Aşk ve şiir

Mutluluğun şiirini yazmaya çalışmak insanı çıkmaza sokar. Mutluluğun şiirini yazmaya çalışan insan yapaylaşır ve mutluluğunu yaşayamaz olur. Bu nedenle “Abidin” hiçbir zaman “mutluluğun resmini” yapamayacaktır.

Google Haberlere Abone ol

Birçok insanın, aşkı “ilahi aşk”, “doğa aşkı”, insani aşk” vb. biçimlerde ayırarak tanımlamaya çalıştıklarını görüyorum. Bence aşk bir bütündür. Bunların hepsi, gerçekte yaşıyor olmaktan kaynaklanan büyük coşkunun yansımasıdır. Nisan yağmurunun altında sırılsıklam yürümekten hoşlanmayan bir insan, bir erkeğe ya da kadına aşık olabilir mi? Sonbaharda, sararmış yapraklarıyla titreyip duran ağaçların arasından geçip giden göçmen kuşlara bakmayan bir insan, aşık olabilir mi? “Okyanusta bir damla, ama okyanusta” olmanın alçakgönüllülüğüyle davranmayan, kendini dünyanın merkezi zanneden bir insan aşık olabilir mi? Bence olamaz… Aşk, gerçekte var olmaktan, yaşıyor olmaktan kaynaklanan büyük coşkudur. Kişilerarası aşk, bu coşku bağlamında diğerini ele geçirme, onda yitip gitme, onun sağladığı güven-güvenlik duygusu içinde rahat etme isteğidir. Elbette bu aynı zamanda yüksek düzeyde şehvet ve şefkat duygularını da içerir. Aşk diyalektik bir ilişkidir. Mutluluk ve mutsuzluk iç içedir. Zaten çizgisel bir mutluluk yoktur. Oktay Rifat’ı hatırlarsak, “mutluluk, bastığın yerde biten çimendir.”

Edgar Morin, aşkın, şiirin ve bilgeliğin birbirinin nedeni, türevi ve sonucu olduğunu öne sürer. Şiirin, aşkın dili olduğunu söyler (Aşk, Şiir, Bilgelik). Gerçekten de aşk ilişkisine giren bir insan, tıpkı şiirde olduğu gibi, kendi dışında referansı olmayan bir ilişki içerisine girer. Onun dilini kendisi üretir. Aşıkların, aşklarını anlatırken, “söyleyecek söz bulamıyorum” demelerinin nedeni de budur. Bu yüzden şiire sığınırlar. Aşkı yaşayan insan, o ilişkinin bilgisini dile dönüştürürken, bilgedir. En “cahil” insan bile gerçek bir aşk ilişkisi içerisinde kendi düzeyinde bilgece bir dil üretir. Şiir de aşk gibi kendi dışında referansı olmayan bir dildir. Şiirin ürettiği anlam evreni, yazıldığı süre içerisinde var olan bir dildir. Şiir de aşk gibi önceden tasarlanmış anlamlara giydirilen bir dil değildir. Şiir yazarken, şair de “olanak bilgisi” üreten bir bilgedir.

KRİSTALİZE OLMUŞ BİR DİL: MODERN ŞİİR

Elbette şiirin içerdiği lirizmi içeren her şey aşka dahildir. Aristo’nun “Poetika”da bahsettiği “poem” bugün anladığımız anlamda şiir değildir. Sanatların toplamıdır, tiyatro, resim, müzik de buna dahildir. Biçimi değişir sadece. Modern şiir kristalize olmuş bir dildir. Altından yapılmış bütün işlevsel araç gereçlerin hepsi düzyazıysa, şiir altının kendisidir. Aşk da böyle, ilişkinin kendisi amaçtır. Şiirde de dilin amacı kendisidir. Oysa başka insan ilişkilerinde amaç bir sonuca varmaktır. Evliliğin aşkı öldürdüğüne dair yaygın kanı boşuna değildir. Aşkın sonu yoktur. “Ayrılıklar da aşka dahildir.” Dans gibidir aşk, çünkü dansta hareketin amacı kendisidir. Şiir de dansa benzer, çünkü dilin amacı kendisidir.

