Marksist estetik bağlamında Adnan Özyalçıner

Adnan Özyalçıner’in yapıtları, dilsel yetkinliği ve özgünlüğü atlamaksızın, Marksist bir içeriği başat kılar. Onun tüm yapıtlarında ruhsal ve toplumsal bir çatışma hâkimdir. Bu çatışmayı ve onu doğuran/onun doğurduğu koşulları derinliğine inceleyen Özyalçıner, insanda anlaşılamaz ve çözümlenemez hiçbir şeyin olmadığını gösterir okura. İster gerçek kişiler olsun, ister ülküleştirilmiş ya da yergiyle değiştirilmiş kişiler, tipik olanın ancak toplumsal tabakaların yahut sınıfların psikolojisini belirttikleri zaman var olabileceklerini anımsatır.

Google Haberlere Abone ol

Yusuf Yağdıran

Marksizm, bilindiği üzere, genel bir dünya görüşüdür. İnsanlığın tüm etkinliklerini kapsar ve onları eylemler ve karşılıklı etkileri bağlamında değerlendirir. Marx, farklı disiplinleri çevreleyen ve birbirinden ayıran duvarları yıktığı gibi, felsefeyi gerçekliğe bağlayarak bilgiyi de prangalarından kurtarır. Doğa olayları gibi toplumsal olayların da diyalektik bir gelişim gösterdiğini; yaşamanın, eylemenin ve ilerlemenin kaynağının karşıtlar kavgası olduğunu ortaya koyan Marx, toplumsal evrimin artık bağımsız sferlere (kürelere) ayrılamayacağını gösterir. Birbirini etkileyen, ilk eylemliliklerini ekonomik öğeden alan bir olaylar topluluğuna dikkat çekerek ekonomik temel ile ruhun en karmaşık, en ince işlemleri arasındaki ilişkileri açığa vurur. Bu bağıtta; sanatsal yaratışın üretim biçimlerinden, entelektüel yaşamın ise toplumsal yaşantıdan ayrılamayacağını vurgular. Eskiden bireysel dehanın, rastlantının ve açıklanamazlığın krallığı gibi görülen sanatsal yaratış, onda toplumsal gelişmenin yasalarına uyan insancıl bir etkinlik olarak karşılık bulur. Bunun doğal sonucu olarak, maddi olasılıklardan soyutlanmış ve güzelliğin ölümsüz kurallarına dayandırılan bir estetik de dayanaksız kalır. Bir yapıtı öznel beğenilere, kişisel duyarlılıklara, teknik uzmanlıklara göre yargılamak; o çağın toplumsal ve etnik yapılarının kanılarına saplanmaktan öteye geçemez. Nesnel etkenlerin (özellikle de ekonomik etkenin) ideolojik üstyapılara etkisi incelenmedikçe bütüncül bir değerlendirmeye varmak mümkün değildir.

Platon ve Aristoteles’in ahlak, siyaset ve düzeni esas alarak ülküsel bir doğaya dayandırdıkları sanat, Kant için de enikonu bir oyundan ibarettir. Yararsız, amaçsız, kişisel ve özgür bir uğraş. İlk olarak Hegel’in tarihsel gelişmeler temelinde ‘Kendini Arayan Tin (Geist)’ olarak kavradığı sanat, nihayet Marx tarafından, tıpkı tarih gibi, insan emeğinin ürünü olarak asli doğasına kavuşur. Hegel’in aşamalar düzenini tersine çeviren Marx, eyleme önceliğini ve devrimci anlamını geri verir. Pratik etkinliğin yalnızca bilinç ve düşünceyi yansıtmakla sınırlanamayacağına, onu hazırlayan ve kuranın gene o olduğuna işaret eder. Sanatsal yaratışı yaşanagelen yabancılaşmayı aşmak ve yenmek için yapılan bir uğraş olarak görür. Sonuç itibariyle ‘Marksist Estetik’ ; mülkiyet, sınıflar ve ideoloji biçimlerinin tarihsel temeli üzerinde dolaşır. Sanatı; dünyayı temsil etmenin bir yolu, bir bilme aracı, bir toplumsal bağ, bir sınıf miğferi, insancıl bir zenginleşme, bir toplum aynası sayar.

