Kendinde insanı arayan bir kitap: Maymunun Kitabı

Önder Birol Bıyık'ın "Maymunun Kitabı" adlı deneme kitabı Klaros Yayınları tarafından raflarda yerini aldı. "Ülke olarak bugün tartıştığımız sorunlarla Cumhuriyetin kuruluş döneminde tartıştığımız sorunlar arasında bir fark yok" diyen Bıyık ile "Maymunun Kitabı"nı, çocukluğu ve postmodernizmi konuştuk.

Google Haberlere Abone ol

Ercan Jan Aktaş

Önder Birol Bıyık şiir kitaplarıyla tanıdığımız bir şair. Maymunun Kitabı isimli deneme anlatı kitabı geçtiğimiz günlerde Klaros Yayınları'ndan okurla buluştu. Maymunun Kitabı, edebiyattan felsefeye, müzikten siyasete, şiirden hayata farklı kulvarlarda denemeleri bir araya getiriyor. Okuru hemen sarıp sarmalayan sıcak bir dille kaleme alınmış kitap. Maymunun Kitabı kişisel bir varoluş tarifi gibi de okunabilir.

Önder Birol Bıyık'la Maymunun Kitabı hakkında söyleştik.

Öncelikle yeni kitabınızın yolu açık olsun diyorum. İlk başta isme takıldım ben. Neden Maymunun Kitabı?

Aslında benim imgelemimde birkaç çağırışımı var kitabın isminin. Kirlenmiş bir dünyada yaşıyoruz. Distopik bir sistem içinde insan gerçekten çok kirlendi. Tarihler boyu kültürü, sanatı, edebiyatı üreten ve biriktiren insanın, küresel bir karanlıkta böylesine zembereğinden boşanması bir yabancılaşma duygusu da yaratıyor, toplumsal olandan kaçıp uzaklaşmak istiyorsun. Hayvanların ve bitkilerin dünyası çok daha masum ve pazarlıksız... Bilirsiniz maymun, insana en yakın hayvan cinsi. Aynı zamanda hem çok sevgi dolu hem de şenlikli. Gerçi kitapta şenlikli şeylerden bahsettiğim söylenemez ama sonuçta onun masumiyeti anlatmak istediğim konularla bir noktada buluştu. Evrim teorisinde insanın ilk atası bir maymun cinsi olan Afarensisler. Ki ben de inanırım evrim teorisine. Afarensislerden bugüne insan soyu, doğa ile savaşım içinde uygarlıkla buluştu. Sonrasında insan-doğa çelişkisi belki hep var oldu ama sınıflaşma ile birlikte insanın insanla çelişkisi, tarihin devindirici gücü olarak öne çıktı. Tarihsel devinim sürekli ileriye akan bir şey değil. İyilik kadar kötülük, sevgi kadar vahşet de biriktirdi insan soyu. Bunun temelinde de elbette sınıflı toplumların yarattığı emek mücadelesi vardı. Belki teknolojiyi yarattık, kültür, sanat gibi kavramlarımız var ama toplumsal ilişkiler bakımından yarı barbarlık sürecini yaşıyoruz aslında biz. Üretim bakımından uygar ama insanın insanla ilişkisi bakımından barbar... Bu soyutlama beni, yaşadığımız küresel çağda insanı, pro-insan olarak tanımlayabileceğimiz sonucuna götürdü. Belki değerler bakımında insanlığının bilincine henüz erememiş ama elinin altındaki müthiş teknolojiyle iktidar biçimleri arasındaki çelişkinin yol açtığı çağın paradokslarına, barbarlığına maymun masumiyetiyle bir bakış denemesi olarak da değerlendirilebilir.

'MAYMUNUN KİTABI İÇİMDEKİ MAYMUNUN KONUŞMASI'

Kitapta edebiyat, müzik, tarih, felsefe, tiyatro, yaşam üzerine aforizmalar gibi pek çok konuda deneme yer alıyor. Bu çeşitliliğin nedeni ne?

