Sözün derin kuyusunda yaralanmış bir ömür

Şair Enver Topaloğlu son şiir kitabi "Gidene Kadar"da ortak hafızaya vurgu yapan dizeleriyle ‘yapıyı bozmuyor’, ‘yapıyı söküyor’. Bu Topaloğlu'nun bize kelimelerle oynadığını değil, kelimelerle ‘dil’ işçiliği yaptığını gösteriyor.

Google Haberlere Abone ol

Ertekin Akpınar

gidenler yalnızca kendilerini değil / kalanları da azaltır

Gidene Kadar s. 36

Bazı dizelere ve bazı yazarlara, derin bir ‘aidiyet’ duygusuyla yaklaştığım doğrudur. O ‘aidiyet’ duygusu, kendi içerisinde çok şey barındırır; dizelere ve yazarlara tekrar tekrar geri dönmek gibi. ‘Aidiyet’i, bir tür enstrümanların toplamını oluşturan bir armoniye de benzetebiliriz. Terry Eagleton, ‘aidiyet’ üzerine, İyimser Olmayan Umut kitabında, “Bozulmuş bir gerçekliğin, düzene girmesi” tanımını yapar. Bu ilginç ve altı kalın çizgilerle çizilmesi gereken bir tespittir de.

Enver Topaloğlu şiiri özelinde ‘aidiyet’ durumu/duygusu, bana göre bir ‘üst anlatı’dır. Kısacası, alt basamaklarda bulunan -akort edilmiş- enstrümanların toplamıdır. Kısacası bu ‘üst anlatı’yı iyi okumadan -ki şairin bütün kitaplarının toplamıdır- tek veya diğer tekli kavramlarla şair’in, dil’inin okunabileceğine ihtimal vermiyorum. Bu -kişisel- iddiamdır. Bu iddiamın ana hatlarını genel bir çerçeveden, yakın bir plana taşımak istiyorum. (Genel çerçevem için iki referansım var: Vlademir Propp’un Masalın Biçimbilimi, Roland Barthes’in, Yazı ve Yorum kitapları. ‘Yakın Plan’ içinse, John Berger’in Portreler kitabı.)

Propp, “kesitlerin atlandığı ve sürekliliğin değiştiği” bir yapıbozumdan söz eder. Enver Topaloğlu şiirinin, büyük resmini oluşturan en önemli tanımı, bu zemin(ler)de buluyorum. Bu ‘kesitlerin’ ve ‘sürekliliğin’ değişikliğindeki kavşaktan yürüyeceğim. Topaloğlu’nun şiiri özelinde biraz eğip çokça da bükerek.

Şairin, ‘an’ ve ‘alan’ları dondurduğu ifadelerinde, fazlaca ve bilinçli ‘kesit’ atlamaları var. Bunu bilerek ve isteyerek yapmasının temelinde de ‘sürekliliği’ değiştirmesinin harcının yattığını düşünüyorum. Bunun temelinde de Topaloğlu, aslında ‘yapıyı bozmuyor’, ‘yapıyı söküyor’. Bu nokta Gidene Kadar kitabı özelinde- çok önemli. Peki, buraya nereden geldim? Şairin, Gidene Kadar kitabındaki, ortak hafızaya vurgu yapan dizelerinden. Şöyle ki; “… kırmızılı kadınla duran adamın bir meydanla bir parkın…” s. 26, “bugünün bir ahı var/ neden bir de adı olmasın/ var cumartesi/ geçerken/ geçmeyen/ cumartesi” s. 30. Az önce Şairin, ‘an’ ve ‘alan’larından söz etmiştim. Yapıyı sökmesinden de. Halen, üst anlatı üzerindeki, ‘aidiyet’ kavşağından yürüyorum. Bu kavşakta, Topaloğlu’nun şiirlerindeki ‘yapıyı sökme’ noktasında, Roland Barthes’in, Yazı ve Yorum kitabındaki, “Söz, bir yapıdır” cümlesini, nirengi noktası olarak alıyorum. Evet, söz bir yapı. Bu yapıyı Şair, var olan ‘an’ı ve ‘anlar’ı ilk kitabı Yakamoz ve Tebessüm'den beri sürdürüyor.

