Yazardan üvey yazara: İnkâr, ihlal, ihtimal

Sahte, Mehmet Erte’nin kafasındaki meseleleri roman biçimine dönüştürdüğü bir metin. Roman olduğunu inkâr, tür kurallarını ihlal ettikçe üretilen farklı üslup ve ihtimallerle romana dönüşen bir metin. Bilinç akışının sınırsız genişliği ve derinliğinde ipleri elinden bırakmayan öz yazarın üvey yazara dikte ettiği bir bellek dökümü. Sorular, sorunlar, kavramlar, hedefler, kaygılarla halka halka açılıp kapanan, bir çember içinde devinen ‘oluş hali’nin yazarın zihnindeki imge örüntüleri…

Google Haberlere Abone ol

Hande Balkız

“‘Ben yazarım, ben yazarım’ diye söylenirdi arada. ‘Çünkü yazıyorum.’”

Tutunamayanlar, Oğuz Atay

Gilles Deleuze’e göre edebiyat ortak bir deneyim veya dünya görüşünün temsil/ ifade edilmesine dayanmaz. Edebiyat; deneyimi sarsmalı, bozmalı, un ufak etmeli ve kışkırtmalıdır.(1) “Siz şiir yazın/ ben kavgaya adam çağırıyorum.”(2) diyen Mehmet Erte’nin de bu bağlamda deneyimleri sarstığı, dağıttığı ve kışkırttığı söylenebilir. Suyu Bulandıran Şey (şiir, 2003), Bakışın Kirlettiği Ayna (öykü, 2008), Alçalma (şiir, 2010), Sahte (roman, 2012) ve Arzuda Bir Sapma (öykü, 2015) adlı eserlerinde de görüleceği üzere farklı estetik düzlemlerde yazan Mehmet Erte’nin tüm metinleri inkâr, ihlal ve ihtimal zemininde biçimlenir. Benliğin, kimliğin, kurgunun, etik veya estetik sınırların sarsıldığı bu metinlerde değişen odaklar okuru farklı kör noktalara çağırır.

Tür özelliklerine göre farklı basınçlarla ivme kazanan metinlerde merkezsizlik/değişen odaklar dikkat çeker. Tedirginlik, huzursuzluk, melankoli; ontolojik kaygılar ve insan oluşa yüklenen anlamlar çerçevesinde dağılır, genişler, farklı ihtimaller üretir. Birbirine zıt uçların aynı anda hem doğrulandığı hem yalanlandığı metinler sıkışmayı ve açılmayı aynı ana toplayarak gerilimi sağlar.

BAKIŞ VE ÖTEKİ

İndirgemeci bir yaklaşımla yazarın tüm metinlerinin çekirdeğinde ‘izleme/ izlenme’ eylemlerinin (evet, Erte için ‘izlenmek’ de –kişi eğer izlendiğinin farkındaysa– edilgen değil etken bir eylemdir, izleyen özne ise gittikçe edilgenleşir), ‘bakış ve öteki’nin yer aldığı söylenebilir. Özellikle öykülerinde öznesi ve nesnesi yer değiştiren bakışın yarattığı gerilim erkek anlatıcı karakter aracılığıyla verilir. Bakışın Kirlettiği Ayna’da yer alan “Bakış ve Beden ya da Anlam Bulutlarının Ardına Gizlenen Güneş”, “Güneş Gözlüğü” ve “Tasma” adlı öykülerde Erte, bakışların, izleme ve izlenme durumunun ‘ben’de yarattığı karmaşayı derinleştirir. Öteki’nin gözlerine yakalanma anının kişide uyandırdığı duyguların ‘poz zırhı’nı kimi zaman incelttiği kimi zaman daha da kalınlaştırdığı görülür.(3)

Suyu Bulandıran Şey - Alçalma, Mehmet Erte, 144 syf., Zoom Kitap, 2016.

Farklı farklı bağlamlara açılsa da Sahte romanının da temel hareket noktası yazar ve ötekiler (okur, yayıncı, editör, çevirmen, gelenek, diğer yazarlar, vb.) arasındaki ‘izleme/izlenme’ ilişkisidir. Sahte’de izleme ve izlenme deneyimi yazınsal düzlemde biçimlenir. “İzlediğimiz beden tarafından izleniriz. Böylece (bu temasla) sahnedeki yaşantıya (yakalanırız) dahil ediliriz”(4) Kültürel genlerin, edebî geleneğin ‘izleyen/ izlenen’ konumuna geçtiği romanda, bölünmüş anlatıcılar/bölünmüş ben’ler arasında da bu ilişkinin gerilimi sezilir. Şiirler, öyküler ve romanda farklı bağlamlar içinde yinelenen ‘izleme/izlenme’ ilişkisi özgün biçimlere bürünür. “Yineleme aynı şeyin tekrar tekrar yeniden-vuku bulması değildir basitçe; bir şeyi yinelemek tekrar başlamaktır, yenile(n)mek, sorgulamak ve aynı kalmayı reddetmektir.”(5) Bu anlamda Mehmet Erte’nin de soru ve sorunlar üreterek yineledikçe yenilediği, aynı kalmayı reddettiği söylenebilir.

