Tuğçe Isıyel: Sınavsız çağ yok

Psikoterapist Tuğçe Isıyel'in ilk kitabı Ya Hiç Karşılaşmasaydık, okurlarla buluştu. Isıyel, "Yas tutamadığımızda benzer yaşantıları, önceki yasımızın nesnesi olan şeyleri bugünümüzde de itinayla bulduğumuza ve yaşattığımıza inanıyorum. Geçmişimiz bir ölçüde kaderimiz oluyor sanki. Çünkü bana göre her yas tutulmayı bekliyor" dedi.

Google Haberlere Abone ol

Ege Gür

DUVAR- Psikoterapist Tuğçe Isıyel’in kaleme aldığı ve Doğan Kitap’tan yayınlanan kitabı Ya Hiç Karşılaşmasaydık, hayatta karşımıza çıkanalar kadar karşımıza çıkmayanların da bizi ve yaşantımızı nasıl etkilediğini samimi bir dille anlatıyor. Kitapta, sadece psikoterapi odasından değil yazarın kendi hayatından ve çevresinden gözlemlediği anekdotları da paylaşıyor.

Tuğçe Isıyel'le Ya Hiç Karşılaşmasaydık, üzerine konuştuk. Isıyel, "Her çağın sınavı kendine özgü. Sınavsız çağ yok. Ama bu çağın ilişki bağlamındaki zorluklarına bakacak olursak ilişkiler içinde ilişkisizlik diyebiliriz. Ya da bağlantılar arasında bağsızlık. Özellikle sosyal medyada çok kalabalık görünüyoruz ama gerçekten sahici ilişki kurabildiğimiz, muhabbetlenebildiğimiz kaç kişi var, durup bir düşünmek gerek. “Takılma” kültürü insandan mekana her yeri kaplamış durumda" dedi.

Ya Hiç Karşılaşmasaydık, Tuğçe Isıyel, 232 syf., Doğan Kitap, 2020.

Yetişkinler ve çiftlerle psikoterapi çalışmaları sürdürüyorsunuz. Öncelikle bu alana girişinizden bahseder misiniz?

Beni psikoloji alanında çalışmaya iten dürtü hep merak duygusu oldu. İnsanın iç dünyasında olan bitene, davranışlarının ardında yatan mekanizmalara duyduğum merak… İnsan oluşun çetrefili ama bir yanıyla da sadeliği. Muhtemelen önce kendimi anlama arzusu bu. Kendi ruhsallığını merak etmeyen biri için bu meslek epey zor ve sıkıcı bir alan olsa gerek. Meslek hayatıma ise önce çocuklarla çalışarak başladım. Sonra gördüm ki aileye temas ettikçe, aile değişip dönüştükçe çocuktaki semptomlar ortadan kalkıyor. Yani çocuk aslında ebeveynin, ailenin yaşadığı sıkıntıların bir aynası gibi.. Sonra kişilerin bireysel hayatlarında ve çift ilişkisinde olan bitenin, bir psikoterapist olarak oraya eşlik etmenin daha çok ilgimi çektiğini gördüm.

'HER ÇAĞIN SINAVI KENDİNE ÖZGÜ'

İlişkiler, kitabınızın önemli başlıklarından biri ve hepimizin hayatı çeşitli ilişkileri yürütme çabası içinde geçiyor. Aşk ilişkisi, arkadaşlık ilişkisi... Bunların hepsinin sınavdan geçtiği zamanlarda mı yaşıyoruz?

Bence her çağın sınavı kendine özgü. Sınavsız çağ yok. Ama bu çağın ilişki bağlamındaki zorluklarına bakacak olursak ilişkiler içinde ilişkisizlik diyebiliriz. Ya da bağlantılar arasında bağsızlık. Özellikle sosyal medyada çok kalabalık görünüyoruz ama gerçekten sahici ilişki kurabildiğimiz, muhabbetlenebildiğimiz kaç kişi var, durup bir düşünmek gerek. “Takılma” kültürü insandan mekana her yeri kaplamış durumda.

Biraz özellikle “mutlu” görüntülere yapışık bir halde yaşıyoruz sanki. Yaşamaktan ziyade göstermeye odaklanıyoruz gibi. Kitapta da bahsetmiştim gittiği konseri cep telefonundan izleyenlerin hikayesinden… Burada göstermeye dair bir eleştirim yok ama yaşama biçimimizi, ilişkilerimizi göstermek üzerinden kuruyorsak yaşadığımız hayata ve kendimize büyük bir haksızlık yapıyormuşuz gibi geliyor bana. Kendi kendimizi manipüle diyoruz o vakit.

Bir diğer mesele de çağın hızı, değişkenliği ilişkilere ve ruh halimize de yansıyor elbet. Bu çağın insanı olarak çok fazla uyarana maruz kalıyoruz. Odaklanmak zorlaşıyor, dikkati dağıtan çok şey var. Sıkılmaya, belirsizliklere, rutine tahammülümüz yok. Halbuki bu söylediklerim her türlü ilişkinin doğasında var olan şeyler ama bunlarla başımız hoş olmadığı zaman zorluklar başlıyor.

'TWİTTER ÇAĞIN KIRAATHANESİ GİBİ...'

Sosyal medya ve akıllı telefonlar birer fırsat mı yoksa lanet mi?

