Umutsuzluk şiiri besler ama öldürür

Hiçbir gerçek şair, şiir yazmasının temel nedeni olarak “yayınlanma” yı görmez. Şiir yazmak öncelikle bireyin yaşamsal bir sorunu olmalı. Bunu böyle kabul ettikten sonra, yayınlamak gibi bir sorun kendiliğinden çözülür çünkü şiiri yaşamsal bir sorun olarak algılayan birey, kendine özgü olanı bulacaktır.

Google Haberlere Abone ol

Geçenlerde bir kültür merkezinde tanıştığım ve yirmi beş-otuz yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim bir arkadaş şiir yazdığını söyledi. Yayınlayıp yayınlamadığını sorduğumda, yayınlamadığını, artık bu konuda umutsuz olduğunu anlattı. Çünkü, dedi, dergilere gönderiyorum, yayınlanmıyor. Yayınevleri de kitabımı basmıyor. Şiir yazmanın anlamı yok ki…

Şiirin içinden biri olarak, sık karşılaştığım bir durum. Bu umutsuzluğu çok iyi anlıyorum. Umutsuzluk şiiri besler ama öldürür. Eğer üretici bir dinamiğe dönüştüremezseniz, umutsuzluk her şeyi tüketir. Yalnızca şiirde değil, bütün sanatlarda ve diğer yaratıcı etkinliklerde umutsuzluk bir yere kadar bireyin iç gözlem yapabilmesi için gereken “kendi kendisiyle kalma” sında bir işlev görebilir. Ama kronik bir umutsuzluk, bir tür “felç” olma durumudur.

Bana göre, bir kez hiçbir gerçek şair, şiir yazmasının temel nedeni olarak “yayınlanma” yı görmez. Öncelikle, Rilke’nin şu sorusuna içtenlikle cevap arar: Hani Rilke Genç Bir Şaire Mektuplar adlı incecik ama yakıcı kitabında, genç şair Kappus’a önerir ya: “Gecenin en sessiz bir anında kendine şu yalın soruyu sor: ‘Şiir yazmazsam, yaşayabilir miyim? Bu soruya ‘yaşayamam’ cevabını veriyorsan, yazmayı sürdür.”

Demek, şiir yazmak öncelikle bireyin yaşamsal bir sorunu olmalı. Bunu böyle kabul ettikten sonra, yayınlamak gibi bir sorun kendiliğinden çözülür. Çünkü şiiri yaşamsal bir sorun olarak algılayan birey, kendine özgü olanı bulacaktır. En yaygın hata olan, “içeriğin büyüsüne kapılıp, biçimi gözardı etme” hatasına düşmeyecektir. Kendi sesine benzer, kendi kan grubundan olan “ölü ozanlar derneği” üyesi şairlerini bulabilecektir ve öncelikle onlara yazacaktır. Örneğin ben bir şiir yazdığımda, “bu şiiri Puşkin okusa ne derdi?”, “bu şiiri Neruda okusa ne derdi?”, “İlhan Berk okusa ne derdi?” Ya da “Nazım okusa ne derdi?” diye düşünürüm.

Hiç unutmam, üniversitede öğrenci olduğum yıllarda, bir gece umutsuzluktan hıçkırıklarla ağlamıştım. Çünkü hangi sözcüğü kullansam bir şair tarafından kullanılmış, hangi şiiri yazsam bir şair tarafından yazılmıştı. Tanrım, ben ne yazacaktım! Ama öyle olmuyor. İnsan süreç içerisinde neyi, nasıl yazması gerektiğini öğreniyor. Bu sürecin gerçekleşmesi, elbette bir eleştiri ortamının içinde olmaya da bağlı. Yazdığınız metinleri değerlendirebilecek doğru arkadaş çevresi çok önemli. Bir araya gelip, şiirden çok şairleri konuşan bir ortamın pek yararı olmaz.