Sahte, Mehmet Erte’nin kafasındaki meseleleri roman biçimine dönüştürdüğü bir metin. Roman olduğunu inkâr, tür kurallarını ihlal ettikçe üretilen farklı üslup ve ihtimallerle romana dönüşen bir metin. Bilinç akışının sınırsız genişliği ve derinliğinde ipleri elinden bırakmayan öz yazarın üvey yazara dikte ettiği bir bellek dökümü. Sorular, sorunlar, kavramlar, hedefler, kaygılarla halka halka açılıp kapanan, bir çember içinde devinen ‘oluş hali’nin yazarın zihnindeki imge örüntüleri…

İNKÂR

Jale Parla, Don Kişot’tan Bugüne Roman(6) ve Don Kişot-Yorum, Bağlam Kuram(7) adlı çalışmalarında Miguel de Cervantes de Saavedra’nın Avrupa romanının başlangıcı sayılan ünlü eserini metin, bağlam ve teori olmak üzere geniş bir perspektifte inceler. Romandaki teknikleri, yazar otoritesinin rolünü, yazar ve anlatıcılar arasındaki karmaşık oyunu, gerçeklik yanılsamalarını ve okur-yazar kontratını irdeleyen Jale Parla’nın bulgu ve yorumları Sahte’yi incelerken de kullanılabilir.

Yirmi beş bölümden oluşan Sahte’nin “İnsanın Bir roman Kahramanı Olarak Huzursuzluğu” başlığını taşıyan ilk bölümü “Şu geceler eskiden çok işime yarardı. Beni bir insan yapan gecelerimi yitirdim” (s. 9) cümleleriyle açılır. ‘Ben’in gerçeklik düzlemindeki olasılık ve sınırlarının dile getirildiği ilk paragraf “Ardından bir roman kahramanı oldum ve işler değişti” (s.9) cümlesiyle anlatı düzlemine çekilir ve ilk bölüm metnin kurgu evrenini inşa eden yazar-anlatıcı-kahraman-okur arketipi zemininde yükselmeye başlar. Okur, yazar-kahraman-anlatıcı üçgeninde kuralların ve konumların sürekli değişeceği bir oyuna dâhil edilir. İlk bölümde görülen yazar-kahraman-anlatıcı seslerinin birbirine karışması, kimliklerin parçalanması ikinci bölümde ben-sen tartışmasıyla ilerler.

“Biz neredeyiz? Sana ait sözcüklerin arasında. Ama bu sözcüklerin içinde yaşayan sensin. Bak seninle anlaşalım, yola böyle devam edemeyiz. Peki. Ya sen konuşacaksın ya ben. Ama bir dakika; sen konuşursan beni anlatacaksın, ben de kendimden başkasını anlatamam. Her halükârda rezil olacak kişi benim. Rezil olacak kim; sen mi, ben mi? Ben. Ben. Sen. Sen. Neyse, sus! Aradan çekil! Peki kim konuşacak şimdi? Benim adıma konuşma! Sen kimsin? Soruna cevap bulmak güç; kendim değilim, beni anlatacak sözcükler yok, gereğinden fazla konuşmak ve saçmalamak zorundayım. Aslına bakarsan senden farklı durumda değilim. Bir roman kahramanı olarak ben ya da bir roman kahramanının ‘ben’i; ikisi de aynı yola çıkıyor. Aynı yolda gidiyoruz. Biz bir aradayız.” (s.12-13)

Roman kahramanının/anlatıcının/yazarın iki varoluş biçimi ‘biz’ çatısı altında sen-ben tartışmasına sürüklenir. Bir kırılmaya, bölünmeye işaret eden tartışma bölüm boyunca devam eder. Bölünen, çoğalan ben’lerin parçalı yapısındaki hâkimiyet dördüncü bölümde değişecektir.

“Cervantes, Don Quijote’ye yazdığı önsözde, okura şöyle hitapla başlar: ‘Aylak okur: Bu kitabı, zihnin, düşünülebilecek en güzel, en zarif, en akıllıca ürünü olmasını isterdim; buna yeminsiz inanabilirsin.”(8) Kitabın ilk cümlelerinde okuru bir sözleşmeye, anlaşmaya çağıran Cervantes gibi Mehmet Erte de ilk bölümde “Kozadan kelebek çıkmasını bekleyenler, kelebeğe bakıp da tırtılı düşünenler –az geri durun, öyle bir dönüşümden bahsetmiyorum. Biz bir aradayız. Birimiz diğerinin olmadığı bir kişi değil. İkimiz de diğeri olmak için kendimizi yok etmiyoruz” (s.10) veya ikinci bölümde “Kimin kim olduğu, kimin nasıl olduğu pek belli değil, ikimize de güvenmeyin” (s.13) gibi cümlelerle okur-yazar sözleşmesini kurgular. İlk bölümden itibaren telkinleriyle okuru yönlendiren, kafasını karıştıran anlatıcılar okurda bir özgürlük yanılması yaratır. Bu özgürlük yanılsamasının tekinsiz gücüyle okur da metnin içine hapsedilir, metinselleştirilir.

Cervantes ünlü eserinin önsözünde okura seslenirken, “Ama Quijote’nin babası gibi görünsem de, üvey babası olan ben (…)” ifadesini kullanır. Metnin babası, yazarı olmadığını, üvey babası, üvey yazarı olduğunu belirtir. Zira anlatının tek bir anlatıcısı yoktur. Metin ilerledikçe birbirleriyle tartışan, birbirinin söylediklerini yalanlayan birçok anlatıcı çıkar ortaya. “Asıl yazar geride durup tıpkı bir ‘üvey yazar’ gibi bu kitabı okurlarına teslim eder. Onların, çeşitli anlatıcılar arasından sıyrılarak doğru yorumu yapacaklarına emindir.”(9) Zaman zaman gölge anlatıcı olarak ortaya çıkıp okura çeşitli bilgiler veren asıl/öz/gerçek yazar gibi Mehmet Erte de yazar/anlatıcı/kahraman kaosunu öz yazar/ düzmece yazar ayrımıyla ifade eder.

