Gülten Akın'ı yeniden okurken...

Gülten Akın’ın “evrensel” dönemindeki yalnızlığı “bireysel” dönemindeki yalnızlığından farklıdır. Eugenio Borgna’nın yaklaşımını bu bağlamda anlarsak, Borgna, her birimizin içinde yalnızlığın yarattığı bir mekân olduğunu söyleyecektir. Denizin enginliğiyle ölümün sessizliği ahenkle yalnızlığa yansır, ancak en derin yalnızlık, uç bir gizliliğe kapanıp da, sonlu da olsa kendi sonsuzluğunda kendi kendisiyle yüzleşen, kendi sınırları tarafından engellenmiş olan, hatırlanması olanaksız sınırlarıyla sadece sezilmiş olan ruhun yalnızlığıdır. İşte Gülten Akın’ın son dönemdeki yalnızlığı böyle bir yalnızlıktır.

Google Haberlere Abone ol

Gülten Akın, 1980’li yıllarda, Ankara’daki şiir ortamının ablasıydı. Sıcak, ılık çizgilerin arkasında nice öykülerin saklandığı hep gülümseyen yüzüyle benim de “Gülten Abla”mdı. Küçükesat’taki evine misafir olduğumuzda bize çay sunan elleriyle, toplu şiirler kitabı “Seyran”ı imzalayan elleri, aynı ellerdi: Yitirilmiş bir şeyleri arayan, bulduğu bir şeyleri de anlamaya çalışan eller. Gülten ablayla, “Ceyhun Atuf Kansu Şiir Ödülü” nün jüri üyesi olduğumuz yıllarda, karar verme sürecindeki tatlı poetik tartışmalarımızı da unutamam. Onunla karşılaştığımız ortamlarda, eğer yeni bir kitabım çıkmışsa, ya da bir dergide şiirlerim yayınlanmışsa, mutlaka okuduğunu söylerdi. Bütün genç kuşağı yakından izlediği gibi. Benim şiirlerimle ilgili olarak, olumsuz bir yaklaşımda bulunduğunu hiç hatırlamıyorum. Belki de beni yüreklendirmek için, her çıkan kitabımın bir öncekini aşmış olduğunu gördüğünü söylerdi.

Gülten Akın için Türkiye edebiyat ortamında, “şiirimizin anası” nitelemesinin yaygın olarak kullanılması boşuna değildi. Bir yandan beş çocuğa annelik yaparken, bir yandan da şiirler ve yazılar yazmış, özgün bir şair kişiliği oluşturabilmiştir. “Destan” ,”ağıt”, “türkü” gibi geleneksel türlerde şiirler yazan Gülten Akın, toplumsal ve bireysel acıları, umudu, aşkı, yaşam zorluklarına karşı dirençli durmayı öneren şiirleriyle gündemde olmuştur.

1933’de Yozgat’ta dünyaya gelen Gülten Akın, Hukuk Fakültesini bitirdi, kaymakam olan eşinin görevi nedeniyle Anadolu’nun çeşitli bölgelerinde yaşama, farklı yaşamları ve insanları tanıma olanağı buldu. Onların trajedilerine tanıklık etti. Şiirlerinde bu yaşantıları, bu insanları duyarlılık olarak yansıttı. İnsan hakları alanında mücadele verdi.

“…Benim acım acıların beyidir 

Canıma bir doru kısrakla gelir 

Öfkeyi sabırda eritir…” 

Bir yazısında Ahmet Say şunları söyler: “Bir Anadolu insanı olarak sözcüklerle oynamaktan kaçınır, sözcüklerinden yarattığı ince anlatıma yönelmiş olmakla yetinirdi. Esas olan ‘sözün düşünsel özü’ydü onun için.”

“…Gün uzun türküsünü bitirdi 

Karlı dallara yürüdü karanlık 

Yalnızlık çekilmez bu vakit …”

“…Yıllarca beraber uyumak uyanmak

Suya ve ekmeğe uzanmak birlikte…”

Gülten Akın’ın ilk üç kitabı, “Rüzgâr Saati”, “Kestim Kara Saçlarımı” ve “Sığda” adlı kitaplarında bireysel iç bunalımlar, aşk, yalnızlık, genç kız olmanın çıkışsızlıkları, kendini oluşturmaya yönelik duyarlılık, büyük kentte yaşamanın zorlukları gibi izlekler yansır. Bu duyarlılık ve izlekler, giderek toplumsal niteliğe dönüşür.

