Yoğun ve gözenekli bir roman: Kayıp Çocuk Arşiv

Valeria Luiselli'nin son kitabı "Kayıp Çocuk Arşivi" Siren Yayınları tarafından okurla buluştu. Kitap, Valeria Luiselli’nin ilginç ya da şaşırtıcı hikâyelerin ya da biçimsel deneylerle şenlenmiş edebi illüzyonların değil, insanlığın dehşeti ve mucizelerinin peşinde bir yazar olduğunu hatırlatan nitelikli bir roman olarak dikkat çekiyor.

Google Haberlere Abone ol

Bazı yazarlar ilk kitaplarından itibaren edebiyat dünyasının ilgisine mazhar olur. Bu alaka edebiyat piyasasının çarklarının nasıl işlediğini de gözler önüne serer. Seri bir şekilde yapılan röportajlar, alelacele yazılan yazılar ve her yazar için önceden yaratıldığını hissettiğimiz sergi kataloğundan fırlamış cümlelerden oluşmuş klişeler akını yeni bir edebi yıldızın doğuşunu müjdeler. Tüm bunlar ve daha fazlası –Spotify’da çalma listeleri, tanıtım videoları, sosyal medyada açılan hashtagler vesaire– bizi yıldız yazarın çekim alanının içine sokar. Yayıncısı, editörü, basın danışmanı, çevirmeniyle çok satmaya odaklanmış bestseller yayıncılığından farklı olarak, edebi bir değer yaratıldığı konusunda iddialı olan ve ödül avcılığını da hedefleyen bu faaliyetlerin her zaman olumlu sonuç verdiğini söyleyemeyiz. Bu şekilde parlatılan yazarların bir kısmının kendilerini nasıl konfor alanlarına sıkıştırdıklarını gözlemlemek can sıkıcıdır mesela. Bazı yazarlar ise her yeni kitaplarında, edebi anlamda nasıl geliştiklerini ilan ederek, kendileri için harcanan emeğe değer olduklarını kanıtlarlar.*

Son dönemde bu şekilde parlayan edebi yıldızlardan biri de Valeria Luiselli. İlk kitabı Kalabalıkta Yüzler ile kendine özgü olarak adlandırılmayı talep eden bir biçimsel yönelim içinde olacağını ilan eden genç yazar, ikinci romanı Dişlerimin Hikayesi’nde iddiasının arkasında duracağını kanıtlamıştı. Son romanı Kayıp Çocuk Arşivi ise Luiselli’nin ilginç ya da şaşırtıcı hikâyelerin ya da biçimsel deneylerle şenlenmiş edebi illüzyonların değil, insanlığın dehşeti ve mucizelerinin peşinde bir yazar olduğunu hatırlatan nitelikli bir roman olarak dikkat çekiyor.

YENİ OLMAYAN YENİ

Luiselli, zaten ilk iki kitabında edebiyata yeni bir biçimsel soluk getirdiği ya da ilginç olduğu varsayılan bir hikâyeyi derinlemesine ele aldığı için değil; bir meselesinin olduğunu ve bunu ilgi çekici bir şekilde anlatmayı tercih ettiğini hissettirdiği için bir beklenti oluşturmuştu.

Yazarın, Kalabalıkta Yüzler’den itibaren gerçek ile kurgu arasındaki ilişki üzerine odaklandığı konusu sürekli vurgulanıyor. Roman türünün ilk ortaya çıktığından bu yana dünyanın gerçeği ile romanın anlattıkları arasında gerilimli bir ilişkinin olduğu aşikâr. Her yazarın da bu gerilimi nasıl yöneteceğine dair bir strateji geliştirdiğini söyleyebiliriz. Anlatıcının değiştirilmesi, kitap içine yerleştirilmiş referanslar, gerçek kişilerin kurmaca karakterlere dönüştürülmesi, farklı türlerin anlatının hizmetine sunulması gibi biçimsel oyunların izlerini romanın ortaya çıktığı zamandan bu yana sürebiliriz. Dolayısıyla Luiselli’nin biçimsel tercihlerinde yeni olan bir şeyden bahsetmemiz mümkün değil.

Kalabalıkta Yüzler, Valeria Luiselli, Çevirmen: Seda Ersavcı, 152 syf., Siren Yayınları, 2016.

