Şair Enver Topaloğlu: Şiir bir direniş hattı oldu

Enver Topaloğlu ile Mühür Yayınları tarafından yayımlanan son şiir kitabı 'Gidene Kadar' üzerine konuştuk. Topaloğlu, "İster bireysel olsun, ister toplumsal; dildeki ve sözdeki küçük ya da büyük dalgayı yükselten güç şiirdir" dedi.

Google Haberlere Abone ol

Zafer F. Yörük

DUVAR - Enver Topaloğlu'nun altıncı kitabı "Gidene Kadar" okuyucuyu 55 bölümden oluşan tek bir şiirle karşılıyor. "'Gidene Kadar'da bir bakıma “çıldırıp yitmemek için” birbiriyle konuşan iki insan yarattım. İçe içe konuştular" diyen Topaloğlu ile şiir serüvenini, " Gidene Kadar"ı ve şiirlerindeki anlamları konuştuk. Topaloğlu, "Şiir birikimi ve deneyimimden kaynaklanan bilgilerle, bir yandan modern Türkçe şiirin geçmişine bakmayı, bir yandan da bugün şiirde neler oluyor, takip edip paylaşmaya çalışıyorum. Şiirin sadece şiir olmadığına, öyle olamayacağına sürekli işaret etmek gerekiyor. Çünkü şiir devinen toplumsal dilin de, sözün de güneşi, yani enerji kaynağı… İster bireysel olsun, ister toplumsal; dildeki ve sözdeki küçük ya da büyük dalgayı yükselten güç şiirdir" dedi.

Biyografinizde şöyle bir ifade yer alıyor; “Şiirlerini 1990’dan itibaren Defter başta olmak üzere Varlık, Gösteri, Yasak Meyve, No, Evrensel Kültür, Duvar, Yeni e gibi dergilerde yayımladı.” İlk şiir kitabınızı da 1993 yılında Yakamoz ve Tebessüm adıyla çıkartmışsınız. Genel bir ifadeyle başlarsak, kendi şiir serüveniniz/maceranız üzerine neler söylemek istersiniz?

Yaşarken yazılmış biyografiler değişkendir. Genellikle bir çerçeve çizerler. Ama tümünü yansıtmazlar. Yukarıda yazılanlar da öyle. Özgeçmişimle ilgili bir özet. Her özet gibi burada da dile getirilmeyen bilgiler var. Onu, o bilgileri tamamlamayı edebiyat tarihçilerine bırakalım. Ancak şunu söylemek isterim. İlk şiirim, 1983 yılında Yarın dergisinde yayımlandı. Uzun bir aradan sonra da 1987’de Edebiyat Dostları’nda.

Dergiler, şiir için önemlidir. Aslında, önemliydi demek gerekir. Benim için öyle oldu. Dergileri bir zamanlar iddia edildiği gibi okul olarak gördüm. Mesela Defter kapandığında, “benim için bir okul kapandı” demiştim. Bugün bu nitelikte, bu çapta bir edebiyat, şiir dergisi yok. Defter dergisi, 1990’lardan sonra en çok şiir yayımladığım dergi oldu. Çünkü bir şairin, bir dergisi olur diye düşünüyordum. Hâlâ öyle düşünüyorum. Pazarcı esnafı pazar pazar dolaşabilir ama şair pazarcı esnafı değildir. Kim olursa olsun adına, unvanına, ününe dayanarak aynı anda birçok dergide, yayında yer almasını faşistçe bir tavır olarak değerlendiriyorum.

Şiirde uzun bir süre arayış içinde olduğumu söyleyebilirim. Ama zaten şiir, bir arayış serüvenidir. O nedenle hâlâ arayış içindeyim diyebilirim. Kitaplarımın yayımlanmasıyla, dosyalarımın oluşması kronolojik bakımdan denk değil. Şiiri kitap olarak yayımlamanın en zor olduğu dönem 1990’lardı. Ondan sonraki dönemde de, kitap olup olmamasını önemsemeden yazmaya devam ettim. İmkân ve şartlar oluştukça da yazdıklarım kitaba dönüştü.

Enver Topaloğlu

'ETKİLENMEK DEĞİL, ETKİLENMEMEK SORUNLU... ÜSTELİK İYİ Kİ DE EDİP CANSEVER'DEN ETKİLENMİŞİM'

Az önceki soruyu merkez alarak şiir kaynaklarınızın sizi ne kadar etkilediği üzerine ne söylersiniz?