Maymunun Kitabı uzun bir zaman diliminde yazdığım yazılardan oluşuyor. Yazıların birçoğu köşe yazdığım gazete, dergi ya da internet sitelerinde yayınlandı. Bu anlatılar bir bakıma benim kalemimle dertleşmem olarak da değerlendirilebilir. Düşün dünyasında tek boyutlu ilerlemek mümkün değil. Edebiyat yapıyorsanız biraz felsefe, biraz tarih, biraz sinema ve tiyatro bilmeniz gerekiyor. Sanatın kültürün farklı kulvarlarında bir alt yapı oluşturmadan, sanatın bir alanında da verimli ürünler ortaya çıkarmak zor. Kitapta yer alan her yazı, benim duygu düşün dünyamın farklı açılarını oluşturuyor. O bakımdan okur kitabı okuduğunda aslında yazarın kimliği, yaşama bakış açısı, iç dünyası hakkında bir fikir ediniyor. Denemenin öznel olan yanı da bu zaten. Denemede yazar, bir fikrin doğruluğuna yanlışlığına bakmaz. Onun öznel hallerini görürsünüz. Bilimsel bir makaleden ayırt eden budur denemeyi. Bu bakımdan Maymunun Kitabı içimdeki maymunun konuşması aslında... Tematik bir kitap olsun istemedim. Kendi iç zenginliğini yansıtsın, kendimle ve okurla sohbet sıcaklığı taşısın istedim.

Sık sık çocukluğunuza kaçıyorsunuz anlatılarda. Ne ifade ediyor çocukluk sizin için? Neden bu vurgu?

İnsanın kişiliğinin temel taşları aslında yedi yaşına kadar yerine oturuyor. Ondan sonra üzerine koyuyor ya da bazı özelliklerinizi köreltiyorsunuz. Çocukluk, bana sorarsanız yaşamın altın çağı. Dünyaya gözlerinizi açtığınız andan itibaren yaşamın ilk halleriyle karşılaşıyorsunuz. Meyvenin ilk tadı, ilk sevgi, ilk dostluk, ilk okuma, ilk sahiplenme duygusu; hepsi çocukluğa ait şeyler. İlk duygular her zaman en güçlü olandır. Tekrar eden şey gücünden ve ışıltısından bir şeyler kaybediyor ister istemez. Hayata şaşırdığınız zamandır çocukluk. Toplumun öğretilmiş değerleri, otoritesi sizi hizaya sokamaz. Çocukken belki bakıma muhtaçsınız ama sürüden biri de değilsiniz. İktidar kavramınız yok, sıkıştırılmış toplumsal kalıpların esiri değilsiniz. Bu çok önemli benim için. Bütün duygular olanca doğallığı ve keskinliği ile yaşanıyor. Önyargılar ve kör yargılar sizi kuşatmıyor. Bu yüzden yaşamın hiçbir evresi, çocuksu mutluluk kadar haz vermez insana. Bilmiyorum, bunun benim kişisel yaşanmışlığımla da ilgisi olabilir. Geçmişe dönüp baktığımda yaşamımın en güzel çağlarının çocukluk çağları olduğunu görüyorum. Belki bir başkası için başka bir tecrübe söz konusu olabilir ama benim için böyle bu. O yaşanmışlıklar, beni geçmişe iten o duygular uçup gitsin istemedim. Bir de şu var, geleceği karanlık görünce, geçmişin aydınlığına sığınıyor insan, biriktirdikleriyle yaşama tutunuyor.

Maymunun Kitabı, Önder Birol Bıyık, 174 syf., Klaros Yayınları, 2019.

Kitapta varoluş sorunlarını konu alan epey bir şiirsel-aforizmik metin var.

