Polat Özlüoğlu: Hepimizin gördüğü ama görmezden geldiği şeyi yazıyorum

Can Yayınları tarafından yayımlanan Polat Özlüoğlu’nun öykü kitabı "Peri Kızı Af Buyrun" görmezden gelinenlere, sesi kısılanlara ve kaba güce maruz kalanlara tercüman oluyor. "Öykülerimin içinde benim annem de gizli, yan komşum da gizli, bir haber de okuduğum kadın da gizli, Hande Kader de gizli" diyen Özlüoğlu ile "Peri Kızı Af Buyrun"u, öykülerindeki karakterleri ve kalemini güçlendiren gündemleri konuştuk.

Google Haberlere Abone ol

Seda Nur Doğu

Günlerden Kırmızı ve Hevesi Kirpiği’nde adlı iki öykü kitabı bulunan Polat Özlüoğlu’nun, Can Yayınları’ndan çıkan öykü kitabı Peri Kızı Af Buyrun üzerine söyleştik. Özlüoğlu, son kitabında; kadınların, LGBTİ+ bireylerin, ötekileştirilen her kesimin evden sokağa, sokaktan toplumsala uzanan direnme hikayelerini anlatıyor. Hikayelerinde ki üslubunu eril dilden uzak, eşitlikçi bir zemin üzerinden inşa ediyor. İyiyle kötünün, gerçekle hayalin arasındaki sınırları masalsı bir dille muğlaklaştıran Özlüoğlu, biz okurları yanı başımızda ki gerçeklikle bir araya getirmeye, kendimizle yüzleşmeye itiyor.

Bireyin toplumsal alanda kendini, kimliğini, duygularını yeniden inşa ederken girdiği mücadelenin; kendi iç çelişkileri, çıkmazları, sorgulamaları üzerinden gerçekleştiğini görüyoruz karakterlerinde. Öykülerindeki bu karakterler; genellikle nasıl bir yıkımdan sonra kendi inşa sürecine başlıyor?

Aslında öz yıkımdan sonra gerçekleşiyor. Son noktada, her şeyin bitmiş olduğu raddede başlıyor bu inşa süreci. Tutunacak hiçbir şeyleri kalmadığında, aileden, sevgiliden, toplumdan, mahalleden her şeyden ümidi kestiklerinde başlıyor öz yıkımları. Karakterlerin kaybedecek bir şeyleri kalmadığında öyküdeki karakterler dile geliyor bence. Öykünün çatısı o zaman kuruluyor.

Daha önceki iki kitapta da öyküler olay odaklıydı daha çok ama bu kitapta karakterlere yaslanan hikayeler yazdım. Her şey karakterin etrafında, içinde, ruhunda, duygu dünyasında dönüyor. O yüzden karakterin artık kaybedecek hiçbir şeyi kalmadığında öykü başlıyor. Ve bittiğinde de zaten karakter ya yok oluyor ya da var oluyor. Ama bir şekilde direniyor.

Özellikle 'Gül Kurusu' öyküsünde her şey bıçak kemiğe dayandığında, karakter çırılçıplak balkona çıkıyor. Çünkü artık bıçak kemiğe dayandı hiçbir şeyden kaçamadı. Her seferinde yakalandı o karakter, her seferinde ellerinden kollarından tutuldu. Annesi tuttu, babası tuttu, sevgili diyebildiği kişi tuttu, dostu tuttu, mahalle zaten tuttu. En sonunda bir şekilde isyan etti ve bayrak gibi astı kendini.

Hevesi Kirpiğinde, Polat Özlüoğlu, 112 syf., Nota Bene Yayınları, 2017.

'HEPİMİZİN GÖRDÜĞÜ AMA GÖRMEZDEN GELDİĞİ ŞEYİ YAZIYORUM'

Genellikle karakterlerinin hayalle gerçeği bir arada yaşadığı durumlar var. Bu durumlarda karakterlerde iyi ve kötü olanın arasındaki sınırların kalktığını görüyoruz. Aslında bu, bir kendini var etme (söz konusu olduğunda karakterin karşısına çıkacak olan) baskıyı, sosyal tecridi bertaraf etme şekli midir?

