Gölgeler Çekildiğinde: Olumlanan 'tuhaflık'

Cahide Birgül'ün kaleme aldığı Gölgeler Çekildiğinde Kafka Kitap Yayınları tarafından yeniden yayımlandı. Gölgeler Çekildiğinde'de kişinin bedeniyle yüzleşmesinin işlenişi, “tuhaf” olarak tanımlanabilecek karakterlerin “farkını” olumlayarak, onları “anormal” olarak kurmadan tüm doğallığıyla anlatabilmesi bu metin üzerinde durma hissi uyandırıyor.

Google Haberlere Abone ol

İnsanın kendi hakikatine ulaşması, bedeninin, arzularının farkına varması zorlu bir süreç. Çünkü insanın varolabilmesi için bununla yüzleşmesi gerekiyor yoksa beden ömür boyu içinde yaşayacağın bir kafese dönüşebilir. Michel Foucault’nun çok sevdiğim bir cümlesinde ifade edildiği gibi: “Ama her sabah aynı mevcudiyet aynı yara. Her sabah, aynanın dayattığı o kaçınılmaz imge gözlerimin önünde şekillenir: ince yüz, kamburlaşmış omuzlar, miyop bakış, artık saçı kalmamış, gerçekten de yakışıklı değil. Ve işte başımın bu çirkin kabuğunda, sevmediğim bu kafeste kendimi göstermem, dolaştırmam gerekecek; bu parmaklıkların ardından, konuşmam, görmem ve görülmem, bu derinin altında çürümem” (2014: 40). Bu cümle bedenin kafese dönüşmemesi ve farktan dolayı yaralanmamak için onunla yüzleşmemiz gerektiğini hatırlatır bana. Çünkü beden kaçışımızın olmadığı yerdir, “parmaklıların ardından” mı konuşacağız, pencereyi çiçekli bir tarlaya mı açacağız öznenin kendi hakikatine ulaşmasıyla, yüzleşmesiyle karar vereceği bir durum. Bedenin arzularını sabitlememek, toplumsal normların seni “farklı” olarak kurduğu yanları olumlamak, her sabah karşılaştığın o imgenin her şeyiyle sen olduğunu bilmek sanırım iyileştirici olacaktır. Peki, bu konuyu anlatıya taşıdığımızda nasıl ifade edeceğiz bana kalırsa en başta farkı  "anormalleştirmeden" anlatabilmek gerekiyor. Eşcinsel bir aşk hikâyesi anlatırken mesela konuyu tüm doğallığıyla akışa yerleştirmek, onu toplumsal gözün denetiminden sıyırarak anlatabilmek önemli meziyet. Çünkü her türlü “farkı” “öcüleştirmeyen”, bir yargılama sebebi olarak görmeyen, olumlayan bir anlatıya dönüştürmek yazar için meşakkatli ancak bir o kadar gerekli diye düşünüyorum. Bunun anlamı da bir bakıma metni quirleştirmek demek. Böyle bir metnin yaptığı karakteri yargılamaktan çok anlamaya çağırması bana göre. Ayrıca, “tuhaflığın”, “farklılığın” olumlanması konu sadece cinsiyet olduğunda değil bir şekilde çoğunluğun “ucubeleştirdiği” ile eşit ilişki kurmada da işlevsel olabilir.

Cahide Birgül’ün Kafka Yayınları tarafından tekrar basılan Gölgeler Çekildiğinde adlı kitabını okurken, yukarıda bahsettiklerimi düşündüm. Birgül anlatısında, karakterleri üzerinden yukarıda bahsettiklerimizin uygulandığı bir anlatı ortaya koyuyor dersem sanırım abartmış olmam. Kişinin bedeniyle yüzleşmesinin işlenişi, “tuhaf” olarak tanımlanabilecek karakterlerin “farkını” olumlayarak, onları “anormal” olarak kurmadan tüm doğallığıyla anlatabilmesi bu metin üzerinde durma hissi uyandırıyor. Ayrıca kendi içine hapsolmuş, asıl arzularının farkında olmayan bir bedenin, kendine olan yabancılığının nasıl bitmeyen bir yalnızlıkla özneyi baş başa bırakabileceği, varlığını nasıl etkileyebileceği iyi ifade edilmiş ki bu durum yukarıda bahsettiğimiz “bedeni kafese dönüştürdüğümüzde” ne olur sorusunun karşılığını bulmamızı sağlıyor. Gölgeler Çekildiğinde'nin beni en etkileyen yanı da bu sanırım. Bir de kitaba dair atlanmaması gereken; kutsal aileyi aşındıran, ilişkilerde gücün öne çıktığı durumları deşifre eden, kurumları sorgulayan bir metin olması. Bu nedenle, Birgül’ün metni bize üzerine söz söyleyebileceğimiz epey malzeme veriyor.

