salgınlarda dünya ne kadar değişti, ona bakmak lazım. Büyük salgınlar insanlara kayıt tutmayı, hijyeni, dayanışmayı ve bilimin önemini öğretti. Salgın bize yeni bir şey öğretmeyecek. Öğretmenlik açısından kapitalizm daha hevesli. İktidarı sever o. Kendi devamlılığı için sağlık adına sağlıksız tedbirlerle keyifsiz, kuru ve acil bir hayatı işaret edecek elbet. Kapitalizm karşısında mevzu hiçbir zaman insan sağlığı, insanın kendisi olmamıştır zaten. Hipokrat’tan önce bilinen Aspirin, toplama kamplarının gaz odalarına zehirli gaz imal eden Bayer eliyle fiyat etiketine kavuşmuştur mesela...

McLuhanca bir şey söyleyeyim “araç mesajdır”. Şair olarak yazarak, okuyarak, anlatarak bir “karşı duruş” gerçekleştirmeliyiz. Sözün kendini çoğalttığı bütün mecralarda hikâyemizi anlatmaya devam etmeliyiz. Böylece ressamlar bunu çizebilir. Musiki bunu havalandırır ve atmosfer değişir, bir bakmışız güneş açmış…

Yazdım uzunca bi şiir... Adı “Meram Ekspresinde Yer Yok”; birazını buraya alayım:

umudu baloda giyilmiş bornoz gibi

denizi martısız

aklı gidik

şarkıları dikşinya!

tanrının yeryüzüne uzanan

ellerini kesmişler

ölüler ölü evet

ve

yaşayanlar diri değil

ölmekten çok öldürmekten korkmalı insan

Ama o eşikten çoktan geçti birileri

Ölü analar sokaklarda çürüdü

Eve geri dönebilir miyim diyen çocuğun

Bir köprüde kafasını kestiler

Meram ekspresinde yer yoktu evdeydiler...

TURGAY KANTÜRK: HER ŞEY ESKİSİ GİBİ OLACAK(?!)

Biraz utanarak ve sıkılarak söylemeliyim ki, bu tekinsiz ve sıra dışı günleri evde geçirebilenlerdenim. Birçok emekçi, yalnızca bizim sağlıklı kalmamız için değil, evlerine ekmek götürebilmek için her türden riski göze alıp çalışmak zorundalar. Sanırım işimin ve uğraşılarımın da kısmen uzaktan bir hale yola koyulma durumu olduğundan bu zorunlu ve sorunlu zamanı, uzun zamandır ötelediğim evde yapılabilecek şeylerle geçiriyorum. Birikmiş kitaplar, alınmış ama dinlenmemiş plaklar ve zamansızlıktan izleyemediğim kimi dizi ve filmlerle haşır neşirim. Sosyal medyada her zamankinden daha çok bulunuyorum. Akif Kurtuluş iyi şairlerden, iyi şiirler seçiyor. Şairler iyi şiir okuyamaz derler ya; hiç de fena okumuyor. Yine sevgili şair arkadaşım Merih Akoğul canlı müzik yayınları yapıyor. Güzel şeyler çalıyor ve sohbet de cabası. Onları izliyorum zevkle. Şimdilik durum bu… Salgın sonrası yaşamımızı, tam bir savaş sonrası gibi, yağma ve talanlarla, fırsatçıların hükümranlığında geçecek zor zamanlar olarak görüyorum; yani her şey eskisi gibi olacak! ‘Düzenler’le ‘üzülenler’in maçları bir süre ‘seyircisiz’ oynanacak, “Var” da çözüm olmayacak…

Bu dönem benim verimlerime yansıyacak mı, yansıyor mu? Tam bilemiyorum. Ama ilk defa denediğim şiirsel bir disipline, ‘Karantina Rubaileri’ne çalıştığımı söyleyebilirim. Başka bir şeye dönüşebilirler de, çok başıma geldi. Ama onlardan bağımsız birkaç yeni şiirimde, bugünlere ait çağrışımların ve sözcüklerin yer aldığı oldu. Önümüzdeki yıl yayımlamayı planladığım Parla&Yan adlı kitapta yer alacaklarını umuyorum bu şiirlerin… Bu dönemde yazdığım “Yarasın” başlıklı şiirimi paylaşabilirim;

Ölülerinize içiyorum

kederden değil, sevinçten değil

ikiyle çarpılmış yalnızlığımıza hiç değil

kime kaldırsam kadehimi

sanki onun dudaklarına değiyor ıssızlık

bulaşıyor gölgeden gölgeye

salgın bir ıslık gibi çınlıyor çın! çın!