Hepimizin içinde bir iyi bir kötü taraf var. Ve ben bir insanın sadece iyi olduğuna ya da sadece kötü olduğuna inanmıyorum. Yazarken de iyi karakter yazacağım diye kendimi zorlamıyorum hiçbir şekilde. Ben gerçek karakterler yazıyorum, hayatın köşesinde, kıyısında olan insanları veya gözümüzün önünde olan görmezden geldiğimiz insanları yazmaya çalışıyorum. Hiç kimse iyi değildir tam anlamıyla ya da kötü değildir. Ben griyi arıyorum. Onun içinde karakterler bazı yerlerde iyi bazı yerlerde kötü. Ama bu mutlak bir iyilikte değil aslında. Karakterin içinde bulunduğu durumlarda, o anda iyi de olabilirsin kötü de olabilirsin. Ona biz karar vermiyoruz ona karakter de karar vermiyor. Karakteri kurtarmak diye bir şey yok yani. Bir karakteri yazarken onu kurtarmaya çalışmıyorum, onu iyi göstermeye çalışmıyorum. Hepimizin gördüğü ama görmezden geldiği şeyi yazıyorum. Baskıya, şiddete, acıya, eziyete direnme şekli belki de bu belirsizlik, yersizlik, zamansızlık, iyilik ve kötülük.

Hayalle gerçeğin bir arada olmasına gelecek olursak, herkes hayal eder zaten. İyi olmanın da hayalini kurar. Karakterler de hayalle gerçek arasında giderken iyi ile kötü arasında da gidiyor. Bu da bana yazarken alan açıyor aslında, karakterin siyah beyaz olmaması gri olması, gelgitlerinin olması, deliliğin eşiğinde bulunması, sisli, puslu bir dünyaya uyanması güzel bir şey, öyküyü ileri taşıyan bir şey, daha gerçek kılıyor kitaptaki karakterleri onları ete kemiğe büründürüyor..

'YAZARIN BİR CİNSİYETİ OLMAZ, YAZAR HER ŞEYİ YAZABİLİR'

Peri Kızı Af Buyrun kitabının omurgası nasıl oluştu? Bundan önceki öykü kitaplarına kıyasla, Peri Kızı Af Buyrun’da karakterleri ve masalsı dünyaları daha sağlam bir yere yerleştiren nedir?

Kitapta yer alan öyküler gerçekle düş, hayalle masal arasında ince bir çizgide duruyor. Öykülerde gerçeği eğip bükmek, zaman ve yer algısı ile oynamak, masalmış gibi anlatmak karakterleri daha gerçekçi değil gerçek kıldı. Aslında illa kadınları anlatan öyküler olacak diye başlamamıştım yazmaya. Birkaç tane öykü yazmıştım sonrasında yazdığım öykülerde karakterler hep kadın oldu. Onların başından geçen hikayeler ortaya çıkmaya başladı. İlk öykü ‘Anakızhala’, annemin bahsettiği, çocukluğundan kalan biri mesela. Ama neden adının öyle olduğunu hatırlamıyor, gerçek adı ne onu da bilmiyordu annem. Bu çok aklıma takıldı, cezbetti. Ben de bir gün oturdum bu isme bir hikaye, bir hayat uydurdum. Böylece kitabın da ilk öyküsü ortaya çıktı. Önemli olan kullanılan dildi tabi ki. Öykü yazarken her zaman dikkat etmişimdir eril dilden uzak durmaya. Zaten dişil bir dünyaya doğuyoruz. Bu anlamda öğrendiğimiz dil de dişil. Büyüdükçe bu dili kaybediyoruz. Ben bu dili korumaya kollamaya çalıştım. Yazdıkça daha cinsiyetsiz bir dile doğru yol aldım. Bu noktada yazarın kadın ya da erkek olmasını da önemsemiyorum. Bence yazarın bir cinsiyeti olmaz, her şeyi yazabilir. Bu kitapta sadece kadın hikayeleri de değil, öteki olanların hikayeleri de var. Kahramanlar; trans kadınlar, LGBTİ+ bireyler, queer bireyler, ötekiler, çocuklar, çocuk kalanlar, şiddete uğrayanlar, kaybedenler, içimizden birileri yani.