Gölgeler Çekildiğinde, Cahide Birgül, 208 syf., Kafka Kitap, 2019.

BEDENİN VE ARZULARIN FARKINA VARMA

İnsanın kendisiyle birlikte taşıdığı bir de gölgesi var onu takip eden, görülmeyi ve yüzleşilmeyi bekleyen. Kitabın başkarakteri usturuplu, hayatı kendi koyduğu kurallarla yaşayan, yalnızlıkla ördüğü duvarların arasında, yaşadığı evde metinde tasvir edilen eşyalar gibi bir köşeyi kaplayan, hikâyesinin farkında olmayan bir öğretmen olan Esin için de durum böyle. Onun gölgesiyle yüzleşme hikâyesini başlatan, akrabası Deniz’in yanlarında kalmak için izin istediği mektup ile başlıyor. Deniz’in gelişiyle Esin’in renksiz dünyası ışıldamaya başlıyor çünkü bu aynı zamanda karakterimizin kendisiyle, bedeniyle, arzularıyla yüzleştiği bir aşk hikâyesinin de başlangıcı oluyor. Lezbiyen olduğunun farkında bile olmayan, hislerini ve arzularını katlayıp çekmeceye kaldırmış bir kadının kendini hatırlaması, çoğunlukla kendi koyduğu ve öğretmen olan annesinin izini taşıyan kuralları yıkarken, Cahide Birgül’ün hikâyeyi “tuhaflaştırmadan” “anormalleştirmeden” anlatıya taşıması daha öncede kısaca bahsettiğimiz gibi bu metni başka bir yere taşıyor.

Özellikle çok kolay sorunlu olarak gösterilebilecek Deniz karakterinin “farklı” yönleri olumlanarak, onu “öcüleştirmeden” kendi oluşuyla Esin tarafından kabul edilmesi bunun güzel bir örneği. Ki bunu açıkça belirten cümlelere de rastlayabiliyoruz: “O ‘iyi kızı’ istemiyordum, çünkü onun varlığında beni tedirgin eden bir tehdit saklıydı. Yıllar önce okuduğum romanları çağrıştıran bir duyguydu bu. O kitaplardan da, sayfalarını heyecanla çevrilmesine neden olan başka tür bir koku yayılırdı; çekici, baş döndürücü, bir koku… Tehlike hissettiklerimi anlatabilecek en iyi kelimeydi sanırım.” Esin’in yaşamına giren Deniz’i olduğu gibi kabul etmesi, tehlike hissettirmesine karşın onun “iyi kız” hâlini istememesi, onun “farklı” olarak tanımlanabilecek yanlarını törpülemeden onu arzulaması gizli bu cümlelerde bence ve bu da söylemeye çalıştığımızın göstergesi oluyor. Bunun yanı sıra Deniz karakteri “tuhaf” ve “kötü” olarak kodlanabilecek çok fazla özelliği barındırıyor aslında kitap boyunca, üzerindeki gizem, Esin’e yaşattıkları, onu bu açıdan değerlendirmeye olanak veriyor ancak karakterin anlatıdaki yeri onun geçmişi ve aile ilişkileri sorgulanarak belirleniyor bu da onu “damgalı” hâle getirmenin önünü keserek okurda anlama çabası ortaya çıkarıyor.

Cahide Birgül’ün metninde ayrıca dikkat çekici olan aile içinde otoriter figür olarak annenin seçilmesi çünkü çoğu zaman otorite simgesi olarak babayı görürüz ki bu kitapta baba silik bir karakter olarak çıkıyor karşımıza. Metinde bir yerde şöyle anlatılıyor anne: “İşte böyle bir kadındı annem. Adaletin kılıcı gibi sallanır dururdu insanların tepesinde. Kimseden sakınmazdı.

Ne müdür bey, ne sorumsuz bir veli, ne de hata yapmış yakın bir dost onun acımasız dilinden kurtulabilirdi.” Kitapta annenin otorite olarak temsil edilmesinin öğretmen olması ile de ilişkisi kurulabilir. Devamlı düzelten, hataya yer vermeyen, denetleyici bir pozisyona yerleştirilen anne hem aile kurumunun hem de okulun temsili olarak yorumlanabilir. İşin ilginç yanı annesi ile sorunlu olan Esin’in ondan kaçamaması, hem yaptığı mesleğin aynı olması hem de ara ara metinde vurgulanan “annesi gibi davranma” durumu, bir yandan kaçışı olmayan otorite olarak onu algılamamızı sağlarken, diğer yandan okul ve aile gibi kurumların bireyin biçimlenmesindeki rolünü de sezdiren bir işlev görüyor.