“Karımın (düzmece yazarın değil öz yazarınızın karısının) romanımı hangi açılardan eleştirdiğini merak ettiğinize emin değilim gerçi ama madem başlıkta böyle bir vaatte bulundum, bunları anlatmak zorundayım.” (s.121)

“Bu kitabın dışındaki ‘ben’den yani. Vazgeçtim. Çünkü ikide bir ‘dışarı’ çıkarak bir kitap yazmak kolay değil. Diğer yandan şimdi açık bir şekilde görüyorum ki bu kitap bu kitabın içinde değil. Ben içerideki yazarsam dışarıda bu romanı kaleme alan bir başka yazar daha olmalı, beni kendi kalemi olarak kullanan bir yazar… Ama öz yazar ve düzmece yazarın aynı olduğu düşünülürse bu kitabın içi dışı bir denilebilir. Görüyorsunuz işte; kendimle çelişmeden yazmayı bir türlü beceremiyorum.” (s.133 -134)

Kitabın dışındaki asıl yazar kimliğiyle metnin dışına çıkmanın zorluklarından bahseden Mehmet Erte, kitap boyunca sürdürdüğü inkâr, ihlal ve ihtimal tavrını yineler. Dördüncü bölümde ortaya çıkan üçüncü anlatıcı “Günce”nin başladığı on yedinci bölüme kadar egemenliğini hissettirir. Kendi içinde 56 parçadan oluşan “Günce”de anlatıcının gençliği, şair-yazar çevresi, evliliği, edebî düşünceleri, yazılmakta olan metne dair parçalar aktarılır. “Günce”de anlatıcılardan biri olarak adı verilen Ömer Kumsal ile metnin içindeki Mehmet Erte’nin karışıp kaynaştığı döngüsellik kurulur.

“İki roman kahramanı: Yazar ve okur? İki yazar: Roman kahramanı ve okur?

–Mehmet Erte beni yazıyor, ben de bu romanı.

–Hayır Ömer Kumsal, beni yazan sensin. Ve ben yazıldığım ‘şey’i okuyabildiğim mesafeyi korumak istiyorum.” (s.90)

Postmodern anlatılarda yazar, roman kişilerinin kurgu gerçeklikleriyle oynar. Yazar-anlatıcının kurduğu tekinsiz düzlemde okur metinselleşirken roman kişilerinin kurgusal varlıkları da sınırlarda dolaşır.

Arzuda Bir Sapma, Mehmet Erte, 108 syf., Yapı Kredi Yayınları, 2015

İHLAL

Her edebî metin –bir veya birden fazla tür özelliği göstererek– geleneğin içine doğar. Kimi metinler gelenekle uzlaşırken kimi metinler çatışır, geleneğe başkaldırır. Farklılığı, yeniliği, karmaşası ve iddialarıyla sınırları zorlayan Sahte, tür konusunun muğlak bırakılmasıyla okuru kaygan bir zeminde tutarken roman türünün kurallarını belirleyen edebî babalara da başkaldırır. Geleneğin erk’i elinde tutan hegemonyasına bir karşı çıkış kabul edilebilecek olan Sahte’deki direniş babanın yasasına direnişi işaret eder. Sahte bir roman mıdır değil midir? Kitap içinde yer yer roman sözcüğünün kullanıldığı görülse de kitabın sonunda yer alan “Elinizdeki kitap burada bitiyor, ama roman değil” (s.138) cümlesi ve ‘Birinci Cildin Sonu’ ifadesi Mehmet Erte’nin tür konusunu bulanık bıraktığını göstermektedir.

Sahte; roman yazma sürecinin –iç ve dış dünya dâhil edilerek– anlatıldığı, oluşum aşamasında, devam eden bir metin. “Bir romancı, daha romanına başladığı anda roman türünü değiştiriyor demektir. Todorov tür mutasyonlarının tümüyle edebî yasalar içinde gerçekleştiğini düşünür.”(10) Metnin türü konusunu muğlak bırakan Erte’nin yazar-anlatıcı-kahraman karmaşası, kurgudaki sapmalar ve kırılmalarla oyun kurallarını sürekli değiştirdiği görülür. Bu bağlamda gelenekle, metinlerin kimlikleri ve varoluş biçimleriyle bir mücadeleye giriştiği söylenebilir. Sanat, deneyimin düzenli akışını bozarak tekilliklere böler.(11) “Sanatın da anlamları ve mesajları olabilir elbette, ama sanatı sanat yapan, içeriği değil duygusudur, içeriği üretmesini sağlayan duygusal güç ve üsluptur.”(12) Sahte’de öne çıkan yazma isteği ve üslupsuzluktur. Yazma deneyiminin süreçlerinin aktarıldığı metin ‘oluş hali’ni, tamamlanmamışlığı, bitmememişliği ifade eder.

Geleneksel-gerçekçi romandaki öykülemeye yönelik yansıtmacı (mimetik) anlayış modernist estetikte biçimin önemine evrilir. Aristoteles’ten bu yana devam eden estetik eğilimlerin modernizmle geçirdiği değişim ise 20. yüzyılın ikinci yarısında postmodernist metinlere ulaşır. Üstkurmacanın egemenliğindeki bu yeni metinlerde artık roman kurmak esastır. Yazar okuruna metni nasıl kurduğunu, nasıl yazdığını aktarır. Anlatıların meselesi nasıl yazıldığına dönüşür. Mehmet Erte de üstkurmaca düzleminde nasıl yazamadığını, metnin ‘oluş hali’nin kendi içindeki dinamizminde nasıl sabitlendiğini anlatır. Bu hem geleneksel-gerçekçi hem de modernist eğilimlerin tür kurallarının ihlalidir. Yazma fikri, istenen metni yazamama hali ve yazar, anlatıcı kahramanın metinselleşmesi, gerçeklikle kurmaca gerçekliğin eşzamanlı ilerleyişi çoklu üslupla sağlanan genişlemeyi göstermektedir.

