Şiirimizin derin yarası: Enver Gökçe

Enver Gökçe... Ağır işkenceler gördü. Toplam yedi yıl hapis yattı, iki yıl da sürgünde yaşadı. Küçücük odasında Pablo Neruda'dan şiirler çeviriyordu. Yarasını ilk kez o gün görmüştüm...

Google Haberlere Abone ol

Ankara’ya, üniversitede okumaya gelmiştim. Okulun ilk yılıydı. Nefis Ankara sonbaharında, atkestanelerinin serin gölgesindeki kaldırımlarda yürürken, derin kaygılar içindeydim. Siyasi ortam çok karışıktı. 1970’li yılların sonlarına doğruydu ve 1980 askeri darbesine az kalmıştı. Demek birileri açısından daha çok insanın ölmesi, daha çok insanın acı çekmesi gerekiyordu darbe yapmak için. Öyleyse cehennemi büyütmeye devamdı. Gazeteler her gün ölen insanların bilançosunu yayınlıyordu. Bu koşullarda başlayıp bitirdim üniversite öğrenciliğimi. Ama en büyük amacım yazar, şair olmaktı. Kendimce yazılar, öyküler, şiirler yazıyordum. Yazdıklarım o günün dergilerinde de yayımlanıyordu. Birçok yazarın ve şairin uğrak yeri olan Toplum Kitabevi’ne uğruyordum. Ankara’da o yılların popüler kitabevlerinden biri, Zafer Çarşısı’nda bulunan “Toplum Kitabevi” ydi. Üç-dört metrekarelik, kutu gibi, silme kitap dolu bu kitabevi Ankara’nın entelejansiyasının da önemli uğrak yerlerindendi. Kitabevinin sahibi, güzel insan, öykü yazarı Remzi İnanç, hep gülen yüzüyle, tezgâhın arkasından, bir yandan kitap düzenlerken, bir yandan da dükkandakilerin tartıştığı konu ne ise, usul sözcükleriyle ona katılırdı. O yılların önemli yazarlarının, şairlerinin, gazetecilerinin, bürokratlarının, politikacılarının ve akademisyenlerinin çoğuyla burada tanıştım. İşte, Enver Gökçe de bu insanlardan biriydi. Haftada bir-iki kez uğrar, köşedeki tabureye ilişir, büyük çerçeveli kara gözlüklerinin arkasındaki kederli yüzüyle sessiz otururdu. Uzak bir yerlerden alınıp getirilmiş, oraya yabancı duran bir toprak parçası gibiydi. Üzerinde anlaşılmaz otların bittiği, sert rüzgârlara dayanmaktan kavrulmuş ağaçların bekleştiği bir toprak parçası…

MIRILDANIR GİBİ... 

Konuşurken, bir Eğin türküsünü mırıldanır gibiydi. Seyranbağları huzurevinde kalıyordu. Sanırım arada bir ilgilenen yeğeninden başka kimsesi yoktu. Adana’da, lise yıllarımda tuhaf şiirleriyle tanıştığım bu şairin yaşadığı hayatı bildiğim için daha bir saygıyla izliyordum onu. Fazla konuşmuyor, sorduğum bir soruya cevap verirken de son derece alçak gönüllü, içtenlikle ve biraz da mahcup davranıyordu. Zaten şiirleri de kendisiyle bire bir çakışıyordu; son derece ekonomik bir dil, hatta tek sözcükten oluşan dizeler… Yeryüzü dergisinde yayınlanan bir yazısındaki şu ifadeleri, gerçekte nasıl da kendini doğruluyordu: “İnsan nasıl yaşarsa öyle düşünür. Sanatçı bizi nasıl düşündürmüşse öyle yaşamıştır. Ve bizleri de o türlü bir yaşayışa ve düşünceye çağırmaktadır. İnsan yaşayışının mahiyeti ve ortak özelliği budur.” Mehmet H. Doğan, Adam Sanat dergisinin 62. sayısında, 1940 Kuşağı’nı değerlendirirken şunları yazacaktır: “ Gerçekten de 1940 Kuşağının çok az yazıp yayınlama olanağı bulabilmiş bu kendine özgü ozanı, tüm şiirlerini yalın halk diline, türkü söyleyişine dayandırmıştır.(…) Yüzyıllardan süzülerek gelen türkülerdeki gibi kullanışındaki titizlik ve ustalık yatmaktadır. Geleneksel değerlerden yararlanarak, güncel olanı verirken evrensel değerlere açılmaya çalışmıştır.”

Bir gün huzurevine, ziyarete gittim. "1951 Tevkifatı" ndan kalma hiç iyileşmeyen pis bir yara vardı dizinin alt kısmında. İki yıl Sansaryan Han'da hücrede tutuldu ve ağır işkenceler gördü.

Toplam yedi yıl hapis yattı, iki yıl da sürgünde yaşadı. Küçücük odasında Pablo Neruda'dan şiirler çeviriyordu. "Hastir Lan" adlı şiirini yanılmıyorsam o günlerde yazmıştı. Yarasını ilk kez o gün görmüştüm. Çorapla birlikte deri de kalkıyordu. Cezaevinde nemden olduğunu ve kendini bu yaranın götüreceğini söylüyordu. Yazık, öyle de oldu. Enver Gökçe kendini şiire ve yurduna adamış olmanın anıtıydı. Çok fazla şiir yazmamıştı. Yazdığı şiirler de insafsızca gerçek, ilkel ,yabanıl, ilk ağızdan metinlerdi sanki. Şiir yazmak zorunda olmayan bazı arkadaşların yazdıkları gibi “acı turizmi” yapmıyordu, acının kendisiydi. Metin Altıok gibi, Macar şair Atilla Josef gibi. Kimi şiir erbabı onu şairden bile saymazken, kimi iyi şairlerin de esin kaynağı, hatta ustasıydı. Yarasını genelleştirdiği bu şiirinde kahrediyor görünse bile, aslında eyvallahı yoktu kimseye. Bir ülke bir şairini nasıl harcarsa, onun en somut örneklerinden biriydi.

HASTİR LAN 

Ben gider oldum

kardaşlar.

Ve de

kız kardaşlar,

Ben gider oldum,

Gayri

Haram bana

Bu toprak damlar

Bu ağaçlar,

Bu taşlar bana.

Apat dediğin

Şişirilmiş oto lastiği

Ve bir kaç

Tahtadan ibaret

Bir saldır.

Suda yüzer.

Oğul, uşak, bir de karım

Kurt bana

Hastir çeker

Kuş bana

Yılan bana

Hastir çeker

Çiyan bana

Lan kardaş

Bu nasıl yara

Kanar her yerimden.

Döğülmüşüm

Söğülmüşüm

Koğulmuş.

Siktir çekilmişim yani

Kendi öz yurdumda.

Bir meri keklik gibi

Çeker giderim.