Adnan Özyalçıner; 1964’te Sur, 1978’de ise Gözleri Bağlı Adam ile Sait Faik Hikâye Armağanı’nı kazanmış, Türkçenin en özgün ve en üretken yazarlarındandır. Öykülerindeki mekân-insan-yaşam özdeşliği, tematik zenginlik, yalın ve duru söyleyiş, politik tavır alış ve benzeri pek çok yetkinlik onu sıradışı kılar. Ben onun 1960’ta Panayır’la başlayan yazın yolculuğuna poetik tavrına odaklanarak yaklaşmak istiyorum.

Panayır, Adnan Özyalçıner, 116 syf., Manos Kitap, 2019.

ÖZYALÇINER'E YÖNELTİLEN 'POLİTİK SÖYLEM' ELEŞTİRİSİ ÜZERİNE 

Adnan Özyalçıner’e yazın yaşamı bağlamında yöneltilebilen tek olumsuz eleştiri, öykülerinin kuru politik bir söyleme sahip olduğudur. Bu eleştiri, tüm temelsizliğine rağmen, yazmak istediğim metin için eşsiz bir başlangıç noktası teşkil ediyor. Kişilerini karikatürize ettiği yardımcı düşüncesiyle savlarını harlamaya çalışan sözü geçen eleştiri sahipleri, bu noktada da güçlü bir silah vermiş oluyorlar elimize.

Bir yapıtın dilini, biçemini, kuruluşunu, estetik özelliğini onun içeriği belirler. İçerik demek, sanatçının gerçekliği temsili ile sürdürdüğü yaşantı ve ideoloji demektir. Yalnızca edebiyatın çözülmeye başladığı zamanlarda içerik biçimden geri kalır. Edebiyat alanında çözülüş; biçimin özden, içerikten çok beğenilmeye, değer kazanmaya başlamasıyla kendini gösterir. Bir sınıf çökmeye başlamışsa, onun sanat ve edebiyatı da çökmeye başlar. Toplumsal bir çöküş; doğuşuyla batışı bir olan modaların, yeni biçimler altında bireyciliğin ve mistikliğin görünmesine yol açar. Bütün bunlar can çekişen sınıfın nevrozlarını, kaçış isteğini, gerçeklikten tiksintisini ortaya koyar. Tersine, o güne değin ezilmiş, bilgiden, kültürden yoksun bırakılmış bir sınıf yükselmeye başlayınca, biçimden çok özle, içerikle ilgilenir.

ÖZYALÇINER'İN KAÇINILMAZ KAVGASI

Adnan Özyalçıner’in yapıtları, dilsel yetkinliği ve özgünlüğü atlamaksızın, Marksist bir içeriği başat kılar. Onun tüm yapıtlarında ruhsal ve toplumsal bir çatışma hâkimdir. Bu çatışmayı ve onu doğuran/onun doğurduğu koşulları derinliğine inceleyen Özyalçıner, insanda anlaşılamaz ve çözümlenemez hiçbir şeyin olmadığını gösterir okura. İster gerçek kişiler olsun, ister ülküleştirilmiş ya da yergiyle değiştirilmiş kişiler, tipik olanın ancak toplumsal tabakaların yahut sınıfların psikolojisini belirttikleri zaman var olabileceklerini anımsatır. Bir toplum nasıl ki geçmişten aldığı mitlere ve kişilere kendi ihtiyaç ve anlayışına uygun bir karakter veriyorsa, Özyalçıner de kişilerine ve mekânlarına mensubu olduğu devrimci sınıfın karakterini ve ruhunu verir. Bu ruh ve karakter, madde dışı bir mahiyet taşıyamaz. İstese de istemese de kendi sınıfının eğilim ve çıkarlarını temsil eder. Edebiyat zeminine baskın gelen duruk ve gerici gerçekçiliğe karşı durur bu yüzden. Onun yapıtlarında gerçekçilik, nesnelerin yüzeysel ve geçici görünüşüne bağlanan izlenimcilikten öteye geçmek zorundadır. Kübizmden sürrealizme, çökmekte olan sınıfın tüm sanatsal refleksleri, tiksinilen bir gerçeklikten kaçış izleğindedir. Kendinde geleceği taşıyan bir sınıfın temsilcisi olarak Özyalçıner’in tavrı ise, tartışılmaz ve kaçınılmaz olarak kavgadır. Arsız bir pazar yerine dönen dünyayı ve kendisine dayatılan ‘sanat için sanat’ kisvesi altındaki ‘pazar için yazma’ aymazlığını deşifre etmektir ona düşen. Bu kapitalist vandallığı ayyuka çıkarmak. Yabancılaşma, düzen eleştirisi, sömürü, adaletsizlik, kentleşme ve doğa tahribatı gibi sıklıkla işlenen temaların kökeninde bu duyarlılık yatar.