dışarı çıksam içim dışımda kalıyor

içerde dışım tanıdık, yeni yetme

mesafeliyim yarınlara

mesafe bitti anlıyorum

o zaman yarasın…

Ölülerinize içiyorum

kahpe ve sessizce izleyişinize değil

değil uzakta parlayan o kutsal kibrinize

altın dişlerinize, çocuk gelinlere hiç değil

yıkayın ellerinizi, kanlı ellerinizi

kime kaldırsam kadehimi

sanki sona benziyor alınyazım

ilk gibiydim, kendi kuyumu zor kazdım

sazım kırık, sözüm azık

yazık diyorum can bu

konakladım, göçtüm han bu

o zaman yarasın…

Tanrım seni sana bırakıyorum!

AKİF KURTULUŞ: SONRASI İÇİN İYİMSER OLAMIYORUM

Bu sürece ilişkin politik olarak kuracağım çok cümle var aslında. Söyleyeceğim şeyler bu bakımdan yeni olmayacak. Yazıldı, yazılıyor. Bilinen şeyleri tekrar etmek olur.

Daha çok yazıyorum, okuyorum. Şakası bir yana, krizi fırsata çevirmiş gibi görüyorum kendimi. Sonrası için iyimser olamıyorum. Yeni bir "olağanüstü" dönemi daha sık yaşayacağız. Gerçi salgından önceki dünyaya baktığımızda, olağan mıydı gerçekten?

Salgın ve süreçle ilgili yazdığım bir şey yok. Günceli yazamıyorum ben.

ALTAY ÖKTEM: BAŞIMIZA BİR GELECEK VARDI, GELDİ!

Tüm dünyayı etkisi altına alan bir salgın hastalığın başlangıç dönemindeyiz ve sonunu, sonucunu hiçbirimiz kestiremiyoruz. Hayatın artık eskisi gibi olamayacağı konusunda çoğumuz hemfikiriz, ama bizi nasıl bir hayatın beklediği konusunda da pek fikrimiz yok. Ancak, hayat ne zaman normalleşecek diye sormamamız gerektiğini, bizim normal diye adlandırdığımız şeyin aslında normal olmadığını anladık sanırım. Anlamadıysak da anlarız, vaktimiz var daha.

Küçükken yaramazlığın dozunu kaçırdığımda, deyim yerindeyse azdığımda, “Yeter artık, başına bir şey gelecek” derdi annem. Çoğumuzun annesi söylemiştir bu tarz şeyler. Ama aynı anneler, insanoğlu fazla azdığında aynı uyarıyı yapamadı: “Yeter artık! Çok azdınız, başımıza bir gelecek var…”

Çünkü her anne öncelikle kendi çocuğundan sorumludur. Bütün çocukların bir araya gelmesinden oluşan yığının sorumluluğu ise anneleri aşar. Artık o sorumluluğu kimler üstlendiyse, kimler “siz çekilin kenara, dünyayı biz yöneteceğiz” dediyse, insanoğlunun bu denli azgınlaşmasının vebali onların boynunda.

Ancak, şu konuda anlaşmak gerek. Doğanın intikamı falan değil bu salgın. Doğa intikam almaz. Doğanın kendi yasaları vardır ve bu yasalara uymayanlar diskalifiye olur. Sizin çok gelişmiş bir canlı olmanız, ekonomik sistemler oluşturmanız, bir dakika müsaade et, biraz daha kâr etmemiz lazım, şu tüketimi biraz daha körükleyelim, sonra yaparsın yapacağını falan diye yalvarıp yakarmanız doğanın umurunda olmaz. Kusura bakmayın, ama denge sizin dengesizliğiniz üzerine kurulamaz.

Odun da, altın da, taş da, dışkı da, petrol de, elmas da, yaprak da dünyaya aittir ve hepsi bir bütünün parçasıdır. Hiçbiri bir diğerinden daha değerli değildir. Ha, sen birine daha çok değer veriyor olabilirsin. Senin sorunun!

Bu salgın başladığından beridir ev, kapandığımız değil kapaklandığımız bir yer oldu. İlk günlerde, bir türlü okuyamadığımız kitapları okumak, izleyemediğimiz filmleri izlemek için bir fırsat bu diye düşündük, ama bunun geçici bir kapanma değil, büyük bir kapatılma olduğu ihtimali baş gösterdikçe odaklanma sorunları yaşamaya başladık. Hayır, kitaplara, filmlere değil; kendimize, hayatımıza, dünyaya odaklanma sorunu! Sanıyorum bundan sonra, “Her şey sermaye için sevgilim” diyenlerin, sistemin devamı için hayatı “normal”leştirmeye çalışmasıyla, bir virüsün “sizin normaliniz doğanın normali değil” diyerek yapacağı ataklar arasındaki mücadeleyi izleyeceğiz. Kim kazanacak? Yaşayıp göreceğiz.

