Vakur ve görkemli İstanbul: Bir zamanlar Üsküdar

Sinan Yılmaz'ın kaleminden "Altın Şehir: Üsküdar Kitabı", Üsküdar'ın her semtini, her köşesini sokak sokak, cadde cadde anlatarak okuyanları bir Üsküdar gezintisine davet ediyor. Kitabın yazarı Yılmaz ile, kitabını ve Üsküdar’ı konuştuk.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Sinan Yılmaz, mesleğini çok severek yapan bir tarih öğretmeni. Samsun doğumlu Yılmaz, Marmara Üniversitesi’ndeki öğrenimine kadar Samsun’da yaşamış. Yaklaşık otuz yıldır da İstanbul’da hayatını sürdürüyor. 2017 yılında yayınlanan, Üsküdar’ı bütün görkemiyle, en küçük detayına kadar inceleyen, Altın Şehir: Üsküdar Kitabı oldukça yoğun bir emeğin ürünü. Yılmaz, bu kitabında klasik bir semt monografisinden ziyade, Üsküdar’ı semt semt ele alıyor. Gelin 1110 sayfalık Altın Şehir rehberliğinde Üsküdar’a doğru bir yolculuğa çıkalım.

Sinan Yılmaz ve Berken Döner

Samsun doğumlusunuz. Liseyi bitirene kadar Samsun’da yaşadığınızı biliyoruz. Bugün ise Üsküdar denilince ilk akla gelen isimlerdensiniz. Üsküdar’la ilk karşılaşmanızı anlatır mısınız?

İstanbul’a 1993 yılında geldim. Üsküdar ilk günlerimden itibaren çok sevdiğim, uzun zaman geçirdiğim bir yerdi. Yaklaşık on yıldır da Üsküdar’da yaşıyorum. Onun öncesinde Pendik, Hasköy, Paşabahçe, Eyüp gibi semtlerde yaşadım. İstanbul gibi tarihsel değeri olan bir kente sonradan gelmekle, doğma büyüme İstanbullu olmak çok farklı durumlar. Kente sonradan gelmeyi şu açıdan bir şans olarak değerlendiriyorum; biz, sonradan “İstanbullu” olanlar, bazı şeyleri daha fazla fark edebiliyoruz içine doğanlardan. Bu çok klasikleşmiş bir örnektir ama bizim durumumuza çok denk düştüğü için tekrar edeceğim. Doğma büyüme denizde olan balıkla, hasbelkader karada doğmuş, nefes alamayan ve sonradan denize fırlatılmış balık çok farklıdır. Tabii ki eski İstanbullular, İstanbul’un kıymetini bilen İstanbul doğumlular bizden daha şanslılar. Çünkü bizim ucundan kıyısından yakalamaya çalıştıklarımıza dair önemli tanıklıkları var. Nitekim ben İstanbul’a geldiğimde “Eski İstanbul”dan eser kalmamıştı. Aslında şunu da unutmamalıyız ki eskileri anlatacak insanlar hala var. Onlar İstanbul’u konuşmayı, dinlemeyi çok seviyorlar. Yeter ki kulak verecek biri olsun. Bu anlamda Yahya Kemal’in dizelerini anmadan geçmek olmaz; “Yaşamıştır derim, en hoş ve uzun rü'yada/ Sende çok yıl yaşayan, sende ölen, sende yatan.”

Üsküdar Kitabı, Sinan Yılmaz, 1110 syf., Ötüken Neşriyat Yayınevi, 2017.

'ALTIN ŞEHİR' ÜSKÜDAR'IN BİLİNEN EN ESKİ ADLARINDAN BİRİ

İstanbul’a geldiğiniz ilk yıllardan bugüne pek çok semt değiştirmişsiniz. Üstelik onlar da eski, köklü İstanbul semtlerinden. Neden o semtlerden birini değil de, Üsküdar’ı yazmayı seçtiniz?