Evet. Yaşam hallerinden damıtılan felsefi çıkarımlar ile edebiyatın olanaklarından yararlanarak kurulmuş metinler bunlar. Okurlar hüzünlü bir sesi olduğunu söylüyorlar bu metinlerin. Bunun için özel bir çaba harcamadım. Onlar benim iç dünyamı yansıtıyor. Umut, umutsuzluk, yaşam kırıkları, biriktirdiklerimiz, sorgulamalarımız, vahşi inat, hepsi kendi bilinç akışımın dışa vurumu olarak kaleme geldi, ben de yazdım. Varoluşu anlama ve anlamlandırma çabası aslında. Yaşam sonuçta hislerle algılanan bir şey... Bir şey size iyi ya da kötü geliyor. Bütün kavramsallaştırmaların yarattığı bir duygu hali var ve insanın yaşam algısını sonuçta duygu durumları oluşturuyor. Condillac felsefesi gibi oldu belki bu tanımlama ama bir gerçekliği de tarif ediyor. Kendi varoluşunu anlamlandırırken yaşadığımız çağın kuşatması, boğuntusu insan yanımızı bir hayli sarsıyor. Bütün bunları edebiyatın diliyle usa büründürüp insancıllaştırmadığımızda, oradan yeni bir bilinç kuramadığımızda katlanması çok güç şeyler. Bu metinlerin benim için böyle sağaltıcı bir yanı var.

'KÜRT SORUNU BU ÜLKENİN EN TEMEL SORUNU'

Kitapta Kürt sorunu merkez alan anlatılar da yer alıyor; Yarbay Mehmet, Roboski'nin Ölüleri gibi. Barış teması hep var.

Kürt sorunu bu ülkenin en temel sorunu... Bütün sorunlar güncel olarak ister istemez Kürt sorununa bağlanıyor, ondan etkileniyor. Ben bütün kimliklerin, dillerin, inançların özgürce yaşanması gerektiğine inanan, emekten yana bir dünya özleyen biriyim. Bu ülkede uzun yıllar Kürt kimliği inkâr edilirken, Kürtler ötekinin ötekisi muamelesi gördü. Tepeden inmeci Türk uluslaşması ile ilgili bir şey bu. Tek ulus tek pazar anlayışı ile bir ulus inşa edilirken diğer etnik kimlikler, Türklük kavramı içinde asimile edilmek istendi. Ancak bu ulus kavramının ne kadar sorunlu bir kavram olduğunu bugün daha net görüyoruz. Aslına bakarsanız ülke olarak bugün tartıştığımız sorunlarla Cumhuriyetin kuruluş döneminde tartıştığımız sorunlar arasında bir fark yok. Hala Kürt sorunu, Alevilik sorunu, inançlar sorunu, kimlikler sorunu... Öyleyse bu bir asırlık zaman dışa bağımlı kapitalizmin yerleştirilmesinden, kitsch bir modernizmden başka ne işe yaradı? Cumhuriyet'in kuruluşundan bu yana yaşanan onca trajediden sonra geldiğimiz nokta Diyarbakır ile Ankara'nın ruhsal kopuşuysa bu metazori toplum sözleşmesini oturup sorgulamak lazım. Siz hala Kürtlerin yerelde kendi kendisini yönetmesini bile izin vermiyor, seçilen belediye başkanlarını içeri tıkıp yerine kayyım adı altında atanmış valileri, kaymakamları geçiriyorsanız, Demirtaş gibi dünyanın saygı duyduğu bir lideri yıllarca içeride tutuyorsanız kardeşlikten söz etmenin imkânı kalır mı? Aslında tarihten bugüne gelen bir siyaset ve iktidar diyalektiğinin sonucu bu çözümsüzlük...