…Ah, kimselerin vakti yok

Durup ince şeyleri anlamaya…”

Destanlar da yazan Gülten Akın, “Maraş’ın ve Ökkeş’in Destanı” nda, 1919-1920 yıllarındaki halk direnişini anlatır. Bu destanı yazmadan önce, Maraş’ta uzun süre gözlemlerde bulunur. Köyden kente göç olgusunu şiirleştirdiği, ressam Abidin Dino tarafından resimlenen “Seyran Destanı” nda, yine Maraş destanıyla ilişki kurar. Celali İsyanları ve 12 Eylül 1980 darbesi sonrası duyarlılık olarak bu şiirlerde yansır.

Gülten Akın’ın şiirini tanıyabilmek için, onun şiirini dört dönemde ele alabiliriz:

  1.  Bireysel duyarlılık dönemi,
  2. Ulusal duyarlılık dönemi.
  3. Sınıfsal duyarlılık dönemi.
  4. Evrensel duyarlılık dönemi.

Ne var ki bu dört dönemi keskin sınırlarla belirlemek, bıçakla kesilmiş gibi tanımlamak yanlış olur. Çünkü her dönem kendi içinde bir sonraki ve bir önceki dönemlerin sınırlarıyla geçişkenlik gösterir. Ama bir gerçekliği anlayabilmek için de bir yerde şematize etmek kaçınılmaz oluyor. Bu bağlamda, bireysel duyarlılık döneminde, Gülten Akın’ın gerçeklikle ilişkisini bireysel duyarlılıkları belirliyor. Genç kız olmanın, kadın olmanın içsel karmaşası, “taşralı” bir genç kadının büyük kentteki çelişkileri, çevreyle uyumsuzluğun psikolojik gerilimi, kendini gerçekleştirememenin ya da gerçekleştirme mekanizmalarının yetersizliğinin onu içine çektiği çıkışsızlık duygusu. Giderek kendini başkalarına anlatamama, dünyayı (dünyasını) paylaşamama…Demek, Gülten Akın’ın ilk dönem şiirlerindeki temel izlek “yalnızlık” oluyor. İşte, “bireysel duyarlılık” dönemini bu bağlamda anlamak gerekiyor. Bir konuşmasında şunları söyleyecektir: "Önceleri beni daha çok kendi yaşamım ilgilendiriyordu. Gözlerim içime çevrikti. Rüzgar Saati, Kestim Kara Saçlarımı. Sığda adlı kitaplarımda bu özel, öznel bakış açısının sonuçları görülür" Ne var ki, kendiyle başlayıp kendiyle biten bir yalnızlık değil, onunkisi: “Kız yalnızlığına oturmuş/Sevgisiz, ölümsüz, yaşamasız/Kara halklar, kara budalar oturmuş …”

Gülten Akın’ın bireysel duyarlılığının egemen olduğu döneminde, “yalnızlık” olgusunun da poetikasına egemen olduğu görülüyor. Bu bağlamda, “tek başına olmak” ile “yalnız olmak” arasında önemli fark olduğunu belirttikten sonra, yalnızlığı Foucault’yu anarak üç anlamda ele alabiliriz: Birinci anlamda “yalnızlık”, dünyayı değiştirmek ve hayatı dönüştürmek isteyen, yüksek erdemlere sahip bireyin, kahramanın devlet yasaları karşısındaki “tek başına” olma durumudur. İkinci anlamda “yalnızlık”, modern yaşam içerisinde kendine ve topluma yabancılaşmış bireyin, diğer bireylerle “iletişimsizlik” durumunu ifade eder. Üçüncü anlamda “yalnızlık”, bireyin iç dünyasının zenginliğine dayanan “kendi kendine yeterlik” durumudur. Bu anlamda yalnızlık, yaratıcı birey için gerekli olan yalnızlıktır. Demek, Orhan Koçak’ın yaklaşımlarını kabul edersek, Gülten Akın’ın yalnızlığı, ikinci ve üçüncü anlamlardaki yalnızlığın iç içe geçmiş biçimidir, diyebiliriz. Kendisi de bir konuşmasında şunları söyleyecektir: “Şiirlerimde bazı dönemeçler var. İlk dönemeç ‘Kırmızı Karanfil’. ‘Rüzgâr Saati’ bir ilk kitap olma özelliklerini taşır. ‘Kestim Kara Saçlarımı’ ve onu izleyen ‘Sığda’ belki daha usta işi. Ama her üçü de odağı “ben” olan bir hayatın çeşitli görünümlerini yansıtır. Aşk, sevgi, ayrılık, özlem, yalnızlık, çeşitli acılar, sevinçler… Bu yalnızlık, o günlerde sanatçı kişiliğimin bir parçasıydı. Koca bir kalabalığın ortasında bile, kendi içime kaçıp saklandığımı, bunu sık sık yaptığımı anımsıyorum. (1982)”