Günlerden Kırmızı, Polat Özlüoğlu, 117 syf., Nota Bene Yayınları, 2015.

'İLK ÖYKÜM FÜRUZAN OKUDUKTAN SONRA YAZILAN BİR ÖYKÜDÜR'

Polat Özlüoğlu’nu yazınsal anlamda besleyen, kalemini güçlendiren kişiler ya da gündemler nedir?

Yedi yıldır disiplinli bir şekilde çalışıyorum. Dört beş yıldır gündemde bizi ne tetikliyorsa ya da neye tanık oluyorsam onu bir şekilde yazıya döküyorum. Günlerden Kırmızı’da Gezi sürecindeydik, gezi öyküsü vardı. Hevesi Kirpiğinde de Ankara patlaması vardı ve bunun öyküsü oluştu. Her kitabımda Cumartesi Anneleri ile ilgili öyküler yer alıyor ve bundan sonraki kitaplarımda da yer alacak. Bu kitabı yazmaya başladığımda da kadına şiddet olayları epey gündemdeydi, aslında hep gündemde vardı ama daha çok dillenmeye başlamıştı. Yurt dışında ‘Me Too’ hareketi oldu. Bunlar beni de tetikledi. Farkında olmadan etkileniyorsunuz zaten ve bir şekilde bu gündemler öykülerime sızıyor.

Kuramsal kitap okumayı seviyorum. Feminist bakış açısı ile yazılan kitaplar çok besleyici oluyor. Özellikle Judith Butler bunlardan biri. Ama öykü bağlamında beni daha çok kurgu ve edebi kitaplar tetikliyor. Mesela Füruzan. Ben ne zaman Füruzan okusam bir öykü yazarım. Kırk Yedililer’i okuduğumda Günlerden Kırmızı’nın ilk öyküsünü yazmıştım. O kitaptaki ilk öykü, Füruzan’dan sonra yazılan bir öyküdür. Bir kitabı bitirdiğimde o kitap beni çok sarsmışsa sonrasında öykü yazmayı çok seviyorum. En son Latife Tekin’in Unutma Bahçesi kitabını okumuştum ve 'Unutmanın Huzursuz Bahçesi' diye bir öykü yazmıştım. Bir şekilde kendisine de ulaştı. Yine çağdaşlardan Yalçın Tosun’u, seviyorum. Mine Söğüt’ün öykülerini çok seviyorum. Eski olanlar, dönüp dönüp okunacak kitaplar da var tabi; Ölmeye Yatmak, Sevgili Arsız Ölüm, Kırk Oda, Her Gece Bodrum, Anayurt Oteli, Saatleri Ayarlama Enstitüsü gibi. Hasan Ali Toptaş’ın da yazdıklarının etkisi var bende, yaratmış olduğu belirsiz, sisli, puslu dünya çok hoşuma gidiyor.

Öykü yazmak senin için hiç durmayan bir şey. Sürekli bir üretim halindesin ve bunu bir titizlikle sürdürüyorsun. Tam da bu noktada motivasyonunu sağlayan ve bunu sürekli hale getiren şeyin ne olduğunu merak ediyorum.

İlk yazdığım şeyin bir öyküye dönüşebileceğine inandım. Ve ilk öyküden sonra yazdığım her şey öyküydü zaten. Bunun farkında değildim ben, nasıl kurgu yapılır, durum öyküsü nasıl olur, olay öyküsü nasıl olur bunları bilmiyordum ve hiç düşünmedim. Ben öykü yazarken hiç bu kısımlara takılmıyorum. Kendimi kaptırıyorum ve hiçbir şekilde ket vurmuyorum yazacaklarıma. Ne gelirse aklıma onu yazıyorum zaten. Bir de o öykünün kurtarılıp kurtarılmayacağını yazarken anlayabiliyorum. Bazı öyküler kendiliğinden geliyor ve yoluna devam ediyor. Paylaşıyorum. Önemli olan durmadan dinlenmeden yazmaya devam etmek.