Adnan Özyalçıner anlatılarında engin insan sevgisi, beşeri ve coğrafi sınırlamaları aşan yalın bir hümanizm niteliği taşır. Öykülerindeki insanlar hiçbir zaman tek başına kötü değildir. Onları kötü yapan içinde yetiştikleri çevrenin sosyo-kültürel ve sosyo-ekonomik şartlarıdır. Bu yüzden karşı güç grubundaki insanlar bile, okuyucuda kin, nefret gibi duygular uyandırmazlar. En kötü, en gaddar insanların dahi yaşayan insan tarafları araştırılır ve asıl onları ‘kötü’ yapan faktörler üzerine dikkat çekilir. ‘Gözlemci Gerçekçilik’ten ‘Toplumsal ve Eleştirel Gerçeklik’ anlayışına ulaşmış olmanın getirdiği derinlik, gerçeği kavrama ve ifade etme yetkinliği olarak dilde karşılık bulur. Karakter ve tip yaratma becerisi de bunun uzantısıdır.

Adnan Özyalçıner anlatılarında karşımıza çıkan kurgu, bizzat hayat fenomenininden farklı bir şey değildir. Geri kalmışlığımızın, kişiliksizliğimizin, suskunluğumuzun, durgunluğumuzun ve diğer olumsuz niteliklerimizin 'tarihsel kategoriler' gibi düşünülmesini sağlayan tam da bu poetik/estetik tutarlılıktır. Bu olumsuzlukları geçici olgular olarak açıklayan, ortaya çıkışları gibi gözden silinişlerini de tarihsel gelişmeye bağlayan; onları aşılmaz, karşı konulmaz bir 'kendinde şey' olmaktan çıkaran aynı politik iradedir. Dolayısıyla ‘estetik; neyi değil, nasıl anlattığınızı önemser,’ önermesinde hem neliğe hem nasıllığa dair devingen bir tanım olur çıkar Adnan Özyalçıner. Ve biliriz ki bir imgenin anlamı onun hemen yanında görülen ya da hemen arkasından gelen şeye göre değişir. O imgenin taşıdığı yetke, içinde göründüğü tüm bağlama yayılır. Kendini hâlâ güzelin ölmezliği ve sürekliliği düşüncesine bağlayan, sanatı insandan ve tarihten yalıtıp tanrıçaya dönüştüren bir estetik savunucusu, kendi sinir sisteminde geçen birtakım süreçler dışında hiçbir şeye rehberlik edemez.

John Berger’in ‘Görme Biçimleri’nden bir alıntıyla toparlamak isterim:

“Bizi sürekli mülkten söz etmekle suçluyorlar. Bunun tam tersidir doğru olan. İncelediğimiz toplumun, kültürün ta kendisidir mülkten başka bir şey düşünmeyen. Ne var ki bir şeye saplanıp kalan kişiye saplantısı, nesnelerin doğasında varmış gibi gelir. Bu yüzden de o şey olduğu gibi algılanamaz hiçbir zaman.”