Aslında her şeyin başı benim öğretmenlikten, müdür yardımcılığına geçişimle başladı. Bu küçük görev değişikliği nedeniyle epey bir zamanım oldu. O dönem olmasaydı, bu kitap da yazılamazdı diyebilirim. Bir şeyler yapmam gerektiğine dair bir alan açıldı önümde. Fark ettim ki o güne kadar çok şey biriktirmişim. Kitabın önsözünde de belirttiğim gibi “biriktirme” kelimesi çok önemlidir benim için. Bu kitabın yol açıcı kelimesidir. Biriktirdim, fakat ne yapacağımı bilmiyordum. O sıralarda bana Ahmet Yüksel Özemre’nin Hasretini Çektiğim Üsküdar kitabı hediye edilmişti. Bu kitap beni tetiklemiştir. Tam zamanında hediye edilmiş bir kitaptır. Şehrin manevi bir varlık olduğunu, bizimle konuştuğunu düşünüyorum. Üsküdar uzun zamandır benimle konuşuyordu. Ve böylece uzun sürecek bir yola çıktım. Bu yolculukta İbrahim Hakkı Konyalı’nın, iki ciltten oluşan Abideleri ve Kitabeleriyle Üsküdar Tarihi ve Mehmet Nermi Haskan’ın Yüzyıllarca Boyunca Üsküdar kitaplarından oldukça faydalandığımı söylemeliyim. Ne yazık ki Üsküdar için bu kadar emek vermiş Mehmet Nermi Haskan’ın adına bugün bir sokak adı bile yok. Çok yazık! Altın Şehir: Üsküdar Kitabı bu okumaların sonucu ortaya çıktı. “Altın Şehir” Üsküdar’ın bilinen en eski adlarından biri. Bu isimde yayınlanmış bir kitap daha önce yok. Ben de bu nedenle, gönül rahatlığı ve mutlulukla kitabıma Altın Şehir adını verdim. Üsküdar denilince benim için en önde gelen kişi Necmeddin Okyay’dır. Bir semt, bir belde ancak bu kadar muhteşem bir biçimde bir araya getirilebilir. Üsküdar’ın sembol ismi Necmeddin Okyay, hattat, ebru sanatçısı, kemankeş, gül yetiştiricisi, tuğrakeş, aharcılık, mücellidlik gibi kitap sanatları ustası, imam ve hatiptir. Bu alanlardaki bilgisi ve yetkinliği dolayısıyla “Hezarfen” unvanı ile anılır ki tarihte çok az kişiye verilen bir unvandır. “Bin ilim, bin fen” anlamındadır. Ancak birden fazla alanda uzmanlaşan kişiler bu unvanı hak eder. Üsküdar’ın iki “Hezarfen”i vardır. Biri Necmeddin Okyay, diğeri Özbekler Tekkesi’nin şeyhi Hezarfen İbrahim Ethem Efendi’dir. Bugün “ebru” adında bir sanat dalı varsa bu iki kıymetli şahsiyete borçluyuz. Dolayısıyla Üsküdar’a borçluyuz. İbrahim Ethem Efendi, eserlerinde “Kami” mahlasını kullanmıştır. Yaptığı ebrular Saray Nakışhanesi’ne de satılırdı. Bu eserlerle Sultan Abdülaziz’in de dikkatini çekmiştir. Unvanından anlaşılacağı gibi ebru dışında pek çok sanatla, fenle ilgilenmiştir. Kendi deyimiyle “saatçilik hariç her şeyle” ilgilenmiştir. Eserlerinden elde kalan pek az bir kısmı, Üsküdar Özbekler Tekkesi’nde muhafaza edilmektedir.  Bu eserlerinin bulunduğu dolabın üstünde kendisinin yazdığı şu beyit bulunmakta: “Nakışlar dolapta saklıdır, yapan da toprakta gömülüdür”. Bu iki önemli şahsiyet Üsküdar’ın tahine mühür vurmuştur.

Yeni Valide (Gülnûş Emetullah Valide Sultan)

'BEYLERBEYİ'NİN TEŞRİFATI, ÇENGELKÖY'ÜN ZERZEVATI, KUZGUNCUK'UN HAŞERATI'

Orhan Okay, bir yazısında “Eski İstanbullular, ‘Nerelisin?’ diye sorulunca semt adı söylerdi. İlçenin adını söylemek kabalıktır, taşralılıktır” der. Sizin kitabınızda Üsküdar’ı semt semt ele alıyor. Bu anlamda biraz da Orhan Bey’in sözleriyle örtüşüyor. Biraz semtlerini konuşalım Üsküdar’ın…