SÜRDÜRÜLEN BİR YAPININ KISA TARİHÇESİ

1993 tarihli Yakamoz ve Tebessüm'ü okuyanlar, kitabın kurgusunun ne kadar ustaca sağaltılmış olduğunu görecektir. (Ki bu kitabın, Topaloğlu’nun ilk şiir kitabı olduğunu unutmayalım.) Daha ilk kitabında, ‘damıtılmış imge’ diyeceğimiz bir yapının görsel bir formuyla da karşılaşırız ki, bu daha sonraki eserlerinde de bir sürekliliğin/devamlılığın karşılığı olacaktır. Şair’in bu konudaki ısrarı, onun zaman içinde ara yollara sapmadığını ve aynı izlek üzerinden kendini derinleştirdiğini bize gösterecektir. Çünkü Topaloğlu’nun şiirlerine göre, zaman ‘tek’tir (‘biricik’tir) ve değişmez. Şiirinin izleği ve konumu asla değişmez. Bu noktayı da açmak istiyorum çünkü önemli. İskender Savaşır’ın, Kelimelerin Anayurdu ve Tarihi kitabından referans alarak söylüyorum; Enver Topaloğlu şiirlerin tamamında, her kelimenin ‘kök’ü vardır ve ‘derin’dedir. Hiçbir kelimesi, hatta hiçbir şiiri ‘köksüz’ değildir. Hepsinin bir ‘anayurdu’ ve hepsinin ‘tarihi’ vardır. (Ayrıca bu konu da upuzun bir makale de yazmaya kararlıyım.)

Yakamoz ve Tebessüm, Enver Topaloğlu, 75 syf., E Yayınları, 1993.

“… henüz düşmedim / sallandığıma bakma” (Yakamoz ve Tebessüm, s. 67). Bu dizelere biraz yakın mercekten bakmakta fayda görüyorum. Bu dizelerde acaba bir alegori olabilir mi? ‘Aidiyet’ ekseni merkezinde bir ‘üst anlatı’dan söz ediyorsam olabilir. Hatta olmalı da. Şairin, ‘dilsizlik dönemi’ diye adlandırdığı 12 Eylül 1980 faşist darbesinden sonra yayımladığı kitabının dizeleri bunlar. Zor zamanlarda, yazmanın olduğu bir süreç. Topaloğlu’nun kelimelerinin, “köksüz” olmadığından söz etmiştim. Biraz eğip, bükerek de yol alacağımdan.

Şair, ilk kitabı Yakamoz ve Tebessüm'le, kitabı büyük resmin ipuçlarını vermeye başlamıştı. ‘An’, ‘anlar’, ‘yapı’ ve ‘kök’ izleğini ne kadar sürdüreceğini bir okuru olarak -o yıllarda- ben de yolculuğunu çok merak ediyordum.

İkinci kitabı, Kristal Kral'ın içindeki ‘İlkyaz Sırpatı’ şiiri (s. 64) dışında Topaloğlu’nun, ‘duygu-ifade-görselliği’ni de içine alan, bir ‘ruh ekseni’ne doğru yol aldığını kolaylıkla söyleyebilirim. Dört yıl sonra yayımladığı bu kitapta, 1992-1994 yılları arasındaki şiirleriyle karşılaşıyoruz. (Bu arada, kitabın tasarımını ve desenlerini yapan Savaş Çekiç’in, metni destekleyen görselliği, asla unutulmamalı.)

Bu kitapta, dikkatimi çeken bir şiir var; ‘Koltuk ve Sonsuz’ şiiri. Üstelik, İskender Savaşır’a, -yaşarken- ithaf edilmiş. Topaloğlu bu şiirinde, iki defa aynı cümleyi kullanıyor; “… yasla cezalandırılmış bir protestan…” (s. 28-29). İlginç, ilginç olduğu kadar şaşırtıcı. Bu cümle şairin, en çok kapalı -bir alan- cümlesidir. Ki Topaloğlu’nun, kapalı -alan- cümlesi şiirlerinde -neredeyse- yoktur. Belli ki kişisel tarihine, bir kayıt olarak düştüğü bir cümle olarak kalsın istemiş. Oraya/o alana girmeyeceğim. Aynı şiirde başka bir cümlede, “… kendini ören/ ötüşü kırık kuş/ bir biçim veriyor sonsuza/ sonsuz tehna…” (s.28) ve … ötüşü kırık kuş/ içim dökülüyor/ daha çok üşüyorum… (s. 29) Tam da bu nokta da, -az önce kitabından söz ettiğim- İskender Savaşır’a da bir alan açmak ihtiyacı duyuyorum. Yazın arkeologları, bir gün Türk edebiyatının arka bahçesini kazarlarsa; İskender Savaşır’ın, güçlü bir ‘edebi’ mirasıyla karşılaşacakladır. Şimdiden söyleyeyim, hiç şaşırmasınlar.