“Üslupsuzluğa varmaya çalışıyorum, umarım çabam dikkatinizi çekmiştir, başaramayacağımı bilsem de bu kitap bir üslup taşısın istemiyorum. Fakat tek bir üsluba bağlı kalmamaktan, birçok üslup arasında gezinmekten başka bir şey elimden gelmeyecek sanırım.” (s.23)

Türün sınırları içindeki huzursuzluğunu, özgün deneyime dönüştüren Mehmet Erte’nin üslubu, verili üslup kurallarını yıkmaktır. Birden fazla üslup kullanarak içerik üretir ve okuru alışılmış okuma biçimlerinin dışına çıkartır. Mimesis’e farklı bir açıdan bakarak, “insanı hak etmediği yerden indirmek, alçaltmak için yazıyorum.” (s.31) der. Sanatta, felsefede, dinlerde yüceltilen insanı alçaltmak, onun yok sayılan kötücüllüğünün altını çizmek içerikteki kırılmanın göstergesidir.

ROMAN OLMAK

Yeraltından Notlar’da (13) kahraman anlaşılmayı istemediğinden, toplumla uzlaşmanın gerekmediğinden bahseder ancak roman, günlük biçiminde yazılmıştır. Kahraman, toplumun davranışlarını, değer yargılarını küçümser, topluma dâhil olmak istemez ama kaçtığı her şeyin içine de ısrarla girmeye çalışır. Sahte’de de olay, zaman, kahraman, anlatıcı ve üslup konusunda bir paradoks kurulur. Roman mantığını bozdukça, gelenekten kaçmaya çalıştıkça ulaşılmak istenen hedef roman olmaktır. Kitap bitse de roman devam edecektir. Zira yazmak belli ölçüde ortak kültüre, geleneğe dâhil olmayı gerektirir. Yazar bunu gözden kaçırmaz. Tutarsızlığın içinde tutarlılık, üslupsuzluğun içinde çoklu üslup yaratır. Anlatıcı “Şüphesiz ‘boş’ yazıyorum. Boş derken bu sayfaların bir kenara atılacak değersiz şeyler olduğunu değil, onlara içini doldurabileceğiniz bir kap olarak bakabileceğinizi söylüyorum” (s.23) derken paradoksu yineler. Yazar ‘izleme/izlenme’ ilişkisinde okura karşı tetiktedir.

Gelenekle mücadele kitabın/romanın bir türlü başlayamamasıyla inşa edilir. Başlama sancısı, yazarın/bireyin ontolojik kaygılarının simgesel düzeydeki yansıması kabul edilebilir. Tıpkı herhangi bir bireyin ontolojik kaygıları ve kendini gerçekleştirme eğilimi gibi Sahte’de de metin düzleminde ontoloijk kaygılar ve kendini gerçekleştirme eğilimi gözlenir. ‘Yazar Bir Kahraman Olarak Doğmadan Önce Yöntemini Açıklıyor’ başlıklı altıncı bölümde anlatıcı yazmaya başladığı günleri aktarır.

Sahte, Mehmet Erte, 140 syf., Yapı Kredi Yayınları, 2012.

“On altı yaşındayken, ilk yazma denemelerimi benden büyük birine göstermiştim. ‘Osur osur ipe diz bunları,’ demişti bana. Bunu söylerken yüzünde hiçbir ifade bulunmaması ve ardından rahatlıkla başka bir konuya geçmesi, hatta havadan sudan konuşması bu söze gereğinden daha derin bir anlam yüklememe neden oldu. Bugün onun yaşındayım. Yazdıklarını gösterecek kadar kimsenin bana güveneceğini, eleştirimi önemseyeceğini sanmam ama böyle biri çıkarsa ona asla ‘Osur osur ipe diz bunları,’ demem. Çünkü o gün benim yaptığım gibi bu sözü ciddiye alıp osurduklarını ipe dizerek yazmaya başlayabilir. Hayır, bunun kötü bir şey olduğunu söylemiyorum; aksine böyle yazan kişilerin artmasının edebiyat ortamımız için büyük bir kazanç olacağı kanısındayım.” ( s.22)

Yazmaya başlama evresinin ifade edildiği satırlar başlamanın, doğmanın sıkıntısını içerir. Başla(yama)manın, doğ(ama)manın sancısı Sahte’nin bütününe işlemiş bir huzursuzluk halini ifade eder. Mehmet Erte’nin birçok öyküsünde de temel izlek olarak kullanılan başlama sancısı/korkusu hem fikir hem eylem/metin/beden düzleminde görülür.