Sizin de vurguladığınız gibi kitabımı semt semt anlatmayı tercih ettim. Bu da onu özgün kılıyor kanımca. Kitabımız bu nedenle "Altın Şehrin Kalbi: Aziz Mahmud Hüdayi Hazretleri" ile başlıyor. Üsküdar semtleri söz konusu olunca çok meşhur bir tekerleme vardır: "Beylerbeyi’nin teşrifatı, Çengelköy’ün zerzevatı, Kuzguncuk’un haşeratı". Bu tekerlemenin rivayeti şudur ki Çengelköy, Kuzguncuk ve Beylerbeyi istikametine çalışan vapurun sık sık varış yerine gecikmesi üzerine Şirket-i Hayriye Müdürü olan Hüseyin Haki Bey vapur kaptanı olan Ömer Bey’i huzura çağırır ve bu gecikmenin hesabını sorar. Kaptan Ömer Bey, şöyle cevap verir: "Muhterem müdürüm, malumâliniz Çengelköy’ün zerzevatı,  Kuzguncuk’un haşeratı, Beylerbeyi’nin teşrifatı derken zamanında varacağımız yere gitmek mümkün olmuyor!" Müdür Hüseyin Haki Bey, hiçbir şey anlamaz. "Bu ne demek oluyor?" diye sorar. Kaptan Ömer Bey yanıtlar, "Efendim, Çengelköy’de çok güzel zerzevat yetişir ki semt eşrafı bunu eşe dosta götürmek için vapura taşıyıncaya kadar hayli zaman geçiyor, Kuzguncuk ise çok kalabalık, kimi zaman her türden adam oluyor semtte ve Kuzguncuklular onlara "haşerat" diyorlar! Onlar da kavga gürültü etmeden vapura binmiyorlar! Fakat en çok vakit kaybı Beylerbeyi teşrifatında. Çünkü kadınıyla, erkeğiyle o kadar nazik ve kibarlar ki vapura binerlerken herkes birbirlerine "Buyrunuz efendim, önden buyrunuz lütfen" diye kenara çekiliyor. Buna karşılık da ‘Lütfen, rica ederim… Bendeniz zatıâlinizin önünden nasıl geçerim, lütfen siz önden buyrunuz’ diye karşılık verirken zaman geçiyor. Bu nedenle zaman bu nezaket faslıyla beraber akıp gidiyor." cevabını verir. Bu rivayette de vurgulandığı gibi Beylerbeyi İstanbul’un en "kibar semti" olarak bilinir. Osmanlı’nın en önemli devlet adamları, alimleri, sanatkarları bu semtte ikamet etmiştir. Aynı zamanda "ulema semti" olarak da bilinir. İstanbul’da iki semt "ulema semti" olarak anılır. Biri Beylerbeyi, biri Süleymaniye’dir. Beylerbeyi şöyle anılır; "Dünyanın en güzel şehri neresi?", "İstanbul", "İstanbul’un en güzel yeri neresi?", "Boğaziçi", "Boğaziçi’nin en güzel yeri neresi?", "Beylerbeyi", "Beylerbeyi’nin en güzel yeri neresi?", "Hasip Paşa Yalısı". Fakat Beykozlular bunu kabul etmez. Şöyle karşılık verirler. "İstanbul’un en güzel yeri neresi?", "Boğaziçi", "Boğaziçi’nin en güzel yeri neresi?", "Beykoz", "Beykoz’un en güzel yeri neresi?", "Ahmed Midhad Efendi Yalısı". O Hasip Paşa Yalısı ki, yandığında milli bir yas ilan edilmesi gerekirdi. Dillere destan güzellikteydi. Her yalının olduğu gibi Hasip Paşa Yalısı’nın da korusu ve köşkü vardı. Büyük şairimiz Asaf Halet Çelebi de bu köşkte ikamet ederdi. Hatta derler ki bu köşk, yalıdan daha güzelmiş. Maarif Nazırı Haşim Paşa da Beylerbeyi’nde yaşamıştır. Aşı boyalı bir yalısı varmış zamanında. II. Meşrutiyet devrinin ünlü siyaset ve fikir adamı Hüseyin Kazım Kadri Bey, Selanik’te ordunun et ihtiyacını karşılayan ve celeplikle zengin olan Arnavut İsmail Paşa gibi önemli şahsiyetler de bir zamanlar Beylerbeyi sakini olmuştur. Günümüzde bu andığımız isimlerin yalıları ya restoran olarak hizmet veriyor ya da çoktan yanıp kül olmuş. Beylerbeyi denilince iki hanımefendi var ki anmadan geçmek olmaz; Rikkat Kunt ve Münevver Ayaşlı. Münevver Hanım, pek çok eserini bu yalıda yazmıştır. Gerçek bir Osmanlı hanımefendisidir. Bir diğer İstanbul hanımefendisi Rikkat Kunt ise tezhip sanatının en önemli ustalarındandır. İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi'nde otuz iki yıl boyunca öğrenci yetiştirmiştir. Üsküdar’da vefat eden iki Osmanlı padişahı vardır. Nerede yaşamınızı yitirdiğiniz, sizi biraz da oralı yapar. Bu anlamda II.Mahmud ve II. Abdulhamid Üsküdarlı’dır. II.Mahmud, Çamlıca’da, II.Abdulhamid, Beylerbeyi Sarayı’nda vefat etmiştir.