Düşünüyorum da, 1980’li yılların başlarında, şiirler yazan genç insanlar olarak Ankara’da nefis bir şiir-şair ortamımız vardı. Elbette bunu bizim kuşak oluşturmuştu: Ahmet Erhan, Behçet Aysan, Adnan Azar, Hüseyin Ferhad, Akif Kurtuluş, Ali Cengizkan, Şükrü Erbaş, Adnan Satıcı. Elbette ağabeylerimiz Metin Altıok ve Ahmet Telli de bizimle birlikte oldular. Hüseyin Cöntürk bir eleştirmen olarak hepimizi yakından izler, yayınlanmış bir şiirimizle ilgili eleştirisini mutlaka yüzümüze karşı yapardı. Kafelerde, kahvehanelerde, çay ocaklarında, biracılarda ve en önemlisi de o zamanlarda yayınlanan dergilerin bürolarında bir araya gelir, şiir, edebiyat konuşurduk. Samimi ve saygılı bir atmosfer olurdu. Hepimiz iyi şiirin peşindeydik. Kötü bir şiir yayınlamışsak, Veysel Öngören’in acı eleştirisinden kaçamazdık. Kitap yayınlamak, bu günlere kıyasla, neredeyse imkânsızdı. Baskı teknolojisi gelişmemiş, yayınevi olanakları sınırlıydı. O zamanlar bilgisayarın ve internetin henüz olmadığı göz önüne alınırsa, yayın olanakları bugünle karşılaştırılamazdı bile.

.

Dergilerde ve edebiyat-şiir ortamında kendimize yer bulma zorluğunun en önemli nedenlerinden biri olarak yaşlı kuşağı görüyorduk. Hatta o yıllarda yayınlanan, dönemin etkili dergilerinden Yeni Düşün dergisi, 1986’da hem o yılların şiirini hem de genç kuşak-yaşlı kuşak çelişkisini gündeme getirdiği bir dosya yayınlamıştı. Bu dosyada Mehmet Müfit, Behçet Aysan, ben (Salih Bolat) , Enver Ercan, Adnan Özer, Hüseyin Haydar ve Tuğrul Tanyol gibi dönemin genç şairleri bir araya gelmiş ve tartışmıştık. (Burada, artık hayatta olmayan Mehmet Müfit, Behçet Aysan ve Enver Ercan kardeşlerimi sevgiyle ve özlemle selamlıyorum.)

Umutsuzluğa düşmüş olan genç şair arkadaşlarıma akıl vermek gibi anlaşılırsa, üzülürüm çünkü burada söylediklerimi kendime de yöneltiyorum. Sanırım herhangi bir sanatla uğraşan ama özellikle kolaymış gibi görünen şiir sanatıyla uğraşanlar (Nazım Hikmet, “şairlik zor zanaat” demişti), kendilerini şiir yazmaya zorlayan herhangi bir dış gücün olmadığını, bu işin ancak bir iç gereklilik olarak, bireyin kendi iç dinamizminden kaynaklandığını bilirler. Yaratıcı etkinlikler son derece bireysel olmakla birlikte, bu etkinliklerde bulunan bireylerin devraldıkları poetik miras da son derece toplumsaldır. Üretilmiş estetik ölçütler, sanat felsefesini oluşturan birikim, insanlığın malıdır. Bu yönüyle herhangi bir sanatla uğraşmak bireysel görünse de, gerçekte toplumsaldır. Demek şiir yazmak, özgür bir eylemdir ama “başıboş” bir eylem değildir.

Şiirin içerdiği evrenin hakikat duygusu uyandırması için, genel olarak yapıldığı gibi sadece “insan”ı gerçekliğin öznesi olarak kabul etmek, şiirin anlam üretme olanaklarını büyük ölçüde ortadan kaldırmak demektir. İnsan çevresi ile birlikte, onu kuşatan doğayla, canlı-cansız (aslında “cansız” denilen doğanın da şiir bağlamında canlı olduğunu düşündüğümü belirtmeliyim) nesnelerle birlikte anlamlıdır. Şiir eğer yoğunlaştırılmış anlam ise, ki öyledir, yalnızca “insanı” estetize edilen gerçeklik olarak kavramak, bırakın şiiri, bütün sanatlara, bütün söylem biçimlerine aykırıdır. Hani İlhan Berk bir yerde Nazım Hikmet’in şiirleri için “vıcık vıcık insan” eleştirisinde bulunur ya, belki bu biraz abartılı gelebilir, ama burada söylenmek istenen tam da budur. İnsanı nesnelerden, “şey”lerden, doğadan, hayvanlardan ayrı, salt ele alırsanız, şiirinizin şematik bir gerçekliğe düşme riski her zaman vardır.