DOĞRU BİRLEŞİM

Luiselli’nin dikkat çekici bir yazar olarak görülmesine neden olan şey, elindeki epey yüklü malzemeyi doğru bir birleşimle bir araya getirme çabası. Üstelik bunu, romanın yoğunluğundan taviz vermeden gerçekleştirmeye çalışması... Kalabalıkta Yüzler’de evlenmeden ve çoluk çocuğa karışmadan önceki yaşamına gizlice özlem duyan bir yazar adayının üretim sancılarını okurken yaratılan atmosferi düşünelim mesela. Roman hem anlatıcı kadının hem de onun marazi bir şekilde peşine düştüğü şair Gilberto Owen’ın hikâyesine odaklanmamıza imkân verdiği ölçüde yoğunluğunu koruyabiliyor. Buradaki dengenin çok iyi ayarlandığını, peşine düşülen şair ile anlatıcının kaderlerinin ortak olmasa bile paralel olduğuna dair yaratılan hissin zorlama olmadığını hissettiğimizde romanın başarısını kabul ediyoruz. Kalabalıkta Yüzler’in tek sorunu ilk roman arazlarından sayılan çok fazla malzemeyi bir anda kullanması ve romanın finalinin bu malzemenin hak ettiği yeterlilikte olmaması diyebiliriz.

Dişlerimin Hikâyesi’nde ise anlatı daha doğrusal düzlemde ilerliyor. En azından romanın son kısmına yaklaşana kadar öyle olduğu konusunda güvence hissediyoruz. Fakat Luiselli, bu romanda da bir sürpriz hazırlıyor okuruna ve yine anlatıcının konumu, güvenirliği ve gerçekliği konusunda şüphe duyulmasını talep ediyor. Dişlerimin Hikâyesi, Kalabalıkta Yüzler’e göre daha derli toplu ve kullandığı malzemeyi de romanın bölümleri arasındaki ilişkiyi de daha sıkı kuran bir roman olarak dikkat çekiyor. Bu anlamıyla Luiselli’nin yazınsal yolculuğunda olumlu anlamda bir ilerlemenin gerçekleştiğini söylememiz mümkün.

Kayıp Çocuk Arşivi ise Valeria Luiselli’nin yazınsal serüveninin yeni bir uğrağı olarak dikkat çekiyor. Hem Kalabalıkta Yüzler hem de Dişlerimin Hikâyesi ile tema ve anlatıcı tercihleri anlamında benzerlikleri olan Kayıp Çocuk Arşivi, yazarın her romanında çıtayı nasıl adım adım yükselttiğini müjdeleyen bir eser.

Kayıp Çocuk Arşivi, Valeria Luiselli, Çevirmen: Seda Ersavcı, 440 syf., Siren Yayınları, 2019.

İNSAN OLMANIN TRAJEDİSİ

Kayıp Çocuk Arşivi, ilk evliliklerinden olan çocuklarıyla birlikte yaşayan biri belgeselci biri de belgeci bir çiftin hikâyesine odaklanıyor. Kadın ve Adam, birlikte çalıştıkları dönemde sıkı bir aile bağı oluşturmuşlar. Birlikte çalıştıkları proje sonuçlanınca yollarının yavaş yavaş ayrılmaya başladığını hissediyorlar. Aynı zamanda anlatıcı olan Kadın, Meksika’dan ABD’ye göçmek için sınıra doğru yola çıkan çocukların, Adam ise ruhları hâlâ yok edildikleri topraklarda yankılar aracılığıyla dolanan Apaçilerin peşine düşmek istiyor. Çocuklar ise her şeyden habersiz hep birlikte çıkılacak yolculuğu merak ediyor. New York’tan başlayıp ülkenin batısına doğru yola çıkmalarıyla birlikte yaşamlarının da değişeceğinin farkında değiller henüz. Romanın Kalabalıkta Yüzler’e benzer şekilde evlilik krizi üzerine yoğunlaşacağını hissediyoruz.

Ama Luiselli’nin asıl amacı tüm ikiyüzlülüğüyle Batı medeniyetini tartıştırmak. Anlatıcının Meksika’dan göç etmeye çalışırken kayıp olan çocukları, Adam’ın ise beyaz gözler tarafından soykırıma uğratılan Kızılderilileri araştırmak istemesi tesadüfi değil. Luiselli, Meksikalı mülteci çocuklar ile Apaçiler arasındaki bağı ve ezenlerin kötülük konusunda nasıl bir devamlılığa sahip olduğunu vurgulayarak günümüzün trajedisini anlamamıza yardımcı olmaya çalışıyor. Ama bunu doğrudan anlatmak, yaşanan acıların dökümünü yapmak ve okurunu dehşetin yüreğine bakmaya zorlamak istemiyor yazar. Yaşanan bireysel ya da toplumsal trajedileri yarıştırmak da değil derdi. Daha çok insan olmanın trajedisi üzerine odaklanmamız isteniyor roman boyunca. Onun için bir taraftan evlilikle ilgili sorgulamalar yaparken diğer taraftan Apaçilerin yaşadıklarını, Kadın ve Adam, çocuklarıyla ilgili endişeye kapılırken mülteci çocukları düşünmemizi istiyor.