Şiir de bu arada mevzisine çekilmiş, bekliyor bence. Bugünlerin şiirini yazmak için henüz erken. Geçmişi yargılamak içinse epey geç kalındı. Peki ya gelecek?

Geçenlerde bir şair arkadaşım, “Şiirlerini yeniden okurken bir şey fark ettim, daha kıyamet kopmadan önce sanki kıyamet kopmuş gibi yazmışsın. Bak, sonunda koptu kıyamet” dedi. Başka zaman yapmış olsaydı bu tespiti, sevinirdim belki. Her şairin içinde az çok vardır ya o kendini kandırma hissi, şair bir tür kâhindir, olacakları hisseder yanılgısı… Eğer yaşadığımız gerçekliğin yükü bunca ağır olmasaydı, belki kaptırırdım kendimi bu yanılgının büyüsüne. Hafifçe gülümseyip geçtim. Dün geleceği tahmin etme olasılığımız çok düşüktü, bugün ise neredeyse imkânsız hale geldi. Gelince göreceğiz. Ama göreceğimiz şey, umduğumuz şey olmayacak.

PELİN ÖZER: EMPATİ MÜMKÜNMÜŞ DİYORUM

Eve kapandığımızdan bu yana sık sık düşündüğüm, daha doğrusu düşünmek zorunda kaldığım meselelerden biri de zaman algısının radikal değişimi. Üç ay önce başımıza bunların geleceği bize söylenseydi muhtemelen pek de ciddiye almazdık. Şimdi üç ay öncesi yıllar ötesi gibi uzak geliyor, dolayısıyla bir ay sonrasına, hatta yarına dair de hiçbir fikrim yok. Zaman da kendine dair algısını yitirdi sanki. Zamanın Alzheimer olduğunu hissettiğimizde neye tutunabiliriz? Boşlukta asılı kalmak böyle bir şey olabilir mi? Bilemiyorum, belki. Ve iki aya yaklaşan süreçte hayretle yaşadığım en baskın hallerden biri değişkenlik. Sabaha nasıl uyanacağımı bilmediğim gibi bir an sonra nasıl bir duygunun beni sarıp sarmalayacağından da haberdar değilim. Tabii ki şükrediyorum, ama dünya acı çekerken ve pek çok insan hastalıktan kırılıp dökülürken, birçoğu çaresizken, evine ulaşamazken; ulaşacak bir evi bile olmayanları, göçmenleri, yersiz yurtsuzları, sürgünleri, açlığa mahkûmları, hapistekileri, işsizleri, iş bulma umudu bile taşımayanları ve evinden bile çıkamazken sohbet edecek bir yakını bile olmayanları düşündükçe dünyanın bütün acısı üstüme çöküyor. Manzara böylesine vahimken bolluk içinde sıkılanların sefaletine vakit ayırmamaya karar veriyorum. Ama hemen sonrasında herkesin öyle ya da böyle, bir biçimde çaresizlikte eşitlendiğini duyumsuyorum. Başa çıkamamaktan korktuğum gibi elimden gelebileceklerin cılızlığı da beni isyana sürüklüyor.

İlk günden beri hissettiğim tuhaf bir hal de var ama hakkaniyetli bir virüs bu, diyerek içten içe gülümsüyorum; insanı sarsıp kendine getirdi sanki. Frene basmak zorunda bırakılan bu sistemi tutup da rayından çıkartması yeter. İdrak ve dönüşüm sözleri çınlıyor hep zihnimde. Sanki virüs ne yapacağını çok iyi biliyor; zalimliğine zalim, kimsenin gözünün yaşına bakmıyor ama yakınlık kurabileceğimiz anarşist bir yanı da var. Berraklaşan gökyüzü, yakınlaşan dağlar, adalar, yola çıkmaya artık çekinmeyen, daha canlı ötüşen orman kuşları, adını bile bilmediğimiz canlılar, gürleşen orman, saydamlaşan deniz düşündürüyor bana bunları. Büyükada’da silinen atları düşünüyorum yürürken; onların karantina günlerinde yaşadığı bunaltıya benziyor bugün yaşadığım. Empati hayat bulur mu? Demek mümkünmüş, diyorum. Sesleri, siluetleri, zarafetleri ve kokularıyla hep gözümün önündeler. “Önce atlar gitti.” Hep bu cümle canlanmıştı. Bir süre yürüyüş bile yapamamıştım yokluklarında. Kehanet gibiymiş. İnsan da böyle hatırlanacak mı? Pek sanmıyorum. Kim onu sevgiyle hatırlayacak? Yeryüzünün bize sezdirdiklerini deşifre etmek zorundayız.