Ulusal duyarlılık döneminde, Gülten Akın’ın gerçeklikle ilişkisini ulusal duyarlılıkları belirlerken, aynı zamanda ulusal-geleneksel biçimler, içerikler ve motifler de poetikasını oluşturuyor. Geleneksel biçimler: Destanlar, ilahiler, türküler, ağıtlar. Örneğin, “halkın destanı” olarak sunulan “Seyran Destanı”, Atatürk’ün 1933’deki şu sözleriyle başlar: “Ovayı sıra setler, tabiyeler halinde çeviren demir, tunç ve bakır renkli dağlar, Ankara’yı Türk yurdunun zaptolunmaz hakim kalesi haline getirmiştir.”

Bu dönemde Gülten Akın, özellikle “Maraş’ın ve Ökkeş’in Destanı” nda, toplumsl-tarihsel olayları daha çok resmi ideoloji ile paralel bir perspektifle kavrar. Uluslaşma sürecinin aydınlarda karşılık bulduğu “ulus-bilinç” dinamizminin harekete geçirdiği duyarlılık, Gülten Akın’da da karşılık bulur: “Altmışikilerde Vanda, Gevaşta/(…)Abece dağılırdı coşkudan/(…) Akçadağda doğan en güzel Türkçe (Ağıtlar ve Türküler,1976)” Seyran Destanı’nda, Ankara’nın yoksul insanlarının yaşadığı gecekondu bölgesi olan Seyranbağları bölgesinden yola çıkarak, “ezilen halk” ın destanını yazmaya girişir. Ne var ki bu halk kesiminin çelişkilerini, egemen sınıf karşısındaki konumunu “emek-sermaye-mülkiyet” gibi sınıfsal göndermeler bağlamında kavramak yerine, genellikle ulusal değerlerle kavrar: “…Yirmidört boyun yirmidördü/Birleşti koca Türkmende, Baba İshakta /Aldılar Maraşı, Adıyamanı /(…) Varıldı Kurtuluşa/(…) Başkaldırma piri Mustafa Kemali/Sine-i vatanda/Canlarla karşıladı…(Seyran Destanı,1979)”

“Maraşın ve Ökkeş’in Destanı” nda, Gülten Akın’ın ulusal duyarlılığı daha çok “milliyetçi” bir düzeyde kendini gösterir:

“Bir Komogenim ben, dikbaşlı ve mağrur

Bin kez başkaldırdım Doğu Roma’ya

Sonra Türkmen oldum Afşar boyundan

Moğol önünden kaçtım

Kaçtım Maraş’a düştüm”

(…)

“Ökkeş bir kocaman davul yaptı gamını

Çaldı Türk’e Türkmen’e”

(…)

“Kahrolmadı Türkler

Kahrolmadı, Türk’ü Türkmen’iyle Maraşlı”

Sınıfsal duyarlılık döneminde Gülten Akın’ın gerçeklikle ilişkisini daha çok sınıfsal duyarlılıkları belirliyor. Bu bağlamda emek-sermaye ilişkisi, toplumsal çelişkilerin kavranmasında belirleyici oluyor: “Yasadır ansıtalım: Tohum ekenlerin, fide dikenlerin…(İlahiler, 1983)” Ne var ki bu dönemde de geleneksel biçimlerin (ağıt, türkü) yer yer içeriğin taşıyıcısı olduğunu görüyoruz. Bu son derece formalist yapılar, yeni içeriklerin şiirleştirilmesinde yetersiz kaldığından, daha çok şematik bir şiirsel yapı ortaya çıkabiliyor:

“Atmacam bukağılı

Ağzında karanfili

Bu yaman çelişkiyi

Çözemem oğul

Ozanım düşe geldim

Dönüp uğraşa geldim

Astım işlek kalemim

Yazamam oğul

…”

Oysa Nazım Hikmet, yeni içerikleri taşıyacak yeni biçimler geliştirmesini bilmişti. Belki de Gülten Akın’daki yoğun halk sevgisi, yerel değerlere bağlılık, kendini var eden kültürel kaynakları aşırı önemseme durumu, onda bu şiirsel eğilimi oluşturmuştu. Belki de Cemal Süreya, “Folklor şiire düşman” derken, özellikle 1940’lardan sonraki yıllarda, bu tür “geleneğe bağlı kalarak modern şiir oluşturma” çabalarının nafile oluşunu vurguluyordu: “Çağdaş şiir geldi kelimeye dayandı. François Villon'dan, André Breton'a, Henri Michaux'ya bir çizgi çekelim, bu işin nasıl bir evrim sonucu doğduğunu göreceğiz. Çağdaş şairler kelimeleri bile sarsıyorlar, yerlerinden, anlamlarından uğratıyorlar. Bu böyleyken, bizde hâlâ folklora, halk deyimlerine şiirlerinde fazlasıyla yer veren şairlerin kısır bir yolda oldukları sanısındayım. Çünkü folklorda şiirin bugünkü entelektüel niteliğini taşıyacak yeti yoktur. Halk deyimlerinin havası şiirin kanat çırpmasına imkân vermeyecek kadar dar bir havadır…”

Evrensel duyarlılık döneminde, Gülten Akın’ın gerçeklikle ilişkisini evrensel duyarlılıkları belirliyor. Bu dönemde “insan olmak”, “ölüm”, “yaşlılık”, “bilgelik”, “kendisiyle hesaplaşma”, şiirlerinin izleklerini oluşturuyor:

“susup bekleyerek yaşlanıyordu

şeylerin uğultusu arasında

içi ağırlaştıkça rüzgara çıkıyor

siliyordu kendini durma

…”

Artık dünyevi, geçici heyecanlardan arınmış, “cinsiyet”, “ulus” gibi duyarlılıkları geride bırakmış bir şiir evreninin içinde buluyoruz kendimizi: “Ah, kimselerin vakti yok/ Durup ince şeyleri anlamaya…” İşte yaşam geçip gitmektedir. Birçok şey zevkler listesinden silinmiştir. Hiç ölünmeyecekmiş gibi yaşanmıştır ama belli son artık kendini hissettirmektedir: “ Ölümün ve göçün dokunmadığı/ tek nesne var mıdır?” Ama saf, soyut, tanımsız ve öncesiz bir evrensellik değildir bu. Arka planda sınıfsal duyarlılığın da devam ettiğini görüyoruz: “Yanıla yanıla yanılmaz olan devrimcileriyle/ Mayıslar güzeldir.” Bir yandan yaşlanmanın, zamanın acımasızlığının, sessizlik isteğinin, gölgelerin, ıssız yazların evrensel izlekler olarak Gülten Akın şiirinin haritasını çizdiğini görürken, bir yandan da toplumsal kötülüklerin kaynağı olarak Avrupa emperyalizminin içerik oluşturduğunu görürüz:

“Kan, ateş, bitmeyen açlık, çürüyen Avrupa

Tröstleri, bankaları, borsalarıyla

Erdem ve yiğitlik ve kancıklık en keskin yanlarıyla”

Gülten Akın’ın “evrensel” dönemindeki yalnızlığı “bireysel” dönemindeki yalnızlığından farklıdır. Eugenio Borgna’nın yaklaşımını bu bağlamda anlarsak, Borgna, her birimizin içinde yalnızlığın yarattığı bir mekân olduğunu söyleyecektir. Denizin enginliğiyle ölümün sessizliği ahenkle yalnızlığa yansır, ancak en derin yalnızlık, uç bir gizliliğe kapanıp da, sonlu da olsa kendi sonsuzluğunda kendi kendisiyle yüzleşen, kendi sınırları tarafından engellenmiş olan, hatırlanması olanaksız sınırlarıyla sadece sezilmiş olan ruhun yalnızlığıdır. İşte Gülten Akın’ın son dönemdeki yalnızlığı böyle bir yalnızlıktır.