Osmanlı'ya muhalefet eden İttihat ve Terakki'nin, İttihat ve Terakki'yle muhalefet eden Kemalizm'in, bugün Kemalizm'den çok da hazzetmeyen ve çevreden merkeze gelen Siyasal İslam'ın siyaset biçimleri üç aşağı beş yukarı aynı. İktidarlar değişiyor ama paradigma hep aynı kalıyor. Türkiye'de zenginlik konusu olan her şey, çatışma konusu haline getirilerek toplumun enerjisi tüketiliyor. Sağlıklı işleyen demokratik bir yapı inşa edemediğinizde ekonominiz de siyasetiniz de sosyal yaşamınız da huzur bulmuyor. Bakın, toplu intiharlar başladı. Her gün neredeyse birkaç kadın cinayeti işleniyor bu ülkede. Şiddet dili toplumsal hayatın her gözeneğine sinmiş. Oysa Türkiye'deki zenginlik dünyanın hiçbir yerinde yok. Bu toprakların enerjisi pozitif bir yönde kanalize edilse dünyanın en gelişmiş uygarlığını yaratabilecek potansiyele sahip. Ben Türkiye'nin geleceğini barış içinde demokratik esaslara göre şekillendirilmiş yeni bir toplum sözleşmesinde görüyorum. Bugün için çok umutlu şeyler söyleyemiyoruz belki ama tarihin akışı ister istemez bunu bir zorunluluk olarak karşımıza çıkartacak. İyi ki de çıkartacak. Bu toprakların insanı Türküyle Kürdüyle çok acı yaşadı. Acıya acı eklemenin kimseye bir yararı olduğunu sanmıyorum. Kendin için hak gördüğünü başkası için de hak görmediğinde kaos ve toplumsal çatışmaların önünü açmış olursun. Bunun sanıldığı gibi politik değil, vicdani bir mesel olduğunu düşünüyorum. O yazıların da bir vicdan yazısı olarak okunmasını tercih ederim şahsen.

Kitapta Halil Berktay, Ataol Behramoğlu, İlber Ortaylı gibi tanınmış simaların da eleştirisini yapıyorsunuz.

Bu eleştiriler değişik zamanlarda yapılan açıklama ya da yazılara bir cevap niteliği taşıyor. Aslında buradan yola çıkılarak yeniden bir aydın tartışması yapılabilir Türkiye'de. Ancak ben o çerçevede yapmadım eleştirilerimi. Konu odaklı eleştirilerdi. Mesela Ataol Behramoğlu'nu eleştiren yazım, Meral Akşener'e destek açıklamasını konu alıyordu. Halkın Nabzı gazetesinde yayınlanmıştı. Sosyal medyada paylaştığımda Behramoğlu hakarete varan şeyler yazdı. Hatta kara kaplı defterine aldığını, bir hafta içinde yazıyı kaldırmazsam mahkemeye vereceğini falan söyledi. Tatsızdı tabii. Onun düştüğü seviyeye düşmeden cevabını verince tartışmadan çıktı gitti.

Mahkemeye verdi mi?

Yok ya. Ne verecek? Gülerler insana.

'KÜRESELLEŞMENİN ACIMASIZ GERÇEKLERİ POSTMODERNİZMİN MUMUNU ÇABUK SÖNDÜRDÜ'

Biraz da felsefi yazılardan söz edelim. Tarihsel ilerleme, postmodernizm üzerine epey bir makale yer alıyor kitapta. Postmodernizmi özellikle önemsiyor gibisiniz.