“‘Başlamış olmak’ korkunç. ‘Bir şey’le birlikte ‘her şey’in başlaması ve sizi emri altına alarak oradan oraya koşturması. (…) Hizmetine girdiğiniz töreler, fizik kanunları, başkaları tarafından anlaşılmayı ve beğenilmeyi uman benliğinizden gelen dayatmalar, metninizi bir kalıba girmeye zorlayan kurallar bütünü, yani bir şeye başladığınız anda yaratıcı gücünüzün karşısına dikilen engeller sizi bir sona götürür, endişelenmeyin.” (s.135)

Başlamış olmanın korkunçluğunun dile getirildiği cümleler anlatıcının/yazarın izlenme/görülme, yargılanma, geleneğe/türe dâhil olma kaygılarını göstermektedir. Başlamış olmak eleştirilerle, kabullerle, kurallarla mücadeleyi gerektirdiği için anlatıcı iç sesiyle kendisini yatıştırmaya çalışır. Doğumun, ortaya çıkmanın sancısıdır bu. Yazarın metni dış dünyaya çıkarma konusundaki kaygıları babanın yasasına dâhil olma kaygılarıyla ilişkilendirilebilir. Metnin yazardan kopması simgesel düzeyde çocuğun annesinden kopması olarak okunabilir. “Kristeva’ya göre bu başlangıç ânı, bedenin önce anneden, sonra da nesnelerden ayrılarak, bir özne olarak ortaya çıkmaya başlamasındaki korku ve zorunluluk ânıdır.”(14) Metnin geleneğin düzenine girmekte yaşadığı tedirginlik gibi kahraman da babanın dünyasına girmekten, babaya benzemekten hoşlanmaz.

“Erkeklerin çevikliği, gülümsemeleri, ellerini ceplerine sokuşları bunaltmasın bizi? Ah, insanı sadece gençken bulan o çarpıntıların ardından kapıları çarpmak, çekip gitmek ne tatlıdır! Nereye gidersem gideyim, bacak bacak üstüne atarken hâlâ babama benzemek tiksindirir beni…” (s.15-16)

Metnin oluş aşaması anne karnındaki bebeğin durumunu andırır. Kitabın tamamlanamaması, aidiyet alanından kopmama istemiyle açıklanabilir. Babanın yasasını sembolize eden dış dünyadan, gelenektense anne karnının/yazarın zihninin güvenli sınırları… Yazarın metnin dışıyla iletişime geçmesi –yayıncı, editör, çevirmen…– annenin çocuk üzerindeki narsistik egemenliğini de çağrıştırır. Yazar koruyucu anne imgesiyle metnini korumaya alır.

Bilinç akışının egemenliğinde, yazarın zihninde oluşan metinde gerçek yazar, kurmaca yazar arasındaki karmaşık ilişkinin de romanın sınırlarını genişlettiği söylenebilir. Yazar, üvey yazar/anlatıcı, kahraman ve birçok yapısal unsurlarıyla kabından taşan roman Mehmet Erte’nin “Olmamak” adlı şiirini çağrıştırır:

“…

Madem taşamıyorum kabımdan, devrilip döküleyim

Dökülsün dudaklarımdan

Dökülsün rüzgârın bütün limanlarında yaktığı ağıt

Madem demir alamıyorum, dalgalar söküp alsın beni

Düşünmek istemiyorum artık ötesini

Yelkenim yırtılır, bordam dağılır diye korkmuyorum”(15)

Mehmet Erte yazamamayı, bir roman kuramamayı anlatarak oluşturduğu Sahte’de roman türünün estetik sınırlarını ihlal etmekten –yukarıdaki şiirin son dizesinde de belirttiği gibi– korkmadığını göstermektedir.

İHTİMAL

Bakışın Kirlettiği Ayna, Mehmet Erte, 128 syf., Yapı Kredi Yayınları, 2015.

Bu yazının başında Mehmet Erte’nin metinlerini inkâr, ihlal ve ihtimal ekseninde biçimlendirdiği belirtilmişti. Geleneksel-gerçekçi ve modernist romandan farklılaşmayı içeren bu bakış açısı metnin ontolojik yapısını etkiler. Mehmet Erte rotasını kurmacanın kurmacasına çevirir; Sahte’nin kendi iç gerçekliğinde bu durum kurmacanın kurulamayışının anlatılmasına evrilir. Roman boyunca sürdürülen anlatıcı-kahraman-yazar karmaşası, metnin oluş halindeki devingenliği, tür konusundaki belirsizliği, geleneğe başkaldırısı metnin adı/kimliği konusunda da gözlenir. Romanda İrin, Delik ve Sahte olmak üzere üç ad/kimlik tasarlanır. Romanın farklı adlara yakınlığı, değişen odaklara işaret eder. Adların art alanları okuma ve yorumlama biçimini de etkileyecektir. Osman Kahraman(16) Sahte hakkındaki yazısında romanın iç dinamiklerinden birinin roman yazma istenci olduğunu belirtir ve bunu gençlik arzusu, üstkurmaca arzusu ve yeniden doğma arzusu olmak üzere üç başlıkta değerlendirir. Romanın isimlerini de bu üç arzuyla eşleştiren Osman Kahraman’a göre gençlik arzusu İrin, üstkurmaca arzusu Sahte, yeniden doğma arzusu ise Delik ile ilişkilendirilir.

Bu üç isim roman yazma isteğinin yanı sıra romanın oluşum halindeki dinamizminin salınımlarını ve Mehmet Erte’nin kafasındaki meselelerin odak noktalarını içerir. Odak değiştikçe gidilen yön ve yürünen yoldaki deneyimler farklılaşır. Karşımıza ilk çıkan isim İrin’dir. Romanın ilk sayfalarında anlatıcı bir gençlik romanı yazmak istediğini belirtir ve gençlik sözcüğünün arka planına ‘sivilce’yi yerleştirir.