Yaşadığım şu travmayı hatırlamamın tam zamanı sanırım: Lise ikinci sınıftaydım ama uzun boylu, gösterişli olduğum için hiç lise iki öğrencisi gibi göstermiyordum. Kıştı ve abimin bana Paris’ten getirdiği kürk yakalı kaban vardı üstümde. Bir gün, genç bir kadın, sanıyorum beni olgun ve “dolgun” biri zannetmişti. “Kafa” olarak yaşıtlarıma göre olgundum ama dolgunluğum tartışılırdı. Onun yaşı benden büyüktü. Çalışan bir genç kadındı. O kış gününde, otobüs durağında bir diyalog oluştu aramızda, gelişti ve ben ona aşık oldum. İki ay sürdü. O süre içinde ilk gençlik tutkularımın peşinden koşup, okulu bıraktım ve resmen divane oldum. Sorumluluk sahibi ve notları iyi bir öğrenciyken, okula gitmemeye başladım, notlarım düştü ve sıra arkadaşım bile benim için kaygılanmaya başladı. Bir gün buluşacağımız yere, sıra arkadaşım da geldi. Beni bu “tembel ve sorumsuz öğrenci” durumuna getiren kadını görmek istedi. Uzaktan bakacaktı bize ama o gelmedi. O günden sonra hiç gelmedi. Aşağı yukarı bir hafta her gün bekledim, filmlere konu olan, ölen Japon sahibini günlerce bekleyen köpek gibi. O zamanlar cep telefonu da yoktu henüz, çalıştığı yere gittim ama cesaret edemedim onunla konuşmaya, onu sadece pencereden gördüm. Sonra ben de bir daha gitmedim.

Ben o günlere kadar şiir değil, öykü yazıyordum. Bu aşktan sonra şiiri keşfettim. Duygularımı anlatayım derken, şiirin benim dilim olduğunu keşfetmiş oldum. Onun büyüsünün peşinde koşmaya başladım. Bunca deneyimden sonra, “mutluluğun şiiri yazılmaz” diyebilirim. Mutluluğun şiirini yazmaya çalışmak insanı çıkmaza sokar. Mutluluğun şiirini yazmaya çalışan insan yapaylaşır ve mutluluğunu yaşayamaz olur. Sanki kendini ihbar ediyordur. Bu nedenle “Abidin” hiçbir zaman “mutluluğun resmini” yapamayacaktır. Gerçek bir ressamsa, zaten yapmak istemeyecektir. Yapmamıştır da… Freud diyor ya “mutlu insan sanat yapamaz” Mutluyken neden sanat yapılsın ki? Karacaoğlan’ın şiirine, tavırlarına bakın, hep bir güzelliğin peşindedir. Bir kuştan bir dereye, bir kızdan bir çiçeğe koşup durur. Çünkü mutsuzdur. O da bilir, zaten kavuşamamaktır aşk. Söylediğim gibi, bir şeyi ele geçirme, onu kendine ait kılma isteği. Şiiri böyle bir bilgi baskısı altında yazmıyorsunuz elbette. Bilmeden yazıyorsunuz, biraz iç dinamizmden kaynaklanan bir şey. Bir problem yoksa şiir yazılmaz. Tabi ki bu estetik bir problemdir, bir duyarlılık problemidir. Yanlış anlaşılmasın, sanatla sosyolojik bir problem çözülmez. Can Yücel “şiir yoksunluktur” der. Şiir, olmayanın dilidir. Görev bilinciyle yazılmaz. “Aşk şiiri” elbette yazılır. Çünkü aşk duyarlığımızı biçimlendirir. Edip Cansever ne diyordu: “İnsan yaşadığı yere benzer Ahmet Abi”

Aşk ilişkisi yaşayan bir insanın hayatının “festival” gibi olduğu düşünülmemeli. Yer yer şiddetli çatışmalar olur. Aşk, şiddeti de içerir. Dediğim gibi, mutlulukla mutsuzluk iç içedir aşkta. Hatta Eluard, “mutlu aşk yoktur ( il n y a pas d’amour heureux)” der. Bu doğrudur. Hem, Cemal Süreya’nın dediği gibi, aşklar da bakım ister. Şiir gibi.

