Yokluğa şerh düşmek: Şiir ve yas

Şiir ve yas arasındaki bağ gevşek tanımlı değil. Kaybedilen şey, şiirde bir yas çalışmasıyla işlenir ve artık o, farklı şekillerde hatırlanır. Diğer bir yandan, şiirde kayba işaret eden ifadeler kayıptan pay alsa da artık onun olmadığını söyler.

Google Haberlere Abone ol

Batuhan Saç

Şiire dair ilk çalıştığım metinde, yas konusunda bir inceleme yapmanın gerekliliğini vurgulamıştım. Yani şiirin kayıpla, ölümle ve yasla ilişkisinin ayrıca altı çizilmesi gerektiğini ifade etmiştim. Bu bağlamda öncelikle imgeye ve imge üretimine dair bir başlangıcın uygun olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla Zeynep Sayın’ın Ölüm Terbiyesi kitabının ilk sayfalarında imgeye dair söylediği sözler bu metnin kılavuzlarından birisi sayılabilir.

Zeynep Sayın insanoğlunun imge üretiminin kendi ölüsünü gömmeye başlayan türle (Australopithecus afarensis, bkz. Lucy) başladığını ifade ediyor. Yani imge üretiminin tarihini, insanın iki ayağı üzerine basmasının ardından artık ayağa kalkamayan cesede bakmasının tarihi olarak tarif ediyor (Sayın, 2018). İlk defa, tarihin bu sahnesinde, imgelerini ölülerinden hareketle üretmeye başlıyor türümüz. Kitaba göre, imge antropolojisi hakkında konuştuğumuz anda, gördüğümüz tablo, bütün imgelerin ölümle alakalı olduğu yönünde. İlk imge diyebileceğimiz örneklerin de ölü maskeleri (imago) yahut mezarlara koyulan çeşitli figürler olduğu ifade ediliyor. Dolayısıyla imge bir anlamda yitirilen şeyden pay alıyor, bu sayede de onu hatırlatıyor sanki.

Ölüm Terbiyesi, Zeynep Sayın, 168 syf., Metis Yayıncılık, 2018.

İmgeye dair Zeynep Sayın’ın söyledikleri alıntıladıklarımla sınırlı değil. Ancak bu noktada İskender Savaşır’ın psikanaliz derslerinde ifade ettiği ve önemini sürekli hatırladığım bir alıntıyla devam etmeyi tercih ediyorum. İmgeye dair ifadeler, İskender Savaşır'ın şu sözleriyle yan yana okunabilir: “Daha gerçekçi bir ilişki kurarsanız; hayalin gerçek olmadığının farkına varmakla, hayalin bir gerçeklik kaybı üzerine inşa edilmiş olduğu düşüncesi size büyük bir varlık alanı açar. Ama o varlık alanı sizin için var olan bir varlığın kaybedilmesiyle açılmıştır. O yüzden sembol kullanmanın kendisi üzüntünün üzerine inşa edilmiştir. Semboller sembolize ettikleri asıl şeyi çağırdıklarını ama onların olmadıklarını söylerler (Savaşır, 2018).”

Bu alıntı pek çok kavramla çoğalabilir, koca bir inşaya zemin olabilir. Şimdi, İskender Savaşır'ın bu ifadelerinin nereye işaret ettiğini bir paragrafa boca etmeye çalışmadan, söyleneni açmaya çalışarak ilerleyeceğim.

'İMGE, ŞİİRİN DAMARLARINDAN BİRİ'

İmge ve ölüm hakkındaki bu kısa giriş, şiirin ölümle ve yasla ilişkisine dair olan sahayı da genişletmiş oluyor. Ama gene de şiiri şiir yapan şeyin mutlak bir şekilde imge olduğunu iletmeye çalışmıyorum; bu, şiirin damarlarından birisi. O halde birkaç adım geriden başlayalım:

Nedir şiire şiir adı veren şey? Basitçe “şairdir” diyebilir miyiz? Bu soruyu bir arbede çıkarmadan cevaplamak mümkün değil; “Olur mu öyle şey!” diyenler de çıkacaktır. Ancak bu tartışmalara girmeden, tabiri caizse kaçarak dövüşerek, bir yanıt bulabiliriz. Adam Phillips Şiir ve Psikanaliz üzerine yazdığı denemesinde “Sözcükleri şiir adını verdiğimiz şeyden ayıran özelliklerden biri biçimdir” diyor. Ve devam ediyor: “Düzyazının şiirsel olduğunu söylediğimizde genellikle alışılmadık ölçüde metaforik olduğunu ve açıkça bilgilendirici olmaktan ziyade yoğun bir şekilde çağrışımsal olduğunu kastederiz.” Bu görüşleri ilk metinde de dile getirmiştim. Kapalı bir ifade olsa da, şiiri, ilk bakışta aleni halde olmayan, örtüsü kaldırılmamış olan olarak ifade etmiştim. Mesela Edip Cansever Ölü Mü Denir şiirinde “Kabuğundan çıkan bir portakal gibi gelen sabahı (Cansever, 2014, s. 56)” derken, ne ifade ettiği açık mıdır? Yahut küçük İskender Lilâ şiirinde “içi hava dolu ağır vücutlar yükselirken (İskender, 2017, s. 41) derken anlamı hakkında hemfikir olabileceğimiz bir cümle kuruyor mu? Söylenebilir ki, kurabileceğimiz mutabakat da bu ifadelerin anlaşılmaz olduğu üzerine olacaktır.