Şiirin arayış olduğunu söylemiştim. Şiirin bütün kaynaklarına karşı, hâlâ oburca bir iştahım var. Ancak şiir yolculuğumdaki en büyük değişim, Edip Cansever’in şiirleriyle karşılaştıktan sonra oldu. Cansever’i okurken, yazmak istediğim her şeyi benden önce birisi yazmış duygusuna, düşüncesine kapıldım. Bir süre o etkiyle, şaşkın ya da büyülenmiş kaldım diyebilirim. Şiir tarihini, birikimini, deneyimini irdeledikçe aslında benim başıma gelenin her şair için olağan bir durum olduğunu kavradım. Etkilenmek değil, etkilenmemek sorunlu diye düşünüyorum ve iyi ki de etkilenmişim. Üstelik iyi ki de, Edip Cansever’den etkilenmişim. Şiir için söylersek, önemli olan etkiyle nasıl başa çıkıldığıdır. Kendi şiirim, şiir anlayışım için hiç değilse bunun bilincindeyim diyebilirim.

Yakın zamanda Turgay Kantürk’le söyleşinizde, bu etkinin niteliği üzerine de bir şeyler söylediniz aslında. Cansever’in ‘Başlangıç’ dörtlüğünün içinden konuşma, kendi deyişinizle “o sözün içine girme … kendime, hayata, dünyaya o sözün içinden bakma” çabası olarak tanımlıyorsunuz Gidene Kadar'ın kaygısını. Bir şiirin ya da sözün içinden dünyaya bakmak ve konuşmak: Bu önemli bir hermeneutik girişim ve üzerinde daha fazla durulmayı hak ediyor. Sizce başarılı oldunuz mu?

Sondan başlayayım. Denedim; başarıp başaramadığıma şiir okurları, okurlar, kitap üzerine düşünenler, yorum yapanlar karar verecektir. Ama en azından şu kadarını söyleyebilirim. Daha önce buna benzer bir deneyim yok modern Türkçe şiirde. Divan şiirindeki “müstezad”, “terbi”, “tahmis”, “taştir” gibi yöntemlerden de farklı. Edip Cansever’in dörtlüğünde daha çok “birbiriyle konuşan iki insan kalmış” olma durumunun belirtilmesi, betimlenmesi söz konusu. 17 Kasım 2019 tarihli Birgün Pazar ekinde yayımlanan o söyleşide de dile getirmiştim: Dörtlüğü yorumlarken yazıldığı dönemi de dikkate almak gerekir. Çünkü 1980 yılı önemli bir dönemeçtir. Cansever’in dörtlüğünde betimlenen durumu ve o dizelerin, şairin sözünün içine girerek “birbiriyle konuşan iki insan olmayı” denedim. Çünkü son yirmi yıldır siyasal, toplumsal, kültürel, tarihsel yönden son derece büyük krizler yaşıyoruz. Bu krizlerinin doğrudan etkisi var Cansever’in 1980’de yazdığı “Başlangıç” şiirinin içine girme düşüncesinde. Dünyaya, yaşamın istenmeyen koşullarına şiirin diliyle verilmiş bir tepki oldu “Başlangıç” şiirinin içinden konuşmak. Ben de bir bakıma “çıldırıp yitmemek için” birbiriyle konuşan iki insan yarattım. İçe içe konuştular… Gidene Kadar'da denedim dediğim bu oldu.

Türk edebiyatı özelinde, hem şiir kitabı yayımlayan hem de şiir kitapları üzerine son yıllarda düzenli yazılar yazan birisiniz. Bu konuda da çok fazla kişi veya kişiler olmadığını biliyoruz. Şair/şairler veya onların kitapları hakkında yazılarınızı da ilgiyle takip ediyoruz. Son zamanlarda yazdığınız bir yazıda, “Genç şairlerin şiirini/şiirlerini yaşlı, yaşça daha büyük olan şairlerin şiirini/şiirlerini de genç bulduğunuz” tespitini yapmıştınız. Bu önemli tespiti biraz gerekçelendirir misiniz?