Evet, postmodernizmi önemsiyor ve ona eleştirel yaklaşıyorum. Maymunun Kitabı'nda postmodernizmin nesnel yapısı, tarihsel perspektifi, zaman-mekân algısı gibi konuları da işlemeye çalıştım. Postmodernizm, tarihsel süreci modernizm - postmodernizm ikileminde ele alarak sistemin başat çelişkisi sınıfsallığı yadsıyor. 1950'lerden sonra ortaya çıkan üçüncü Sanayi Devrimi ile birlikte üretim temelli değil, tüketim temelli bir toplumsal örgütlenmenin inşa edildiğini ileri sürüyor. Buna göre bu örgütlenme biçimi, üretimin katı hiyerarşisini, bu hiyerarşi içinde oluşan iktidar anlayışını, kamusal sinizmi, zaman-mekân algısını teknolojinin gücü sayesinde parçaladı. Postmodernist anlatıda, modernizmde birbiri ile çatışan bütün ideolojiler benzer karakteristikler taşıyan, buyurgan bir üst anlatı. Kapitalizmin ulaşabileceği en dengesiz ve en çılgın nokta olan faşizmin insanlığa yaşattığı trajedileri eleştirirken oradan ideolojisizleştirme çıkartmamak lazım. Aslında sizin ideolojizm diye mahkûm ettiğiniz şey, tam da küresel ideolojisinin bir kolajı ve bunun ne kadar acımasız bir otoritarizm ve barbarlık olduğunu anlamak için Suriye'ye, Afganistan'a, Yemen'e, Çin'de Uygur Türklerinin yaşadıklarına bakmak yeterli. Küresel kapitalizmin kurgulamak istediği tüketim toplumunun ideolojisidir post modernizm. Tüketmek için önce üretmeniz lazım oysa. Üretim dizgesindeki yeriniz tüketim dağılımındaki payınızı da belirliyor. Sosyalizmin yıkılışından sonra eksik olan şey, küresel üretim modellerinin alt yapısal analizinin yapılmamış olması. Ancak küresel kapitalizmde de artı değer teorisi üretim süreçlerinin temel çelişkisini tanımlıyor. Bugünün dünden farklı olan alt yapısal muhtevası yok mu? Elbette var. Bugün sınıfsal eşitsizlikler ve sömürü ulusal yapıları aşarak küresel bir hal aldı. Bu soğuk savaş döneminin yeni kolonyalizm ve emperyalizminden de farklı bir aşamayı imliyor. Eskiden iç dinamik dış dinamik ayrımı vardı, şimdi tek bir dinamikten, küresel dinamikten söz edebiliyoruz. Tokyo borsasındaki bir hareketlenme, Latin Amerika'da bir ülkenin ekonomisinin batmasına yol açabiliyor. Teknoloji yoğunluklu yaşamda işçi sınıfının da kültürel-sosyal yapısı başkalaşıma uğruyor. Ancak bunlar var olan sınıfsal eşitsizlikleri ve sömürü gerçeğini ortadan kaldırmıyor. Hatta bugün, dün olmayan daha büyük tehlikelerle karşı karşıyla insanlık... Ekolojik denge hızla bozularak dünya yaşanmaz bir gezegene dönüşüyor. Ekosistemin genleriyle oynanması, ekolojik yaşamı da tehdit ediyor. Milyonlarca canlı türü yok olurken, insanlık da sınıfsal sömürünün ötesinde türel olarak yok olma tehlikesi ile karşı karşıya kalabilir çok değil yüz yıl sonra. Bu sınıfsal sömürüden çok daha büyük bir tehlike... Sonra robotik teknoloji, biyogenetik, inivasyon sistemleri gibi küresel çağa ait yeniliklerin insanlığı nereye götüreceği hakkında bugünden kestirimde bulunmak çok güç. Bütün bunlar, geçmişin analizi ile birlikte yeni ideolojik felsefi açılımların konusu. Postmodernizmin bunlar hakkında ortaya koyduğu bir şey var mı, yok. Tarih eleştirisi yapıyor ama kendi sistematik tarih anlayışı yok. Postmodernizm küresel çağın eklektik ve bireyci felsefesi olarak parlatılmak istendi ama küreselleşmenin acımasız gerçekleri, postmodernizmin mumunu çabuk söndürdü. Bugün 90'lardaki kadar çok alıcısı olduğunu sanmıyorum postmodernizmin.

Son olarak kitabın dili hakkında konuşalım. Çok sıcak, okuru hemen içine alan bir dili var kitabın.

Teşekkür ederdim. Bu biraz hissetmekle ilgili bir şey sanırım. Yazdığım metinler daha önce de söylediğim gibi benim duygu düşün dünyamın bir yansıması. İşi retoriğe boğan yazılardan uzak duruyorum. Edebi bir değeri olmasına dikkat ediyorum ancak içtenliği yitirmemeye çalışıyorum. Metinle yazar arasında uzunca bir mesafe varsa, bu mesafe genellikle retoriğin gücüyle örtülmeye çalışılıyor. Bu çoğu zaman sentetik metinlerin ortaya çıkmasına yol açıyor. Ancak içinizden kopup gelen bir şeyler varsa onun içtenliği sizi sarıp sarmalar. Bunu başarabilmişsem ne mutlu bana.