Çok okuyan biriyim, bu motivasyon ve süreklilikte okuduklarımdan kaynaklanıyor herhalde. Büyüdüğüm ve yetiştiğim aileden de kaynaklanıyor. Kalabalık bir ailede büyüdüm, her ev gibi güzel günler ve kötü günler vardı, içine kapanık bir çocuktum. Ve kadınların çoğunlukta olduğu bir ailem vardı. Bu kalabalıkta yalnız kalmanın tek yolu okumaktı. Okumak ve gözlem yapmak. İnsanları izlemeyi, dinlemeyi severdim. Yazdıklarım sonradan beni de şaşırtıyor çoğu zaman, bunu nasıl yazdım diye soruyorum kendime. Nereden aklıma geldi şaşıyorum. Gazetede okuduğum bir haber, gördüğüm bir kadın, yanımdan geçen bir kambur bunlar bir şekilde hafızama işliyor ve yazıyorum. Kendimi zorlamıyorum hiçbir şekilde yazmak için her şey kendiliğinden gelişiyor. Tabi disiplin işi de aynı zamanda yazmak, zaten yazmanın tılsımı disiplinle ilgili sanırım. Yazmadığım zaman huzursuz oluyorum.

Peri Kızı Af Buyrun, Polat Özlüoğlu, 152 syf., Can Yayınları, 2019.

'HEPİMİZ TEK BAŞIMIZA DİRENİYORUZ, TOPLU HALDE DİRENMİYORUZ'

İlk iki öykü kitabında daha çok toplumsal hafızamızda yer edinen meselelerin işlendiği öyküler varken Peri Kızı Af Buyrun’da yanı başımızda olan, yan evin merdivenlerinde oturan belki de gün için de temas ettiğimiz kadınların öyküleri var. Yani aslında bu öyküler bireysel olanın hatta cinsel olanın politikliği üzerine yazılmış gibi. Öykülerini bireysel olana eviren şey nedir?

İnsanlar dertlerini artık ifade edemiyor çünkü daha müdahaleci bir dönemden geçiyoruz. Tek tip düşünmeye itiliyoruz, zorlanıyoruz. Dayatılan bilginin dışına çıkmayalım isteniyor. Teknoloji her şeye kadir, bir tweet atıyorsun on binler o tweetten etkileniyor. Artık sokağa çıkıp protesto yapamıyor insanlar, bir tweet atmak daha olağan geliyor. Çünkü sokakta yalnız kalıyorsun. Ve bireysellik ister istemez hayatımıza girdi. Üç dört yıldır hepimiz bireyseliz. Tek başınayız. Kitaptaki karakterlerin hepsi tek başına zaten. Elinden tutanları, destek olanları yok. Öykülerdeki kadınlar da kendi başlarının çaresine bakmaya çalışıyor. Kendilerini var etmeye çalışıyorlar, ayakta kalmaya, tutunmaya, tek başlarına mücadele ediyorlar. Artık her şey tek başına mücadeleye döndü hepimiz tek başımıza direniyoruz. Toplu halde direnmiyoruz. O yüzden kitaptaki kadınlar tek başına; ailesine, babasına, komşusuna, kocasına, erkek egemen şiddetine karşı direniyorlar. Direniş aslında evde başlıyor. Direnişin ilk tetiklendiği yer evlerdir. Ev perdeleri her daim örtülü bir hapishane de olabiliyor kapıları pencereleri sonuna kadar açık bir oyun bahçesi de. Ev bazen bir korunak, sığınak bazen de cehennemdir. Çocuksun ve hangi eve doğduğunu seçemiyorsun ya da hangi anne babaya doğacağını da seçemiyorsun. Ve bütün bunlara rağmen o evde sana büyü diyorlar. O ev seni büyütmüyor aslında sen kendi kendine büyüyorsun. Eşyalara, duvarlara, kapılara, anne, babaya çarpa çarpa, düşe kalka, yara bere içinde büyüyorsun. Çocuklar, evlerin kara kutusudur. Bu yüzden çocukluk kavramı üzerine de çok düşünüyorum. Her şeyin olduğu ve hiçbir şeyi bilmediğin bir cehennem çocukluk. Ülkemizde çocukluk doğru dürüst yaşanmıyor, mutsuz çocuklar ülkesinde yaşıyoruz. Bu çocuklara kulak vermek gerek.