Var olmaktan dolayı mutlu olmayan bir insansanız, aşkın sizi bulması güçtür. Değerleriniz, davranışlarınızla aşkın talep ettiği insan olmalısınız. “Aşk deprem gibidir, beklenmediği anda gelir” denir ya, bu doğrudur. Kavafis şiir için der ki “Şiir bir esin perisidir ve esin perisi gelip kapında onu alman için beklemez. Sen onu bulursun.” Aşk da böyledir. Dünyaya, çiçeklere, yere düşen yapraklara, taşlara, kuşlara, şurada bekleyen çocuğu, şu işine giden adama, şu otobüsün camına alnını yaslamış düşünen kadına bakmalısınız. Gerçek olan bu ayrıntılardır. Onlara kalbinizi açınca aşk sizi bulur. Karşınızdaki insan sizin kendinizi ona açmış olduğunuzu hisseder. İşte şiirsel süreç de böyledir. İlhan Berk’in bir adı da “Bakan Adam” değil midir? O her şeye bakar çünkü. İşte bu yüzden şiir onu kolayca bulacaktır. Bir şiirinde, niçin “Bakan Adam” olduğuna açıklık getirir sanki:

…Baktım zaman adını alınca tanınmaz oldu. Adını bir türlü usunda tutamıyordu bir kuş. Sıra dağlara geldiğinde, adlarını bilmiyordu hiçbiri./Ne güzel/ Adlandırmak ölümdür!

.

AŞK, AYKIRI OLANIN İÇİNDE SAKLIDIR

Aşkın temel yapısını güven oluşturur. Aynı zamanda da güvensizlik. Aşıkların, “sensiz yapamam” demeleri bu yüzdendir, çünkü aşkın içerisinde kendilerini güvende hissederler. Aşk “informal” olanın içindedir, sivildir aşk. Diğer yaşama biçimleri “formal”dir. Hatta aşkın karanlık bir yanı vardır. Yasa dışıdır belki de. Şiir gibi. Cemal Süreya, “Şiir Anayasaya aykırıdır” derken biraz da bunu söylemek istiyordu. Zorunluluklar ve rutinler içerisinde aşkı bulmak zordur. Sıradışı olanın, aykırı olanın içinde saklıdır aşk. Hayatın gözeneklerini hissetmeyi gerektirir, onu bulmak. “Aşk informal olanın içindedir” derken, tanımlanmamış olanın (adlandırmak ölümdür), yabanıl olanın, evcil olmayanın, karanlık olanın demek istiyorum. Şiir gibi.

Taraflar birbirlerinden çok şey öğrenirler, aşkta. Birbirlerini çoğaltarak yükseltirler. Üretken bir duyarlılığı paylaşırlar. Nesneler, birlikte bakılan ve görülen bir şey, birlikte üretilen bir düşünce, yapılan bir yemek daha anlamlı olur. Yani “yaşamak” daha anlamlı olur. Hatta anlamlı olur.

Aşkta ruhlar birbirine karışır. Güvensizlik asla olmaz. Aşık olunca her şeyde onu görürsün. Şiir nasıl geri dönülmezcesine atılan bir adımsa, aşk da öyledir. Geri dönülmezcesine atılan bir adımdır aşk. Şefkatin denetlediği şehvettir aşk. Tıpkı düşüncenin denetlediği duygu olması gibi şiirin . Demek aşk başıboş bir şehvet olmadığı gibi, şiir de başıboş bir duygu değildir.

Eric Blondel, Aşk adlı derlemesinde, aşkın “iyi olanı arzulama” olduğunu söyleyecektir ve sevmenin her şeyden önce seçmek (“biriciğim”) olduğunu öne sürecektir. Aşk bağlamında sevmek, fark etmek, başkalarından ayrı tutmak, benzersiz kılmaktır. Onca insan arasında tek bir kişi, tek bir yüz, tek bir ad. Üzerinde düşünülmüş ya da karmaşa içinde fark edilmiş üstün bir iyiyi, ayrıcalıklı kıldığı bir nesneyi baş tacı eden karşılaştırmalı bir seçim içerir. Sevilen kişi anonimliğin dışında tutulur, seçkindir. Aşkın bu özellikleri, şiirin biriciklik (uniq) özelliğine ve genel olanı tikelleştirme özelliğine ne kadar da benziyor! Şiir de “yoğunlaştırılmış anlam” dır, aşk gibi.

Aşk, sevişmeden sonra arkasını dönüp, büyük yalnızlığına çekilmez. Aşık, birlikteyken yalnız, yalnızken de birlikte olmayı bilen kişidir. Baudelaire’in söylediği gibi, “şair, kalabalıklar içindeyken yalnız, yalnızken de kalabalık olmasını bilen kişidir.”