1968 ve onu takip eden kuşak, siyasal alanda ezber bozmayı önemsemişti. Ama esas olarak bunu yapan; siyasal iktidarın da, muhalefetin de ezberini bozan 68’liler oldu. Modern Türkçe şiirde, ilk ezber bozan çıkışı yapan Nâzım Hikmet’ti. Onun çıkışı, tutarlıdır. Garip ve İkinci Yeni dalgalarının çıkışı da öyle. Şiirin genç ve yeni kuşağı olarak kendi sözlerini söyleyebilmek için yerleşik olana başkaldırmışladır. Şiirdeki bütün ezberleri bozmuşlardır. Ancak 1980’lerden sonra yazılan şiirde, anakronik bir durum söz konusu. Gençlerin yaşlılardan daha yaşlı, yaşlılarınsa genç şairlerden daha genç bir şiir yazdıkları görülüyor. Nâzım’ın, “Ben babamdan ileri doğacak çocuğumdan geriyim” sözü, şiir yazan 1980 sonrasının yeni kuşaklarınca adeta, ben babamdan geri doğacak çocuğumdan ileriyim şeklinde anlaşılmış gibi. Şiirde ileri atılım gençlikten beklenir, ama görünen o ki bir süredir durum tersinden yürüyor. İlhan Berk’in ölmeden kısa bir önce yazdıkları, bugün en genç şairin şiirlerinden daha genç. Amacım, biraz bu durumun tuhaflığına, şiirde gençlerden, yeni kuşaklardan beklenene işaret etmekti.

Gidene Kadar, Enver Topaloğlu, Mühür Kitaplığı, 2019.

'ŞİİRİ İKTİDARIN KONTROLÜNE BIRAKMAMAK İÇİN ŞAİR OLMAYA GEREK YOK, KİMİN ELİNDEN NE GELİYORSA YAPMALI'

Gazete Duvar’da, şair/şairler veya onların kitapları hakkında yazılarınız, şair kimliğinizin tam olarak neresinde duruyor?

Hem içinde, hem de dışında duruyor diyebilirim. Şiir birikimi ve deneyimimden kaynaklanan bilgilerle, bir yandan modern Türkçe şiirin geçmişine bakmayı, bir yandan da bugün şiirde neler oluyor, takip edip paylaşmaya çalışıyorum. Şiirin sadece şiir olmadığına, öyle olamayacağına sürekli işaret etmek gerekiyor. Çünkü şiir devinen toplumsal dilin de, sözün de güneşi, yani enerji kaynağı… İster bireysel olsun, ister toplumsal; dildeki ve sözdeki küçük ya da büyük dalgayı yükselten güç şiirdir. İktidar başa çıkamadığı şiiri kontrol etmek ister, istiyor. Çünkü her iktidar varlığını aynı zamanda kendi diline dayandırır. Şiir iktidarın dil hegemonyasını bozar, işlemez hale getirir. Şiiri iktidarın kontrolüne bırakmamak için şair olmaya gerek yok, kimin elinden ne geliyorsa yapmalı.

Gazete Duvar’ın her hafta şiiri takip etmeyi ve gündemde tutmayı gözeten tasarısını gerçekleştirmek benim üzerime düştü. Ben de elimden geldiğince, katkıda bulunmaya çalışıyorum. Yeni çıkan şiir kitaplarını tanıtmayı, şiirin geçmişini irdelemeyi, gündeme taşımayı amaçlıyorum. Yayın içeriğinde şiire de ana başlık olarak yer veren bir başka yayın oluşumu yok. Bu nedenle başta Gazete Duvar’ın Genel Yayın Yönetmeni Ali Duran Topuz, kültür sanat ve kitap şef editörü Anıl Mert Özsoy ve çalışma arkadaşlarının yaklaşımı takdire şayandır.

İlk kitabınız Yakamoz ve Tebessüm (1993), ikinci kitabınız Kristal Kral (1997) arasında dört yıl varken ikinci kitabınızla üçüncü kitabınız Divane (2006) arasında dokuz yıl var. Hatta üçüncü kitabınızla, dördüncü kitabınız Aşk Kayıtları (2013) arasında da, yedi yıl gibi bir zaman dilimi var. Bu dilimlerde de, altmış beş sayı gibi uzun bir süre e-bülten olarak “Cumartesi şiir”i tek başına götürdüğünüzü yakından takip ettik. Şiir kitaplarınız arasındaki bu uzun antraktlar için neler söylemek istersiniz?