Sanırım nereden baktığımıza göre değişir. Sosyal medya sayesinde birçok bilgiye, kişiye ulaşmak çok kolay. Twitter mesela çağın kıraathanesi gibi.. Gayet keyifli yanları var. Ama işte orada yaşamaya, orada nefes alıp vermeye başlarsak çok fena. Orası o zaman lanetli bir yer olmaya aday çünkü bizi yönetmeye başlıyor, onsuz yapamaz oluyoruz. Sosyal medya ve akıllı telefonları biz yönettiğimiz sürece, onlar gerçekten bir “araç” olabildiği sürece epey avantajlı tarafları da var. Birçok karşılaşmaya alan açıyor bir kere, bu az bir şey değil.

Kendimizle ilişki kurmak, kendimize dair olan biteni farkında olmak zor mu?

Kendimizle ilişki kurmak demek sadece iyi taraflarımızla değil; hasarlı, karanlık yanlarımızla da, yaralarımızla da ilişki kurmak demek. Kendi yaşam öykümüzü, bireysel tarihimizi okumak, tanımak demek. Yalnızlığımızla, korkularımızla, arzularımızla göz teması kurmak demek. Bunlarla yüzleşmek, varlıklarını kabul etmek her zaman kolay olmayabilir. Cesaret gerektirir. Fakat bir yaşam ancak bu şekilde anlamlandırılabilir ve yaşanmaya değer bir hale gelebilir diye düşünüyorum. Ancak bu şekilde kendi öykümüzün kahramanı olabiliriz.

Kitabınızda kayıplar, ayrılıklar ve yas tutma hakkında incelikli ve anlamlı yazılar var. Bunlar günümüzde bireylerin en zorlandığı alanlar olabilir mi? Yas tutmak niçin önemli ve gerekli?

Kayıp, ayrılık gibi meseleler insan canlısının kadim meseleleri… Her daim zor. Yas tutmak da zor. Ve bence bir beceri de gerektiriyor. Kayba temas edebilmek, öleni öldürebilmek, ondan alacaklarımızı alıp, ona vereceklerimizi verebilmek, kısacası hesaplaşabilmek. Ama bu hesaplaşmayı en çok iç dünyamızda yapabilmek. Yas tutmak önemli çünkü yeniden devam etmemizi sağlıyor, takılıp kalmamamızı, kısır döngülerimizi kırmamızı…İnceldiği yerden kopmayı değil de; daha güçlü, daha bilgece tutunmayı…

Yas tutamadığımızda benzer yaşantıları, önceki yasımızın nesnesi olan şeyleri bugünümüzde de itinayla bulduğumuza ve yaşattığımıza inanıyorum. Geçmişimiz bir ölçüde kaderimiz oluyor sanki. Çünkü bana göre her yas tutulmayı bekliyor. Özgürleşmek en çok böyle mümkün olabilir gibi geliyor bana.

Ve elbette edebiyat… Yazdığınız metinlerde psikoloji ve edebiyat ilişkisini başarıyla kurduğunuzu görüyoruz. İyi bir edebiyat okuru olmak bir psikoterapisti nasıl etkiliyor? Sizi bu anlamda en çok etkileyen yazar ve şairler kimler?

Edebiyat en başta insanı ve insanın doğumdan ölüme dert ettiği ne varsa onu dert edinen bir alan. İnsanın, insanlığın, ilişkilerin tüm hallerini orada görebiliyoruz. İnsanın değişkenliğini, sürekliliğini, benzerliğini ve biricikliğini… İnsanın korkutuculuğunu, şefkatini, acımasızlığını… Kendimizi ve ötekini görüyoruz edebiyatta, ezeli ve ebedi meselelerimizi… Edebiyat tüm bu insanlık hallerine bağışıklığımızı güçlendiriyor öncelikle. Psikoterapi odasında da tüm bu insanlık hallerine tanık oluyoruz. Edebi bir karakterin hikayesine eşlik etme becerisi, psikoterapi odasında da bir kişinin öyküsüne eşlik etme becerisi kazandırıyor. Ve her iki alanda da belli bir mesafeden bakıyoruz olan bitene. Anlayabilmek, kavrayabilmek için bu mesafeye ihtiyaç duyuyoruz çünkü. Bir psikoterapistin danışanını yansız, yüksüz, yargısız dinlemesi çok önemlidir. Bir edebi eserle hemhal olunca da belki buna ihtiyacımız var. Psikoterapi odasında sadece görünenle değil, görünmeyenle de meşgul oluruz, tıpkı bir metnin satır aralarını da anlamaya çalışmamız gibi…

Tek tek isim vermekten ziyade beni tersten düşündüren, şaşırtan, ezberimi bozan yazar ve şairlerden etkilendiğimi söylemek isterim. Dengemi alt üst eden, eski köye yeni adet getiren her kelam hoşuma gidiyor, büyük bir hayranlık uyandırıyor bende.

Karşılaşmalara kucak açmak, karşılaşmalardan kaçmamak “biraz olsun değişmenin” olmazsa olmazı mı?

Kesinlikle öyle. Bizi değiştiren, dönüştüren hep karşılaşmalar. Sadece dış dünyada karşılaştıklarımız değil, iç dünyamızda karşılaştıklarımız da… Karşılaşmalara izin vermek, değişime de izin vermek demek. Katılığa değil akışkanlığa alan açmak, başka türlü bakmak demek. Ne büyük zenginlik.

'Psikoterapi odası'ndan notlar'Psikoterapi odası'ndan notlar