METİNDE YAZARIN YAŞAMINDAN İZ VARSA

Cahide Birgül’ün Gölgeler Çekildiğinde kitabına dair bahsedilenlerde sıkça rastladığımız, yazarın bu metinde kendi yaşamından izler olması. Hem bu bilgi hem de yazarın anlatısı bana Jeanette Winterson’u çağrıştırdı çünkü benim fikrimce dünya edebiyatında yaşamını metniyle kesiştiren, kendi sesini metinden esirgemeyen isimlerin başında geliyor yazar. Ayrıca onun bu konuda söylediklerini de önemli buluyorum diyor ki: “Ben yazarın hayatıyla eserleri arasındaki kesişmenin okur açısından önem taşımadığını düşünüyorum. Okura sunulan, yazarın bedeninden bir parça ya da doğrudan zihniyle ilgili bir içgörü değil, kendi başına ayrı bir gerçekliktir. Bu gerçeklik, okurun gerçek dünyasından ayrıdır; bir o kadar önemlisi, yazarın gerçek dünyasından da ayrıdır. Yazara yöneltilen ‘Bunun ne kadarı sizin kendi yaşantınıza dayanıyor?’ sorusu anlamsızdır” (2018: 37). Buradan yola çıkarak metnin yazar dışında bir dünyası olduğunu, kendisinden beslense bile onun artık başka bir yerden seslendiğini söylemek yanlış olmaz. Bu nedenle metinlere dair bahislerde direkt olarak yazarı görmektense anlatılana bakmak, üzerine söylenecek söze oradan başlamak gerek böylece hikâyede yazarı değil dert ettiğini görmeye başlayabiliriz ve anlatılanı gösterinin sahnesinden çekip, okur ile metin arasında başka bir bağ kurabiliriz. Ki, Gölgeler Çekildiğinde kitabının hikâyesi sezdirdikleriyle, yazarın yaşamından izler taşımasının ötesinde bir yere geçiyor.

DEDEKTİF HİKAYELERİNİN İŞLEVİ NE?

Metinde araya sıkıştırılan dedektif hikâyeleri bu kitabın polisiye olarak algılanmasına da neden olmuş. Bu hikâyeler üzerine düşündüğümde, anlatıyı düz bir şekilde ilerlemekten kurtaran, hikâyenin gerçekliğini kıran bir işlevi olduğu sonucuna vardım. Kendinizi metne kaptırmış giderken araya giren bu anlatılar sizi o an içinde olduğunuz atmosferden uzaklaştırırken, bir yandan da aslında o hikâyelerdeki şüphe hissini geçirerek, metni merak etmenizi sağlıyor. Böylece, kitabın ilk başından sonuna kadar şüphe ve merak duygusu kaybolmuyor. Bunu şöyle ifade edebiliriz, hızla bir yolda ilerlerken birden içinde olduğunuz aracın penceresinden fark ettiğiniz manzaranın sizi başka şeyler düşünmeye itmesi, hayallere daldırması gibi. Anlatıda bu durumu metnin içinde pencere açmak ve havasını değiştirmek şeklinde de düşünebiliriz.

Cahide Birgül’ün Gölgeler Çekildiğinde kitabında her şeyin hikâyeyi anlatabilmek için işlevsel kılındığını söylemek mümkün, mevsimler, eşyalar, kıyafetler… Tüm bunlar okuru anlatının atmosferi içine sokuyor ve orada metin bittiğinde de bir süre vakit geçirmesini sağlıyor. Metin boyunca en baskın duygu yalnızlık ki sanırım bu duyguyu en çok bana geçiren metinlerden biri bu kitap. Yazarın açtığı patikalar kitabı farklı şekillerde yorumlanmaya müsait hâle getiriyor, bu nedenle bu kitabın söylemek istedikleri üzerine düşünülebilir, başka açılardan bakılıp farklı okumalar yapılabilir. Yeni düşünmelere ve tartışmalara vesile olabileceğini de göz önüne alarak tekrar basılmasının heyecan verici olduğunu söyleyebilirim.

KAYNAKLAR

  • Foucault, M., (2014), “Teorik Bakış, 3. Sayı, ‘Ütopik Beden’” (Çev. Sibel yardımcı), İstanbul: Sel Yayıncılık.
  • Winterson, J, (2018), “Sanat Baş Kaldırır, ‘Coşku ve Cüretkârlık Üzerine’”, (Çev. Zeynep Baransel), İstanbul: Sel Yayıncılık.