Şimdi tekrar Adam Phillips’in yazdıklarını aktarıyorum, kendisi farklı bir yola saparak aynı sonuca ulaşıyor denemesinde. T. S Eliot’un “Şiir bir noktalama biçimidir” şeklindeki ünlü sözü üzerine düşünüyor Adam Phillips ve şiirin repertuarında farklı türden noktalamalar olduğunu ifade ediyor. Ona göre şair bu noktalamalarla mısra sonları kuruyor ve şiirinin anlamına da yön vermiş oluyor. Yön vermenin ötesinde, anlamı zenginleştiriyor. Hatta bu görüşünü sağlamak için Lacan’a da başvuruyor Adam Phillips, Lacan’ın hastalarının sözlerini yeniden noktalamasının ve sözlerini kesmesinin, seansı sonlandırmasının önemine işaret ediyor. Diyor ki, Lacan analiz ettiği kişinin konuşmasını yeniden noktalayarak “Özneye zannettiğinden daha fazlasını söylediğini gösterir.” Yani noktalama, anlamı arttıran – anlam ekleyen bir işleve sahip. Dolayısıyla Lacan bu şekilde öte anlam ekliyordu hastalarının konuşmalarına.

'ŞİİRDE TEK BİR ANLAMDAN BAHSETMEK MÜMKÜN DEĞİL'

Sonuç olarak, şiir, daha manidar. Bir şey söylüyoruz ama o söylediğimiz, düz yazıdan daha fazla gösterene sahip, yani daha fazla anlama işaret edebiliyor. Burada amaç iki türü kıyaslamak değil. Ama daha anlaşılır olması için bu farka işaret etmek mümkün. Dolu ve aynı zamanda kapalı olan bir üsluptan bahsediyoruz. Ve bu bağlamda eğer “anlam” da sürece dahilse, ne şiiri yazanın ne de okuyanın tek bir anlamdan bahsetmesi mümkün. Her durumda (yazan yahut okuyan için) başka bir anlam imkânı mümkün oluveriyor. Örnek olacaksa, k. İskender’in şiir atölyesinde Gonca Özmen’in Kuytumda adlı şiiri hakkında yaptığımız çalışmaları çok net hatırlıyorum. Dersimize konuk olan Gonca Özmen bir yandan benim mitolojik okumamı dinliyor bir diğer yandan da mitolojik okumamın saçmalık olduğunu düşünerek bana karşı çıkan kişiyi dinliyordu. Belki şiir ne mitolojiden ne de diğer okumalarımızdan bahsediyordu, ama şüphesiz, bahsetmemize imkân veriyordu. Diğer bir yandan, herkese bir şey söylüyordu ama herkese aynı şeyi söylemiyordu. Tartışmalar sürerken, Gonca Özmen sadece sessizliğini sürdürüyordu ve dinliyordu. Okunacak olanı ortaya koyuyordu, okunanın ne olduğunu söylemiyordu. Yani o, şiirin yaptığını yapıyordu.

Şimdi tekrar gibi gözükebilecek birkaç ifadeyle birlikte, Rollo May’in yani bir varoluşçu psikoloğun kelimelerini de ekleyerek ilerleyeceğim.

Yaratma Cesareti, Rollo May, Çevirmen: Alper Oysal, 157 syf., Metis Yayıncılık, 2007.

Rollo May, Yaratma Cesareti kitabında A. MacLeish’in Poetry and Experience kitabına atıfta bulunuyor ve bu metnin okurunun aşina olduğu bir açıklama getiriyor: "Şiirin içinde barındıracağı 'varlık’ ’yokluk’tan türer, şairden değil (sf. 93).” Yani şiirin kaynağını bir tür yoklukla ifade ediyor. Bu yokluk herhangi bir şeyin yokluğu olabilir. Kaybettiğimiz bir kişi ya da başka bir nesne olabilir. Yani bu bağlamda, şiirin muhatabı bir tür yokluk; kaybedilen bir nesnenin bıraktığı yokluk. Şiir, oluşan çatlaklar – kırıklar içinde, yani bu oluşan boşlukta, bir inşa. Diğer bir yandan şair sanki hayali bir tarih çiziyor, olmayanla örüyor duvarlarını. Ama bu yoklukla kurulan bu ilişki aynı zamanda bir yas sürecini tarif ediyor. Bir adım daha ileride, yasın en sıcak ve dolayısıyla yakıcı olan hali öfke üzerinden bir örnek verebiliriz.