Peri Kızı Af Buyrun kitabıyla ilgili olumlu eleştiriler, geri dönüşler çok güzel. Birkaç eleştiri daha var. Öykülerin karanlık olduğu, öykülerde ki kadın karakterlerin mağdur özne olduğu söylendi. Ben bu şekilde olmadığını düşünüyorum. Mağdur denilen karakterler, karanlık denen dünyalar toplumsal olana isyan ediyor. Ve evin içinden, annesinin dizinin dibinden direnmeye başlıyor karakterler. Sen ne düşünüyorsun bu konuyla ilgili?

Yazdığım şeyler birer anti masal, karşı masal. Ve prensesi prens kurtarmak zorunda değil ya da prenses prensi beklemek zorunda değil. Kimsenin de artık eski masallara, bizi büyüten masallara ihtiyacı yok. Çünkü o masalların çoğu cinsiyetçi masallar. Dediğin gibi öyküler karanlık değil aslında en nihayetinde aydınlığa çıkıyor. Kadınlar, translar, cinsiyet değişim sürecinde olanlar, çocuklar aslında herkes, evde isyan etmeye başlıyor. Çünkü ev bizi biçimlendiriyor. Evin içinde olanlar, yaşananlar senin karakterini oluşturuyor. Ama ev her şeyi örte de biliyor. Öykülerimi yazarken çocukluğumdan çok şey aldığımı düşünüyorum. O çocuk bir süre sonra sokağa çıkıyor ve hayatla tanışıyor. Kendini buluyor, cinsiyet kimliğini, ruhunu keşfediyor. Aslında sadece cinsiyet meselesi de değil. Toplumun içinde kendini ve kendini var edeceği yeri bulmaya çalışıyor. Sonuç olarak evden dışarıya doğru bir hareket zinciri var. Direniş evden başlıyor. Direniş sessizleşe de bilir yıllar sonra da başlayabilir. Bıçak kemiğe dayandığında da başlar direniş. Erken ya da geç, bir şekilde karşı durursun ama yine de geç değildir.

Kadını mağdur bir özne olarak göstermiş olduğum eleştirilerine gelecek olursak; aslında şu çağda yaşayan herkes bir şekilde belli zamanlarda mağdur oluyor. Mağduriyet için büyük büyük olaylara gerek yok, bir bakış, bir kelime, bir sessizlik de insanı mağdur edebilir. Önemli olan bunu anlatırken kullandığın dildir. Dil nerede durduğunu gösterir. Ben eril dilden olabildiğince uzak durmaya çalışıyorum öykülerimde. Burada kadın-erkek ayrımı yok benim için. Ben bir kitabı okurken önce yazarın kurduğu dünyaya ve kullandığı dile bakıyorum. O öykü gerçekten kurulan eril-dişil dilin ötesinde mi, bu anlamda eşikten atlayabiliyor mu benim için önemli olan kısım o. Bir de şöyle bir şey var; hepimiz güçlü olmak zorunda değiliz, erkekler güçlü olmak zorunda değil ne yazık ki böyle yetiştiriliyor, kadınlar da güçlü olmak zorunda değil ama buna mecbur kalıyor. Yazdığım kadınlar hayatın içinde var olan kadınlar, gazetelere haber olmuş, televizyonda denk geldiğimiz, sokakta yanından geçtiğimiz kadınlar. Öykülerimin içinde benim annem de gizli, yan komşum da gizli, bir haber de okuduğum kadın da gizli, Hande Kader de gizli. Ben bunları okurun gözüne sokmuyorum sadece. Öykülerimin içinde Nuriye de var. Kim fark etti? Zaten fark edilmesin istiyorum, bu sorun değil. Önemli olan öykünün okuduktan sonra zihinde, yürekte bıraktığı tortusu. Öykülerimde ki kadınlar güçlü de olabilir, mağdur da olabilir, cinayet de işleyebilir, intihar da edebilir, öle de bilir. Çünkü hayat böyle bir şey.