“Romanımın adını ‘İrin’ koymayı düşünüyorum. (Yakışır. Mademki gençliğe, sivilcelerin çağına gidiyoruz…) Bir sivilceyi patlatıp içindeki irini çıkarmanın zevki…” (s.61)

Anlatıcı gençliğe, ergenliğe dair çıkarımlarını, varsayımlarını sivilce sembolü üzerinden aktarır:

“İnsanın ‘öz’ü bir sivilcenin içinden çıkan irin gibi bir şey mi yoksa? Elinizdeki kitaba başka bir ad versem bile –ki mümkün– bu sorunun halesinden uzaklaşmamakta kararlıyım. ‘Gençler neden sivilcelerini sıkarlar?’ sorusuna da felsefi bir cevap vermeyi düşünüyorum. Şimdilik yetersiz bulduğum fikrim şu: ‘Genç’ kendi özüne dışarı açılarak varmaya çalışır. Ya da: kavranabilecek bir özü bulunmayan ‘genç’ bu boşluğu çevresinden topladıklarıyla doldurmayı dener fakat bünyesinde biriktirdiklerinin niteliği konusunda bir bilinç geliştirebilmek için onları dışarı çıkarmak zorundadır.” (s.61-62)

Ergenlikteki varoluş sancıları, haz ve kaygının/korkunun iç içe geçmesi metnin olma/başlama hamleleriyle ilişkilendirilebilir. Zira ‘oluş hali’nin her yöne evrilebilme özgürlüğü, gençliğin, düşünsel ve duygusal sorunlarla erginlenmeye geçişin karmaşık yapısı roman yazma sürecinin karmaşasıyla örtüşür. İlk cinsel deneyimlerin ve aşkın yaşandığı sürecin bulanık suları genç birey için hazzın ve korkuların bir arada yaşandığı bir dönemdir. Bir yazar için de yazmaya başlama, yazdığı metni ortaya çıkarma, izlenmeyi göze alma haz ve korkunun eşzamanlılığı olarak düşünülebilir.

“Gençlik deyip de bir platonik aşk hikâyesine yer vermemek olmaz. Cinsellikten korkan aşk, aşktan korkan cinsellik… Tabii bu arada bütün büyük romanların diğer konularına da (‘insan nasıl kendisi olur’, ‘ruh ve beden çatışması/ayrılığı-birliği’, ‘evrensel uyum-uyumsuzluk’, ‘inanç ve arzu ikilemi arasındaki bireyin çelişkisi’, ‘geçip giden zaman ile bellekteki zamanın sürtüşmesi’, ‘tarih’e katılma çabasındaki insanın huzursuzluğu’, ‘kader’, ‘ölümsüzlük’ vb.) el atacağım; aksi takdirde ne aşk ne de cinsellikle başaçıkılabilir. –Yazarınız masaya elbette önemli bir şeyler yazmak için oturacak.” (s.61)

Romanın ilk sayfalarında gençlikten, gençlik hakkında bir roman yazmaktan bahseden anlatıcı romanın sonuna geldiğinde hâlâ yazmadığını ama ileriye doğru koştuğunu belirtir. Bu ‘oluş hali’nin birbirine eklemlenerek süreklilik kazandığını göstermektedir.

“Kendimi temize çekmeye çalıştım: ‘Gençliğe varabilirsem yapmak istediğim çok şey var, henüz erken.’ ‘Kitap devam edecek o halde?’ ‘Tabii ki. İleriye koşacağımı söyledim sana.’” (s.133)

DELİK

İlk defa “Günce” bölümünde geçen Delik adı da yazar ve yazma hali ile ilişkilendirilebilir. Yazmanın tıpkı doğum süreci gibi önceye ve sonraya uzanan çift uçlu yapısı Delik ile sembolize edilir.

“… beş gündür bu bölüm aracılığıyla maceralara nasıl geçiş yapılabileceğini düşünüyor. ‘Nasıl geçebileceğini düşünüyor,’ demiyorum, çünkü anlatmak istediği bir macera yok fakat dans edebilmek için bir ‘geçiş’ alanına ihtiyacı var, bulduğu şeyi yadsıyacak. Ya ben n’apıyorum? Delik’in içine bir türlü giremeyince bu deftere döndüm. Elimden geldiğince ‘dünyanın en kalın romanı’ meselesine açıklık getirerek ona yardım etmek istiyorum:” (s.94-95)

Yazar, yaratma /üretme /oluşturma imgelemini Delik sözcüğünün çağrışımları ile kurar. Bir eşik halini belirten delik bir durumdan diğerine geçiştir. Anlatıcı inkâr, ihlal ve ihtimal zemininde kurguyu oluşturacak maceraları bulamaz, olduğu durumu yadsıyabilmek ve gerekli yaratıcı tınıya ulaşmak için “Günce”ye yönelir. Günce, metnin içindeki kaçış alanıdır. ‘Oluş hali’ne eklenen bu halkada anlatıcı kendi hayatından parçalara yer verir. Ömer Kumsal’ın, öz ve üvey yazarın karmaşıklığında ilerleyen “Günce”de anlatıcı kitap dışına (yüzeyine) taşarak arka kapak yazısı tasarlar. Farklı ihtimaller ve üsluplar arasında dolaşılan “Günce” bölümü metnin bedenindeki delik gibi bir tünel, farklı bir koridor oluşturur.

Osman Kahraman’ın üstkurmaca arzusu ile ilişkilendirdiği Sahte (kitabın nihai adı) ise diğer adların içeriklerini kapsayarak metnin hem kurgu düzlemini hem de dış dünyadaki gerçeklik düzlemini içine alan bir çember biçimindedir. Anlatıyı ‘oluş hali’nin kendi içindeki devingenliğine hapseden bu çember, metni sonsuz ihtimallere genleştirir.