Ev işlerine çok vakit gidiyormuş; iyice tecrübe ettim bunu. Üç öğün yemek, alışveriş, üstüne temizlik vb. derken ciddi bir mesai. Ama bir yandan editör ve eğitmen olarak çalışırken yazmaya, okumaya, yürümeye, yogaya, meditasyona, dostlarla sohbete, aileme hak ettikleri vakti ayırmak için elimden geleni yapıyorum. Ve bahçe, toprak hep beni çağırıyor. Elim toprağa değdikçe başkalaşıyor. Sanki büyümeye başladı ellerim. Toprağın şefkatini, tesellisini hücrelerimde duyuyorum. 1 Mayıs’ta, hayatımda ilk defa maydanoz ve biber ektim. Dans da bu dönem bizim için kurtarıcı oldu. Ailece keşfettiğimiz şarkılarla kurtlarımızı döküyoruz resmen. Yeni adetler de edindik; yemek yerken mum yakıyoruz ve tüm sofralara bereket, zor durumda olanlara acil çare, hastalara şifa diliyoruz. Tabii bunca uzun ve yekpare zamanı bir arada geçirmek kolay değil. Hem kendimizden hem birbirimizden öğrenecek ne çok şeyimiz varmış, bunu da idrak ediyoruz. Kapılar açıldıkça çoğalıyor.

Ben hep ışıklı, umutlu tarafta olmayı seçtim; insanın kibrine, tahakkümüne, çokbilmişliğine, bencilliğine, dümdüz gidişine, yakıp yıkışına, kötü hırslarına tanıklık ederken bu soydan olmak hep rahatsız etmişti beni. Şimdi insanın yok oluşunun başladığına dair bir sezgim var ve buna tanık olmak rahatsız etmiyor. Şiirde geniş duyuşlar yakındı bana; dünyanın doğumunu ya da yokluğu yazarken dünya dışıydım. Şimdi dünya kılıfından sıyrılıyor ve benim için şiirin zemini kaydı. Dünya dışı duyuşlar acilen yerini dünyevi sözcüklere ve gündelik hayata bıraktı. Bu nedenle olsa gerek bugünlerde en çok günlüğe ve haiku’ya sığınıyorum. Son yazdığım haikulardan üçünü paylaşabilirim:

Fırtına yalnız—

Kime kafa tutacak

Herkes evdeyken

(08.04.2020, Büyükada)

***

Boş parkta inek

Salıncağı sallıyor

Çocuğa doğru

(04.05.2020, Büyükada)

***

Kömür kokusu

Mor salkıma karıştı

İçim hep titrek

(05.05.2020, Büyükada)

GONCA ÖZMEN: UMUDU DÜRTMENİN FIRSATI BU

Durduk ve dünyaya bakıyoruz. O çılgın hız birden durdu. O obur akış dindi. Mecburen yavaşladık. Durduk. Durmak, bizi biçimleyecek bir olanak. Durmak, bizi güzelleyecek bir şans. Durup dünyaya bakıyorum ben de. Durup dünyayı okuyorum. Bir anlamlandırma, yorumlama, çözümleme çabası. Bir çekilme. İçe, dibe. Bir soluklanma, ara verme, bir sorgulama hali. Her türlü oluşa bir daha bakma. Dünyayı bir başka gözle, bir başka türde, başka türlü kurma/yazma/yaşama düşü, dünyayı yeniden kurgulama arzusu uyanıyor içimde. Bir okuma öneriyor bize çünkü şimdiki durum. Bir çoğul okuma. Bir yeniden okuma. Yeniden yazma fırsatı da ancak buradan doğar. Umudu dürtmenin fırsatı bu.