Özellikle romanın ilk yarısı boyunca anlatımın melankolik bir tona bürünerek duygulara saldırması tehlikesiyse çocukların varlığıyla dengelenmeye çalışılmış. On yaşındaki oğlanın özgüvensiz bilgiçliği, beş yaşındaki kızın lekelenmemiş hayalperestliği hem yoğunluğun artmasına hem de melankolinin mizahla dengelenmesine hizmet etmiş. Yine de romanın ilk yarısındaki evlilik, sorumluluklar, kararlar gibi konularda sürekli tekrarlanan akıl yürütmeler romanın ritminin düşmesine neden oluyor. Ama bu düşüşün romanın ikinci yarısına hazırlık olduğunu ilerleyen sayfalarda anlıyoruz.

DİKEY ANLATILAN YATAY BİR ROMAN

Luiselli, görmezden gelinen, kaybolan ve unutulanların hikâyesini anlatmak istiyor ama bunu onların acılarını sömürerek, gaddarlığı görünür kılıp normalleştirerek yaparsa istediği etkiyi yaratamayacağının farkında. Aynı zamanda görmezden gelinenlerin sadece kayıp çocuklar değil, kendi çocuklarımız da olduğunu biliyor. Onun için farklı bir strateji izleyerek, “ya kaybolanlar sizin çocuklarınız olsaydı” sorusunu ortaya atıyor. Burada da kolaycı “empati kurun” klişesine sapmadan, çok yakından tanıdığımızı sandığımız, aslında uyuduğunu sanıp söylediklerimize dikkat etmediğimiz zamanlarda bizleri can kulağıyla gizlice dinleyen çocuklara veriyor sözü. Romanın ikinci yarısında oğlanın anlatıcı olması, sadece biçimsel bir tercih değil. Hem romanın didaktizme saplanmasını önlemeyi hem de toplumsal gerçeğin dolayımsız aktarılmasını hedefliyor, Luiselli. Romanın ilk yarısının sonlarına doğru anlatıcıya şu söylettikleri de neden kitabın ikinci yarısının oğlanın ağzından anlatıldığını açıklar gibi: “Çocuklar içinde bulundukları ortamı yavaşça, sessizce değiştirir. Yetişkinlerden daha geçirgendir onlar, karmaşık iç dünyaları durmaksızın dışarı sızar, gerçek ve katı olan her şeyi kendilerinin hayaletvari versiyonlarına dönüştürür. Belki, bir çocuk, tek başına, kendi kendine çevresindeki yetişkinlerin idame ettiği ve tutunduğu dünyayı değiştiremez. Ama o dünyanın normalliğini bozmak, peçesini yırtmak, her şeyin kendi farklı iç ışıklarıyla parlamasını sağlamak için iki çocuk yeterlidir.”

Luiselli, Kalabalıkta Yüzler’de yazmak istediği romanı tariflerken, “Dikey anlatılan yatay bir roman; içeriden okunabilmesi için dışarıdan yazılması gereken bir roman” ifadelerini kullanır. Juan Gabriel Bocanegra’nın vurguladığı gibi dikey bir roman olarak adlandırdığı şey, kronolojik ve organize zaman çizelgeleriyle okunmayan, birçok şeyin aynı anda, farklı zamanlarda gerçekleştiği, gökyüzüne bakmak gibi okunan bir metindir. Yatay roman ise her şeyi, hepsi iç içe ve farklı mantıklarla anlaşılabilecek şeyleri bir arada görebilen bir anlatıya vurgu yapar. Yatay roman kuşbakışı, dikey roman yürüyüşe çıktığında yüksek gökdelenlerin arasından gökyüzünü izleyen kişinin bakışıdır. Böylece hem derin ve geniş hem de yoğun ve anlaşılır olmayı hedefler. Bunun için atmosferin kimi zaman yoğunlaştırılması kimi zaman ise hafifletilmesi gerekir.

Kayıp Çocuk Arşivi; yoğunluğu, dengesi, atmosferi ve ritmiyle Luiselli’nin ustalaşmaya başladığını müjdeleyen bir roman. Yine Kalabalıkta Yüzler’de kurduğu şu cümleler aynı zamanda son romanını da tanımlıyor: “Yoğun ve gözenekli bir roman. Bir bebeğin kalbi gibi”.

* Aysu Önen’in Margaret Atwood’un son romanı üzerinden edebiyat piyasasının işleyişini betimlediği şu yazısı, bu tarz tanıtım faaliyetlerinin nasıl yürütüldüğünü gözler önüne sermesi açısından önemli: https://t24.com.tr/k24/yazi/hikaye-mit-reklam,2412