Bütün kitaplarım kitap olarak bitmeden önce, dosya olarak uzunca bir süre çekmecemde bekledi. Ne zaman imkânlar ve şartlar oluştu, o zaman kitap oldular. Bunda iki etken rol oynadı diyebilirim. Birincisi, şiir dosyam biter bitmez yayıncı arayışına girmeyişim. İkincisi, şairin emeğine saygılı olarak şiir yayımlayan yayınevlerinin sayısının sınırlı oluşu. Şiir yayımlayan yayınevlerinin çoğu artık yadırganmayan, meşru duruma gelmiş olan telif ödemeden, üstüne bir de baskı masrafları adı altında şairinden para alıp kitap yayımlıyor. Bunu etik olarak doğru bulmuyorum. Bu yöntemin şairi de, emeğini de, dolayısıyla şiiri de aşağıladığını düşünüyorum. Böyle düşününce de şiir dosyalarınız çekmecenizde kalıyor.

“Cumartesi şiir”, öncü bir proje ve çıkıştı. İnternet kanalını kullanarak, nasıl bir şiir yayını yapılabilir sorusuna verilmiş bir yanıttı diyebilirim. PDF formatında hazırlanan bir derginin, ücretsiz olarak e-posta yoluyla dağıtımını altmış beş sayı sürdürdük. Çoğu zaman yalnızdım. Ama birçok arkadaşımın da emeğinin geçtiğini belirtmem gerekir. Cumartesi’nin açtığı kanal bugün hâlâ çok genişlemiş, büyümüş değil, ama etkili bir yöntem olarak başkaları tarafından da kullanılmakta. Cumartesi, şiirle okur arasındaki pazarı aradan çıkarmıştı. Zaten sloganı da “Pazar yok pazarlık da” idi. Önemli bir deneyim oldu. Çok zamanımı aldı, ama değdi diyebilirim.

'ŞİİR SESSİZ KALMAMAK İÇİN BİR DİRENİŞ HATTI OLDU'

Yıllar önce verdiğiniz bir beyanatta şiirle buluşmanızı, “Darbeyle başka bir hayat, başka bir dünya isteyen toplum kesimlerinin üstüne kopkoyu bir karanlığın çöktüğü yıllarda, dilsiz kalmaya karşı koyuş imkânı olarak başlayan arayış süreci” olarak ifade ediyorsunuz. İlk şiirinizin 1983 yılında, Yarın dergisinde yayınlandığını düşünürsek, o yıllarda şairliğinizi ve şiirlerinizi, “dilsiz kalmaya karşı koyuş imkânı olarak” olarak açıkladığınız anlaşılıyor. Bu argümanınızı biraz açmanızı istiyorum.

12 Eylül cuntacılarının faşist darbesi, çok geniş ve tarihsel bir olaydır. Faili aynı ordu olsa da, ne 27 Mayıs’a ne de 12 Mart’a benzer. Çünkü 12 Eylül, hem geçmişte yarım kalan 12 Mart darbesini tamamlamak hem de toplumun geleceğini belirlemek için yapılmıştır. Orada tabii ki esas olan 24 Ocak 1980’de alınan kararların uygulanmasıdır. Türkiye pazarının, noeliberal dünya pazarına eklemlenmesi için muhalefetin topyekûn yok edilmesi amacıyla gerçekleşmiştir. Muhalefetin topyekûn yok edilişi için dilsizleştirilmesi önemli bir adımdır. 12 Eylül’ün hedeflerinden biri de bu oldu. Konuşan, ses çıkaran, aykırı sözler eden dili hedef aldı. Dilini koparmak diye bir deyim vardır. Faşist cunta ve sonrasında iktidar, muhalefetin dilini koparmak için her yolu denedi. Kürtlere, Kürtçeyi yasakladı. Türkçe konuşanlara, hangi Türkçeyi konuşacaklarını buyurdu. Bugün kullanılan birçok sözcük yasaklandı. Örneğin yanıt yerine, cevap denilmesi şart koşuldu. Dile olan müdahale, bu kadar değil elbette. Kaldı ki dil de, bu kadar değil. Şarkı söylemek, konser vermek, seminer düzenlemek, film göstermek, miting yapmak da bir dildir. 12 Eylül koşullarında kitaplar toplatıldı. Filmler yasaklandı, yakıldı. Buna sessiz kalmamak, dilini kaybetmemek için bir direniş hattı oldu benim için şiir. Öyle başladım. Yazdım, yayımlamasam da yazdım. Şiirin uzlaşmaz doğasından güç aldım. Niyet etmek yolun yarısıdır düsturunu hâlâ önemserim.

Bir bütün olarak, Enver Topaloğlu şiirlerine bakıldığında şiirlerinizin kavramları üzerinde duran, ‘temel anlam’ ifadeniz var. O da, ‘aidiyet’. ‘Aidiyet’i, kavramlarınızın toplamı olarak düşünüyorum. Şiirinizin kavramlarını konuşmadan önce, ‘aidiyet’ olan bu ‘temel anlam’ ifadeniz üzerine siz neler söylemek istersiniz?