Zaten bir büyük toplama kampı değil miydi dünya? Öncesinde özgür müydük de? Sistem ne ölçüde izin veriyordu ki özgürlüğe? Sistemin bizim için çattığı kafeslerin dışına çıkabiliyor muyduk ki? Maruz kaldığımız onca tutsaklık, kuşatılmışlık ve koşullandırmanın içinde hangi özgürlükten söz ediyorduk da onu yitirmiş gibi yapıyoruz şimdi? Salgın, kimileri için hiç merak etmediği bazı uzakları yakın etti. Dünya küçüldü. Anneannemle Brezilya’daki kabilelerin durumunu konuşuyoruz. Kimilerinin kör ve sağır olduğu bazı gerçeklikler, iyiden görünür oldu. Salgın, insanlığı eşitlemedi. Kapitalizmin ezdiğini, bir daha ezdi. Kapitalizmin öldürdüğünü, bir daha öldürdü. ‘Erk’in ötelediğini bir kere daha öteledi. Çoğu sektörün zaten ezici, yıldırıcı olan çalışma şartlarını iyiden acımasızlaştırdı. Performans sistemi, güvencesiz ya da primle çalışma, uzatılan mesai saatleri, cinsiyetçi yaklaşım ve uygulamalar, ücretsiz izin, mobbing, istismar... İktidar mekanizmalarının ırkçı, etnik, ulusalcı, cinsiyetçi yapısı ve ikili karşıtlıklara dayalı sınıflandırıcı, baskıcı, yıkıcı ataerkil dizge; dünyadaki erk savaşlarının acınası durumunu bir kez daha açık etti. Yoksulu daha yoksul, mülteciyi daha mülteci, evsizi daha evsiz kıldı. Ayrıcalıklı kesim daha da ayrıcalıklı oldu. Çürüme bu. En temel değerlerden yoksunluk – ürkütücü bir hızla gelen ve yerleşen değerler yitimi. Bir tüketme ve tükenme hali.

Evlerde kalanlar var, evet, evlerdeyiz ama evler çokça yaralı. Çokça çürük. Şiddet dolu çoğu ev. İrin dolu. Sevgisizlik ve şiddet dolu, taciz tecavüz dolu. Cinnet dolu. Ailesinden ölesiye şiddet görenler, evinden ölesiye nefret edenler var. Böylesi evlerle kurulan toplumlar da çokça yaralı, güdük, çürük. Dünya çokça yaralı. Evler hastalıklı. Toplumlar hastalıklı. Dünya hastalıklı. Çünkü insan hastalıklı. Çünkü insan eksik. O yüzden sanat var zaten.

O yüzden ben de birçok sanal olanağın sunulduğu şimdilerde seçerek, (Biricik eylemdir seçmek, seçebilmek, ayıklamak!) sanata sığındım. Zamanın sadece tükettiğimiz bir şey olduğunu aklımda tutarak zamanımı kullanma pratikleri hakkında düşünüyorum. Bir uğraşı olması da insanı ayakta tutuyor. Üreten, yazan insan zaten kendi karantinasını uyguluyor(du) kendine. Bile isteye seçtiğim okuma, yazma uğraşım, dünyayı sözcüklerle anlama, dünyayı sözcüklerle kurma çabam beni zaten bir masanın başına mıhlıyor(du).

Yapayalnızız orada. Şimdi de onun gereklerini yapıyorum. Çokça okuyorum. Ne kadar okursam önümde daha geniş bir okunacaklar denizi açılıyor. Az da olsa yazıyorum. Çetin bir şairden şiirler çeviriyorum – epey zorlayıcı. Bir güzel sürpriz olacak şiir okurları için. Zihin alıştırmaları, çıkmalar, notlar, şiir uçları, dizeler… İyi ki kendisiyle zaman geçiremeyen biri olmadım hiç! Kendi kuytularında dolaşmaya, içini deşmeye, aklını kurcalamaya, kendiyle yüzleşmeye cüret eden biriyim. Kendi ücrasında olmaya katlanamıyor yazık ki çoğu insan. Ölümlü olduğunu öyle inatla unutmuş, öyle ötelemiş ki çoğu! Onunla toslayınca epey sarsıldı çok insan.

Yorulunca bahçeye çıkıp baharın kendiliğindenliğini, devinimini, dinginliğini izliyorum. Derinleşmeye ve yoğunlaşmaya izin veren doğaya bakıyorum. Doğanın dinginliğinde her zaman daha verimli oluyorum. Kuşkusuz uzun uzun yürümeyi çok özledim. Ders vermeye de devam ediyorum. Okul, eve girdi. Toplantılar, eve girdi. Söyleşiler, okumalar, etkinlikler eve girdi. Kamusal alan doğrudan evlerin içine girdi. Bunun sonucunda bazılarında gittikçe daha da patetikleşen teşhir eğilimini üzülerek izliyorum. Kolektif sanal etkileşim korkutucu boyutta arttı. Burayı iyi kurcalamak gerek bence.

Geleceğe dair bir kehanette bulunacak kadar cahil değilim. Kara bir yerden bakıyorum. Yarın, öngörülemiyor. Bir bilinmez yarın. Virüsten önce de böyleydi. Şimdi her şey daha da bulanık. Yine de iyidir loşluk! İyidir bilinmezlik!

Etiketler şiir şair salgın