Toparlayayım; Kristal Kral, şairin ilk kitabından bu yana ilmek ilmek ördüğü ‘büyük resmin’ ortaya çıktığı anlatıyı daha belirgin bir hale getiriyor. Bu anlatı bize, sözünün bir yapısı olduğunu söylüyor. Bir konuyu da hatırlatıyor/söylüyor; hatta ‘söz-ifade/uzam’ının çizgiselliğinin değişmediğini, ara yollara sapmadığını.

AYNI HATTA YÜRÜMEK

“… dışarısı kirli içerisi cehennem…”

Divane, s. 82.

Paul Valery bir metninde, “Üslubu ya da kişiliğin derisini kaldırın, altında işleyen ya da aksayan parçaları göreceksiniz” diyor. Hatırlıyorum, Divane kitabı yayımlandığı 2006 yılında bu cümle dilime persenkti. ‘İşleyen’ ve ‘aksayan’ kelimelerin altını çizmek gerek. Bu iki kelimeye az sonra geri döneceğim.

Giovanni Scognamillo, evinde yaptığımız bir sohbette “herhangi bir sanatçıyı, üç eseri olmadan övemez/kutsayamaz ya da nefret edip asamazsınız” demişti. Bu cümlesi -hâlâ- başucumda durur. Kıymet vermeden değer kazanamayız, değersiz olursak da hayatımız derinleşmez. Bu, bir bütündür. Parçalara dahi ayıramayız. Ayırırsak, parçamızı bile bulamayız. Bu, uzar. Aslında anlattım da, bir ‘hat’; Divane kitabının, hattı. Şairin, üçüncü kitabının hattı. ‘İşleyen’ ve ‘aksayan’ paçalar konusuna gelince, birincisinin hızla yol aldığını ve ikincisininse neredeyse hiç olmadığını, Giovanni’nin referans cümlesiyle söyleyebilirim. Çünkü Topaloğlu’nun üçüncü kitabıyla baş başayız artık.

Divane, Enver Topaloğlu, 128 syf., Şiirden Yayınları, 2006.

Kitapta iki bölüm var; Birincisi, ‘Pervaneler Kadar’ (1992-95), ‘Güle Dönüş’ (1995-96). Şairin sürekli aynı (adiyet) hattından yürüdüğünün, ‘iz’lerine, bu kitapta rastlıyoruz. Divane kitabında, birbirine yakın ‘iki dönem’e ait şiirlerini okuyoruz. Propp’un, “kesitlerin atlandığı ve sürekliliğin değiştiği” o büyük fotoğrafla/resimle burada da karşılaşıyoruz. Bu durakta, bir okur olarak -en azından benim- durmam gerek. Israr ettiğim, ‘üst anlatı’ tam da burada -kendisini- çoğaltamaya, kendi kendisini -yeniden kitabın bu iki bölümünde- üretmeye değişmeye/anlamlandırmaya başlıyor. Şiirlerin ilk bölümünde (“Pervaneler Kadar'da) ne kadar naiflik varsa, ikinci bölümünde de (“Güle Dönüş”) şaşırtıcı bir ‘öfke inancı’ -Şair’in bu tarz şiirlerini bir daha yazılmayacak ve okuyamayacak olmamızın da bir ihtimali- var. Şairin, birbirine yakın iki dönem şiirlerini bir araya getiren tek kitabıdır. Divane kitabından, kişisel olarak önemsediğim iki ‘alan’ın örneği şöyle;

Örnek 1 “Pervaneler Kadar” bölümünden:

“… dönülmüyorsa kalınan yerden rüyalara / anımsatılmasa / anımsanılmasa bir daha ah / şermin kim / neyin gerçeği hüseyin…” sy. 29.