“Tek amacım kafanızı karıştırmak (sıklıkla kullanılan parantezler de bunu gösteriyor). Sırrımı açık etmemem gerekiyor çünkü. (Bu arada, yayıncımı kitabımın türünün roman olduğuna ikna edebilirsem adını ‘Sahte’ koymaya karar verdim, böylelikle –kitabımın sahte bir roman olmadığını ısrarla vurguladığım göz önünde bulundurulursa– hem kendimle, hem de –bu kitapta ‘roman gerçeği’nin sahtelikten kaçınarak, sahteyi yadsıyarak muhafaza edildiğini fark eden okurların gözünde– ‘sahte bir roman değilse eğer, roman da değildir’ fikriyle çelişmiş –hiç kimse böyle düşünmüyorsa [ne mutlu bana!] bu fikir üzerime kalacağından bir kez daha kendimi yadsımış– ve kafaları iyice karıştırmış olacağım.)” (s.127 )

Anlatıcı, kahraman, yazar karmaşası, değişken odak noktaları, farklı üsluplarla çoklu sarkaçların birliğinden oluşan metnin geleneğe kafa tutan tavrı ve tür konusundaki ihlali bağlamında Sahte adının seçilmesi yazarın amacıyla örtüşür. Zira İrin veya Delik metnin egemen değerlerini tam olarak kapsamaz. Sahte sözcüğünün anlam alanını gözden kaçırmayan yazar, roman ve sahte roman üzerine de görüş bildirir.

“(Bir romanın sahte bir romandan farkı sahte bir romanın bir romana benzemeyen yanıdır –ama sahte bir roman bunu bir özellik olarak her zaman üzerinde taşımaz, öyleyse bir genellemeyle şöyle demek daha doğru: bir romanın sahte bir romandan farkı sahte bir romanda bulunmayan şey[ler]dir. Okumakta olduğunuz kitap ‘sahte bir romanda bulunamayacak şeyler toplamı’ diye tanımlanabilir mi?)” (s.128)

Edebî babalara başkaldıran yazar romanın başlangıcından kendi metnine uzanan süreçte her kitabın kendi zamanını, kendi düşünsel ve duygusal dünyasını kurduğunu belirtir.

“‘Bu roman elinizdeki kitabın ilk cümlesiyle başladı. Bundan bir şüpheniz olmasın,’ demiştim bir zamanlar hatırlarsanız. Burada ‘bir zamanlar’ diyerek sizi ilk defa falanca bölümün falanca paragrafına şeklinde adres vermeden geçmişe gönderiyorum. Her kitap kendi zamanını kuruyorsa benimki de bundan geri kalacak değil ya, sizi şu an üstünde durduğunuz noktanın gerisinde ve ilerisinde bir yerlere çağırabilirim.” (s.113)

Anlatıcının okuru bir yerlere çağırabilmesi hem metnin ‘oluş hali’ni vurgular hem de sürece okuru da dâhil ederek onu metinselleştirir. Anlatıcı sadece okuru değil kitabın dış gerçekliğinde yer alan yayıncı, editör, çevirmen, eleştirmeni de üstkurmaca düzlemine çekerek metinselleştirir.

“SAYGIDEĞER EDİTÖRÜM; Mektuplarımda önceliği son kararı belirleyecek yayınevi sahibine ya da murahhas azaya vererek sizi ikinci sıraya atmış olmamı anlayışla karşılarsınız umarım. Dosyamı ilk inceleyecek kişi sizsiniz tabii. Kitabevlerinden geri dönecek ve yayınevi deposunda yer işgal edecek her kitap patronunuzla/yöneticinizle aranızdaki mesafeyi açacağından yeni yazarlardan gelen dosyalara şüpheyle baktığınızı biliyorum. Romanımın yazdığım kadarını size göndererek önerilerinizi bekliyorum; son halini teslim ettiğimde önerilerinizden hiçbirine uymadığımı görecek ve benim ne kadar başına buyruk bir yazar olduğumu anlayacaksınız.” (s.38)

“SEVGİLİ ÇEVİRMENİM; Tanışıklığımız olmadığı halde size özellikle ‘sevgili’ diye sesleniyorum. (…) Siz romanımdaki en hayali karaktersiniz. Hayali bir karakteri sevmenin kolaylığı nedeniyle sizi sevmek benim için çok güç; bu engeli küçümsemeyin.” (s.44)

SONUÇ

“Kurmacayı olağan deneyimden ayıran şey, gerçekliğin eksik değil rasyonelliğin fazla oluşudur.”(17) Jacques Rancière, kurmacalarda olayların güçlü nedensellik bağları ile oluşturulduğunu ancak bu bağların beklentilere ters kurulduğunu söyler. Kurmacanın rasyonalitesini sağlayan şey beklentiler evreninin beklenmedik dönüşümleridir. Neden-sonuç arasındaki paradoksal ilişki, metnin zaman tasarımı içinde hikâyenin devingenliğini, iç gerçekliğini, kahraman ve anlatıcıların eylem ve söylemlerini belirler. Mehmet Erte Sahte’de metnin ontolojisini tür özelliklerini kırarak kurar. Öz/gerçek yazar (Mehmet Erte), düzmece/üvey yazar/anlatıcı (Ömer Kumsal ) ve üvey yazarın/anlatıcının kurguladığı kahramanın muğlak geçişleri romanın bilinçakışı içinde ve ‘oluş hali’nde devindiğini gösterir.