Doğrudur, şiirlerimdeki önemli izleklerden biridir aidiyet meselesi. İzin verirseniz, Nazire'den bir alıntı yapmak istiyorum: “ah/dedi/annem/Enver/okula/gitti/bir/daha/dönmedi” Ben bu meseleyi, kendi kişisel aidiyet ya da aidiyetsizliğimden çok, modern insanın yaşadığı aidiyet krizi üzerinden düşünüyorum. Modern birey olarak, beni de etkileyen bir kriz bu. Öte yandan aitsizlik kadar, ait olmak da problemli bir durum. Modernizmin ortaya çıkardığı temel sorunlardan, en büyük varlık ve varoluş sıkıntılarından biri bana göre. En çok tartışılan kimlik sorunu ama sanırım mesele sadece kimlik kriziyle ilgili değil. Geçen yüzyılda olduğu gibi, bu çağda da hem sosyal bilimlerin hem de sanatın uğraştığı, uğraşması gereken temel problemlerden.

Benim şiirde bu konuyla ilgili kaygım, daha çok modern yaşamın kriz yaratan temel meselelerinden olması hasebiyle. Adorno, “kimse evinde değil” diyor. Ev, önemli bir metafor. Buradan yola çıkarak belki, “kimse kendisi değil” bile denebilir. Aidiyet aynı zamanda çatışma da yaratan bir durum. Yani kısaca söylersem, şiirin dilinin kurcalamaktan kaçınamayacağı bir ağrı. Şunu da ekleyebilirim; ait olmak aslında biraz da güvenli liman arayıp bulup sığınmakla ilgili. Ama işin doğrusu öyle bir liman, büyük ölçüde ütopyadan ibaret. Aitlik hissininse büyük ölçüde bir yanılsama olduğunu düşünüyorum. Biraz kurcalayınca cemaatlerin hayali, kimliklerin sahte olduğu çıkıyor ortaya. Belki esas olan aidiyetten çok bunu aramaktır. Aidiyetle ilgili düşüncem, modern zamanın ütopyalarından biri olduğu yönünde. Şiirde izlek olarak ait olmak değil de, aidiyet krizine dikkat çekmeye çalıştığımı düşünüyorum.

Kavramlarınızdaki; ev/evsizlik, ses ve sessizlikle kurulan ilişki, şimdiki zaman ve zamansızlık, geçmişin bir türlü geçmemiş olması hali, hatırlamaya -inat değil- ısrar etme duygusu, sizin şiirlerinizin kavramlarını oluşturduğunu düşünüyorum. Hatta son kitabınız “Gidene Kadar”da, bu kavramların çok belirgin izleri var. Son olarak, bu tespitler hakkında sizin yorumunuzu merak ediyorum.

İyi bir şiir okuru olduğunu biliyordum. Yanılmadığımı gösteren bir soru bu. Ben şiirimi okurla tamamlanan, onun okuma deneyimiyle genişleyecek bir metin olarak düşünüyorum. O nedenle de uçları açık bırakmayı önemsiyorum. Sen de dikkatli, ayrıntıya inen ve üretken bir okursun. Şiirin okurdan talep ettiği, metne duygusal, düşünsel, duyarlılık tepkisiyle, zihinsel etkinlikle katıldığını gösteriyor tespitlerin. Ne diyeyim ki, tespit tespittir. Tamamen yerinde ve doğru tespitler. Benim şiirimin temel izlekleri olarak ön plana çıkan bu kavram çiftleri, yani aidiyet aidiyetsizlik, ev evsizlik, ses sessizlik, zaman zamansızlık ve benzerleri modern insanın varlığıyla ve varoluşuyla ilgili çatışmalarına, çelişkilerine, kaygılarıyla dikkat çekmekle ilgili. Bu sorunlar, çağımızın ya da uygarlığın ürettiği temel sorunlar. “Şair çağının tanığıdır” sözü eski bir söz ama boşuna söylenmiş bir söz değildir. Çağa tanıklık konusunda üzerime düşeni yapmaya, sorumluluğumu yerine getirmeye çalışıyorum.

Gürültüsü gittikçe artan dünyada, şairin tanıklıktan vazgeçmemesi ve bunu dile getirme sorumluluğunda inat etmesi şiirin bir geleceğinin olması için de önemlidir diye düşünüyorum.