'BEN ÜSKÜDAR'A GELİNCE AHİRETİ HATIRLIYORUM'

Ölümden söz açılmışken, kitabınızda Üsküdar’ın mezarlıkları da önemli yer kaplıyor. Hatta Bülbülderesi için “En gizemli mezarlık” diyorsunuz. Karacaahmet Mezarlığı için de “İstanbul’un en büyük mezarlığı” denir. Bu mezarlıkların, Üsküdar’ın mistik havasına katkıda bulunduğunu söyleyebilir miyiz?

Kesinlikle! Arif Molla der ki, "Ben Üsküdar’a gelince ahireti hatırlıyorum". Bence Karacaahmet olmasaydı bu cümleyi kurmazdı. Yurt dışından gelen seyyahların hepsi bu mezarlığı gezmiş. Çok güzel anlatmışlar. Kendi mezarlıkları ile mukayese edip imrenmişler. Görkemli servileri ile, orada yatan şahsiyetlerin kıymeti ile Karacaahmet’in manevi dünyamızda yarattığı his bambaşka. Bülbülderesi ile Karacaahmet’in tesiri birbirinden çok farklıdır. Bülbülderesi Mezarlığı’nda daha batılı bir hava hakim. Bu hemen göze çarpar. Karacaahmet ise Üsküdar’ın sembolleri arasında ilk ondadır.

III. Ahmet Çeşmesi

'ATİK VALİDE, MİMAR SİNAN'IN ÜSKÜDAR'A VURDUĞU EN BÜYÜK MÜHÜRDÜR'

Üsküdar’ın diğer sembolleri nelerdir?

Bu soruya cevap vermek çok zor. Kız Kulesi artık İstanbul’un sembolü. Bir yerin sembol yapılarını öncelikle o yerin merkezi barındırır. Benim gönlüm her zaman Mimar Sinan eserlerine kayar ama, Üsküdar Meydanı’ndaki Yeni Valide Sultan Camii’ni çok severim. Sultan II. Mustafa ve Sultan III. Ahmet'in annesi Emetullah Rabia Gülnuş Sultan tarafından Lale Devri baş mimarı Kayserili Mehmet Ağa’ya inşa ettirilmiştir. Bu camiyi Mihrimah Sultan Cami’sinden daha çok severim. Atik Valide Külliyesi en kıymetlisidir. Atik Valide bir tarafa diğerleri bir tarafadır. Mimar Sinan’ın tasarlamış olduğu cami, medrese, tekke, sıbyan mektebi, dârülhadis, dârülkurrâ, imaret (aşhane, tabhâne, kervansaray), dârüşşifa ve hamamdan oluşan yapılar topluluğu Toptaşı semtinde ve bugün kendi adını taşıyan mahallededir. Ne yazık ki, bu yapının hiç kıymeti bilinmiyor. Oysa ki Mimar Sinan’ın, Süleymaniye’den sonra yaptığı ikinci en büyük külliyedir. Bu nedenle Atik Valide, Mimar Sinan’ın Üsküdar’a vurduğu en büyük mühürdür. III. Ahmed Çeşmesi de sembol nitelikte bir yapıdır.