Gerçek yazar ve kurgusal/üvey yazar arasındaki gerilime kurgu-kahramanın sesi de karıştığında kimin konuştuğunu anlamak zorlaşır. Hâkim söylemlerin belirsizleştiği sisli bir alana inşa edilir roman. Yazarın, anlatıcının, kahramanın “kendi” kimliği ve kitabın kimliği konusunda soru işaretleriyle iç içe açılan düşünsel dünya okurun kaybolma ihtimalinin çok güçlü olduğu bir labirent tasarımıdır.

Okur, tekinsiz bir coğrafyada karşılaştığı her şeyi anlamlandırmaya çalışırken kadrajda yalnızca roman geleneği ve geleneğin egemenleri değil, çağdaş yazarlar, eleştirmenler, kitleler, editörler, yayıncılar, çevirmenler de vardır, tümü ironik bir dille eleştirilir. Polemiğe girilecek kişiler listesi ya da “Günce” bölümünde yer alan ve nikah davetiyesi etrafında gelişen olay örüntüleri metnin absürt eğilimlerini örnekler.

Sahte’de ve Mehmet Erte öykülerinde dikkat çeken özelliklerinden biri anlatıcı-karakterin erkek oluşudur. Ancak izleyen ve izlenenin, anlatan ile anlatılanın iç içe geçişi, rolleri değişmesi, dönüşümü metnin dilini cinsiyetsizliğe doğru götürür. Bu, gözden kaçırılmaması gereken bir özelliktir.

Arzuda Bir Sapma’daki “Tasma” adlı öykü “Dünyanın en zor şeyi bir cümle kurmaktır”(18) epigrafını taşır. Emekli bir ilkokul öğretmenine ait olduğu bildirilen bu cümle Sahte’nin bütünlüğü içinde de kendine anlam bulur. Bir roman kurmanın, yazmaya başlamanın, ilk cümlenin gölgesinde gelişecek bir metin üretmenin tekinsizliği Sahte’de dert edilen temel meselelerden biridir.

Akıntı yönü sürekli değişen Sahte, ‘oluş hali’nin hareketliliğinde söylemlerini inkâr, türün egemen kurallarını ihlal eder, ancak anlatının çemberi içinde sonsuz ihtimaller üretir. Okura roman türünün bağlamlarının sınırsız olabileceğini gösterdiği bir anlatı evreni kurar. Mehmet Erte’nin Bakışın Kirlettiği Ayna öyküsündeki ayna imgesi Sahte’nin alt metninde yatan fikirle ilişkilendirilebilir.

“Ellerini yıkarken aynada kendi yüzünü bulamazdı, kapı ağzındaki annesinin gözleri doldururdu aynayı. Yüzünü dönmesine, tuvaletten çıkmasına mani olan bir kirlilik hissi olurdu içinde.” (19)

Öyküdeki erkek çocuğu, tuvalet eğitimi sırasında annesinin sıkı gözetimi altındadır. Lavaboda ellerini yıkarken aynada kendisini izleyen annesini görür. Aynaya bakan kendisidir, aynada görülen annesidir. Varlığı aynaya yansımaz ancak orada olduğunu bilir.

KAYNAKLAR

1)Claire Colebrook, Gilles Deleuze (çev. Cem Soydemir), Doğu Batı Yayınları, Ankara, 2013, s.22

2)Mehmet Erte, Suyu Bulandıran Şey - Alçalma, Zoom Kitap, İstanbul, 2016, s.95

3)Hande Balkız, “Banu Özyürek Öykülerinde Ötekine Karşı Bir Zırh: Poz”, Varlık, Ocak, 2020

4)Mehmet Erte, Sahte, YKY, İstanbul, 2016, s.109 (Alıntılar bu baskıdandır.)

5)Claire Colebrook, a.g.e., s. 18

6) Jale Parla, Don Kişot’tan Bugüne Roman, İletişim Yayınları, İstanbul, 2018

7)Jale Parla, Don Kişot - Yorum, Bağlam, Kuram, İletişim Yayınları, İstanbul, 2017

8)Aktrn. Jale Parla, Don Kişot’tan Bugüne Roman, s.23

9)Jale Parla, a.g.e., s. 24-25

10)Jale Parla a.g.e., s.27

11)Claire Colebrook, a.g.e., s. 39

12)Claire Colebrook, a.g.e., s. 39

13)Fyodor Mihayloviç Dostoyevski, Yeraltından Notlar (çev. Nihal Yalaza Taluy), Türkiye İş Bankası Yayınları, İstanbul, 2018

14)Merve Kurt, Aydın Çam, “Mehmet Erte’de Huzursuzluk: Bakış ve Beden”, İleti-ş-im. Galatasaray Üniversitesi İletişim Fakültesi Hakemli Akademik Yayını. Sayı 17, Aralık 2012, s.127-135

15)Mehmet Erte, Suyu Bulandıran Şey – Alçalma [2 kitap 1 arada], Zoom Kitap, İstanbul, 2016, s.117

16)Osman Kahraman, “Mehmet Erte’nin ‘Sahte’sinde Bütünlük”, Varlık, Mayıs, 2014.

17)Jacques Rancière, Kurmacanın Kıyıları, (çev. Yunus Çetin), Metis Yayınları, İstanbul, 2019, s.9

18)Mehmet Erte, Arzuda Bir Sapma, YKY, İstanbul, 2017, s.9

19)Mehmet Erte, Bakışın Kirlettiği Ayna, YKY, İstanbul, 2008, s.97