'ŞİİR GERÇEKLİĞİ YENİDEN ÜRETMENİN DİLİDİR'

Şiir nicelik değil, niteliktir. Yani gerçekliği kavramanın, onu yeniden üretmenin dilidir. Bu dil ister düzyazı (nesir) biçiminde düzenlensin, ister dize biçiminde… Şiir geniş bir imge dünyası gerektirir. Üretilen metin bütünlüklü bir yaşantı bölüğü, okurda karşılığını bulabilecek ve onun yeniden üretebileceği bir imgesel evren sunmalıdır. Metnin içerdiği geniş imge dünyası birbiriyle bağlantısız, dağınık, uzak, şematik ve yapay olmamalıdır. Şu da var: İmgesel ilgi alanlarımız, onu şiir diline dönüştürebilmek için usta bir şiir becerisi, çalışması ve mühendisliği gerektirir. Çünkü şiir, dediğim gibi eni konu yoğunlaştırılmış anlamdır. Bu nedenle, anlamsal yoğunluğu zaten kendi başına şiddetli olan nesne, imge, sözcük ve bağdaştırmalarla şiir yazmayı tercih eden bazı “umutsuz” arkadaşların, bu malzemelerin şiir olmamak için, kendi özgürlüklerini korumak için dirençleri karşısında çaresiz kaldıklarını hisseder gibiyim.. “Şiirsel imge”nin şair-birey tarafından gerçekleştirilen bir “tasarım” olduğunu yalnızca ben söylemiyorum. Ayrıca, şiiri destekleyecek, ona bütünlüklü olması için yön verecek bir yaşam projesinin, ütopyasının, ideolojisinin olması gerekir. Aksi halde ortaya düş gibi, sayıklama gibi bir metin çıkar.

Burada söylediklerimin ukalalık olarak algılanmasını istemem. Şu bir gerçektir: Türkiye’de şiir çok yazılmasına karşın, eleştirisinin yeterince gelişmemiş olduğu bir sanattır, ne yazık ki. Şiirin eleştirisi, iki-üç değerli adı saymazsak, yine şairler tarafından yapılıyor. Bunun nedeni, şiire içeriden bakabilen bir eleştirel duyarlılığın, akademik bir dilin gelişmemiş olmasındandır. Diğer sanatlarda, örneğin plastik sanatlarda ve sahne sanatlarında, sanat yapıtının nicelik boyutu, biçim yanı, teknik ayrıntıları, o sanata içeriden bakabilme yeterliliği olmasa bile, üzerine birçok eleştirel düşünce üretilebilecek özelliğe sahiptir. Oysa şiirin biçimsel, teknik malzemesi çıplak dildir. Bu nedenle şiir eleştirmek, tamamen ona içeriden bakabilmeyi gerektirir. Bu, şu anlama gelir: Şiir eleştirisi yapabilmek için estetik, dilbilim, tarih, sosyoloji, felsefe, edebiyat tarihi, psikoloji, sanat tarihi bilmek yeterli değildir; imge yapma süreçleri, sözcük ideolojisi, metaforik gerçekliğin hakikatle ilişkisi, sözcüklerin nesnelerle ilişki düzeyleri ve biçimleri, aşk, yalnızlık, ölüm, kavga, düş vb. bir yığın şeyle ilgilenmek gerekir. Yani “dil” dediğimizde onun içini hangi süreçler ve dinamikler dolduruyorsa, hepsiyle ilgilenmek gerekiyor.

Demek umutsuzluk, şiir ve sanat söz konusu olduğunda çok da kötü bir şey değil. Ama onu “kontrollü umutsuzluk (nasıl olacaksa!)” olarak sürdürmek kaydıyla. Bir yerde Haider’in söyledikleri de doğru “…Kötümserlikten farklı olarak umutsuzluk, bir yandan her yerde sınırlar görürken, bir yandan da düşünceyi ve eylemi mevcut koşullara karşı çıkmaya teşvik etme eğilimi taşır.” Böylece umutsuzluk, “kökten farklı bir şeyin olanağını koruyarak, bizzat sessizleştirdiği umut ruhunu uyandırır. (E-Skop,Asad Haider, Çeviri: Derya Yılmaz)”