Delilik, büyüyen ve hiç uslanmayan, kambur, iğreti eden çirkinlik… Görmezden geldiğimiz, tiksindiğimiz, acıdığımız karakterleri bu kavramlar üzerinden yaratıyorsun. Aslında içimize sindiremediğimiz bu insanların ta kendisiyiz. Bu gerçekliği görmezden gelmemize neden olan ne? İnsan olarak kendimizi nerede unuttuk?

Unutturulduk. Unutmaya çalışıyoruz. Kanıksıyoruz, hiçbir şey tuhaf gelmiyor bize. Unutmamız ve hayatımıza kaldığımız yerden devam etmemiz isteniyor. Ölümler, bombalar, şiddet, fakirlik, yokluk, acı, travmalar haber değeri taşımıyor artık. Kadına şiddet, kadın cinayetleri haberlerde geçiştiriliyor. Baş harflerden ibaret kadınlar. Bir adları yok. Yani kadının adı hala yok. Birer istatistiksel veriye indirgeniyorlar. Rakamlardan ibaret hepsi. Öyküleri yazarken ben kendimle de yüzleşiyorum. Kendi duvarlarıma çarpıyorum. Çağ öyle bir çağ ki hızına yetişemiyoruz. Bize dayatılan yanlışları doğru olarak algılıyoruz. Toplum olarak çoğu hususta yozlaştık. Yozlaştığımızın da farkında değiliz. Nezaket, haysiyet ve mahcubiyet duygusunu yitirdik. Bu çok acı bir şey. Derimiz kalınlaştı, duyarsız, merhametsiz, geçmişi kayıp insanlar oluyoruz günden güne.

Birey olarak güzelliğe, tamlığa, toplumsal kabul gören fiziksel özelliklere göre şartlandırılıyoruz. Medya, toplum, çağ bunu dayatıyor. Oysa öyle değil. Hepimizin bir eksiği gediği var, bir arızamız, gizlediğimiz bir ruhsal enkazımız var ama bu o kadar önemli gelmiyor çünkü görünür değil, oysa fiziksel bir eksiklik, çirkinlik, yarımlık hemen göze çarpıyor ve bir dışlama, ötekileştirme gerçekleşiyor. Buna alıştırılmışız, böyle yetiştirilmişiz. Bu durumu edebiyat vasıtası ile aşmak mümkün bence.

Peri Kızı Af Buyrun’ da ucube, korkunç, tuhaf diyebileceğimiz karakterler var. Ezilmiş, toplum dışına itilmiş, ötekileştirilmiş bireyler görünür durumda öykülerde. Bize dayatılan genel geçer ahlaki baskılara, normlara, ön yargılara karşı duruyor her biri. Bize anlatılan mahalle ve ağır ağabey güzellemelerine karşı böyle mahalleler de var diyorum. Mahallenin diğer yüzünü, karanlık, baskıcı, ahlak kumkuması, namus bekçisi hallerini yazıyorum, görmezden gelinen kısmını. Mahalleyi her zaman güzellemeye gerek yok, sana toplumsal baskı yapan, tü kaka, ayıp diyen, namusunun peşinde koşan mahalleler de var. Mahallenin namus bekçiliğini kendine iş edinen adamcıklar var. Önemli olan direnmek, haykırmak, bağırmak, hayata tutunmak, dört kolla yaşamaya çabalamak. Evden dışarı, sokağa, mahalleye, yola çıkmak. Bazen süpüre süpüre, bazen dans ede ede, bazen ağlaya güle, bazen düşe kalka. İçinizdeki peri kızlarını serbest bırakın, bırakın gezsinler gece gündüz.