Gülten Akın’ın “evrensel” döneminde, özellikle son dört kitabına kadar vazgeçmediği geleneksel poetik anlayışını aştığını görüyoruz. Büyük olasılıkla destan, türkü, ağıt gibi sözlü kültürün edebiyat formlarının, yazılı kültüre özgü içerikleri karşılamakta yetersiz kaldığını kabul etmiş olmalı. Walter J Ong, sözlü kültürün psikodinamiğinden söz ederken şöyle diyor: "Bir yazılı kültürün bugün hâlâ sözlü geleneğe ne derece bağımlı olduğunu zihindeki bellek yükünden, başka bir deyişle eğitiminin gerektirdiği ezber oranından belirleyebiliriz. (Sözlü ve Yazılı Kültür) " Sözlü kültürün egemenliği altındaki bir şiir anlayışında da, Ong’un belirttiği gibi bellek yükü ve ezber oranı önemlidir. Bu nedenle Gülten Akın’ın poetikasında önemli yer tutan destan, türkü, ağıt gibi sözlü kültür formları bellekte yer edinebilmek ve ezberlenebilmek için son derece ölçülü ve uyaklı, niteliğin niceliği etkilemesine direnen formlardır. Gülten Akın’ın bu formlara bağlı kalmasının nedeni, belki de kendi kültürel kökenlerine nostaljik bir ilgidir. Oysa Lyotard'ın da belirttiği gibi modern estetik, nostaljik olmakla birlikte, yüceliğin estetiğidir. Modern sanatm genel olarak dört karakteristik özellikle biçimlendiği söylenebilir. Bunların en önemlisi, özgürlük-özgünlüktür. Sanatçının yaratıcı olabilmesi, öncelikle özgür olmasına bağlıdır. Yaratıcı olmayan sanatçı, özgün olamaz. Özgünlük, sanat yapıtının biriciklik (unique), yinelenemezlik özelliğinin ön koşuludur.

Jameson, postmodern anlayışı eleştirirken, Habermas'tan daha da ileri giderek, bugün estetik üretimin genelde meta üretimiyle bütünleşmiş olduğunu öne sürer. Ona göre giderek artan bir devir hızıyla (giysiden uçağa kadar) sürekli olarak daha yeni görünümlü mal kuşakları üretme yolundaki çılgın iktisadi zorunluluk, şimdi estetik yenilik ve deneylere günden güne daha asli bir işlev ve konum atfediyor. Konuya bu açıdan da yaklaşırsak, Gülten Akın’ın sözlü kültür formlarına olan ilgisini, güncel olana bir tepki olarak ya da feodal insan ilişkilerindeki masumiyete duyulan özlem olarak da anlayabiliriz. Hangi nedenle olursa olsun, Gülten Akın eğer bu formlara ilgisini çok kısa ve “turistik” tutmuş olsaydı, belki de evrensel dönemini oluşturamayacaktı. Evrensel insanlık “halleri” nin şiirini yazmaya başladığı en belirgin kitap olan Sessiz Arka Bahçeler’de ve sonraki kitaplarda Gülten Akın, kendine özgü içeriklere yine kendine özgü biçimler yaratmaya başlamıştır.

Bu bağlamda örneğin türkünün kendisiyle değil, türkünün kendisini yazmaya başladığını görürüz:

SESSİZ ARKA BAHÇELER

Ah, kimselerin vakti yok

Durup ince şeyleri anlamaya..

Kalın fırçalarını kullanarak geçiyorlar

Evler çocuklar mezarlar çizerek dünyaya

Yitenler olduğu görülüyor bir türküyü açtılar mı

Bakıp  kapatıyorlar

Geceye giriyor türküler ve ince şeyler…