Örnek 2 “Güle Dönüş” bölümünden:

“… halelerin dağıldığı nilüferlerlerin karardığı yerden bakıyorum / yeminlerin bozulduğu sırların çözüldüğü yerden…” s. 62.

“… özgürlük ve isyan telkin etmeyen / beni sana seni bana bağlamayan / hatlar kopsun köprüler uçurulsun / aşk kovulsun…” s. 84.

DEVAM EDEN YOLCULUK YA DA 'AŞK KAYITLARI' VE 'NAZİRE'

Şairin, yedi yıl sonrasında, yeni bir kitabıyla karşılaşıyoruz: Aşk Kayıtları. Bu kitabı ve bundan sonraki kitabı Nazire'de, ‘aidiyet’ duygusunu çok fazlasıyla hissediyoruz; ‘Ev’ ve ‘Evsizlik’. Bunu çoğaltabiliriz ki iki kitap da buna, ‘dil’ ve ‘ifade’ özelinde fazlasıyla imkân tanıyor; ‘ev’ dediğimiz ‘yurt’ gibi, ‘evsizlik’ dediğimiz ‘yurtsuzluk’ dili gibi bir coğrafyaya taşıyor. Bu iki kitapta dikkatimi çeken en önemli özellik, bir kavram olarak ‘dışarının kimliksizliği’dir. Bu noktada iddia ediyorum; dil, duygu ve ruh olarak bu iki kitabı, birbirinden uzaklaştırmanın olasılığı hiç yok. Hiç.

Topaloğlu’nun bu iki kitabı, sadece biçim olarak birbirinde farklıdır. İçerik olarak, tamamen aynı sularda yüzüyorlar. Ama şairin burada da, ‘dil’indeki farklılık göze çarpıyor. Aşk Kayıtları'ndaki bütün şiirler (40 şiir) aynı dizeyle biterken, Nazire kitabında -ki, Enver Topaloğlu’nun annesinin adıdır-, ‘40 Dörtlük’, ‘30 Üçlük’, ‘20 İkilik’, ‘10 Birlik’ dizeyle karşılaşırız. Bunlar bilinçli bir tercihin ifadesidir.

Gidene Kadar, Enver Topaloğlu, Mühür Kitaplığı, 2019.

'SÖZ'ÜN DERİN KUYUSU: GİDENE KADAR

“herkes öyle uzak ki birbirinden/ gurbet bu olmalı”

Gidene Kadar s.18.

Büyük resmi, oluşturan parçaları Gidene Kadar kitabında görmek şimdi daha bir belirgin hale geldi. Parçalar dediğim ‘anlar’ın bu kitapta geniş atmosferi de ortaya çıkıyor. Topaloğlu, bu kitabında bir tür söz simyacılığının derin ‘iz’lerini okumaya çağırıyor. İki kişilik bir yalnızlıkla, ‘ev/evsizlik’, ‘yurt/yurtsuzluk’ anlatısının küçük parçalarından, bir ‘üst anlatı’ya geçiyoruz. Başlangıçta, bir oda müziği şeklinde başlayan anlatı, kendi kendisini çoğaltarak gittikçe bir anafora dönüşüyor. İki kişiyle beraber, her ifade birbirinin içine ayrılamaz parçalarla geçiyor. Tıpkı şu dizelerdeki gibi: “yeniden doğmak için/ çıkardığı yangında tutuşan/ anka olacağım derken/ külüm de kalmadı/ pervanelere ne demeli/ ışığı kucaklayınca/ kurtulacağını sanırken tutuşup yanan” s. 21.

Topaloğlu’nun şiiri için, ‘yapıyı bozan’ değil ‘yapıyı söken’ ifadesini kullanmıştım. Tekrar o noktaya dönmek istiyorum. Aynı izlek üzerinden, iz süren bir şairle karşı karşıyayız. Bu onun, bize kelimelerle oynadığını değil, kelimelerle ‘dil’ işçiliği yaptığını da gösteriyor. Bu hiç azımsanacak ya da kayıtsız kalınacak bir duygu değil. Bu ve bunlar, -bu topraklarda- yaralanmış bir ömrün ifadeleri. Üstelik, ‘söz’ün derin kuyusunda…

Enver Topaloğlu şiiri; bütün bunlar ve daha başka şeyler!