Aslında öfke ya da başka duygulardan bahsedebiliriz. Her biri yaşıyor olmakla ilgili. Ama öfke, bir kaybedişe verilen en keskin duygu kabul edilebilir; en “Hayır!” diyen. Yani kaybedilene yönelik reddedişin haykırışı gibi düşünülebilir. Söz konusu yas olduğunda, haykırış ölüme ve kayba daha da yaklaşıyor. Çağdaş şair Dylan Thomas babasının ölümünden sonra Gitme O Güzel Geceye Usulca’yı yazmıştı. Şiir şöyle başlıyor; (May, 2008, s. 57)

Gel gitme usulca iyi geceye,

Yaşlılık tutuşup çıldırsın gün kavuşurken;

Bağır, bağır öfkeyle ışığın tükenişine.

Ve şiir şöyle sonlanıyor:

Ve sen, babacığım, o hüzünlü tepede,

Küfret, kutsa beni taşan gözyaşlarınla içten,

Gel gitme usulca iyi geceye.

Bağır, bağır öfkeyle ışığın tükenişine (Çev. Cevat Çapan).

D. Thomas hasta olan babasının kaybı sonrasında yazıyor bu şiiri; kendisine edebiyatı sevdiren, birlikte Shakespeare okumaları yaptığı, edebi kimliğini borçlu olduğu babası hakkında. D. Thomas ölüme boyun eğmemesini istiyor babasının, yüreklendirmeye girişiyor ve karşı çıkmaya çağırıyor. Diğer bir yandan da öfkeye çağırıyor. Babası tutuşacağına, yaşlılığın tutuşmasını ve çıldırmasını istiyor. Belki öfkenin de öncesinde üzüntünün olduğunu kabul edebileceğimizi sanıyorum. Yani İskender Savaşır'ın ifade ettiğine benzer olarak, bu yapının üzüntünün üzerine inşa olduğunu söyleyebiliriz. Üzüntü, ışığın tükenişine… D. Thomas’ın ışığa dair fikirlerinin olduğu bir metinle karşılaşmadım, ama öteden bakıldığında, “ışığın tükenişi” gibi bir ifadeyi ölümü tarif eden bir metafor diye kolaycı bir şekilde okumak mümkün. Ve zaten ardından da ışığın tükenişine karşı koymaya çağırıyor; ışığın tükenişi her ne ise, ona karşı koymaya çağırıyor babasını.

ŞİİR YOKLUĞA ŞERH DÜŞER 

İskender Savaşır, alıntısını yaptığım sözünden önce “Geri dönen şey, kaybedilen şey değildir” demişti. Yani birleştirerek söyleyebiliriz: Kaybedilen şey kendisi olmayan bir şekilde sembol olarak üretiliyor, hatırlamanın da bir aracı oluveriyor. Bu işlem yokluğun, “son nefes”in ve ölenin kendinden ayrılışının ardından kalan boşlukta kuruyor yapısını. Lacancı bir dille ifade edecek olursak: İmgeselde olan şeyi, yani görünen şeyi, semboliğe tarif ediyoruz (Bülent Somay, kişisel görüşme, 28 Haziran 2019). Dolayısıyla artık geriye imge kalmayacak, onu ölü beden olarak hatırlamayacağız; sözle hatırlayacağız. Bu süreç aynı zamanda yas çalışmasının da bir parçası. Kaybedilen şey şiirde bir yas çalışmasıyla işleniyor ve artık farklı bir şekilde temsil ediliyor.

Ölüm ve yas çalışması sanatın başka hikayelerinde de benzer şekilde yer alıyor. Mesela Wilhelm von Kaulbach’ın Battle of the Huns (1834-1837) tablosu örnek sayılabilir. Savaşta ölenler bir başka anlatımla göğe yükselirken savaşmayı sürdürüyor. Ölenlerin yeryüzündeki yok-oluşu dönüşüyor, farklı bir ortamda var-olmaya devam ediyor, tekrardan hareket imkânı kazanıyor. Şiirin bahsettiğim halinde de benzer bir anlatım olduğu söylenebilir.

Die Hunnenschlacht - Battle of the Huns (1834-1837) - Wilhelm von Kaulbach

Şiir ve yas çalışması arasındaki bağ gevşek tanımlı değil. Ve bu noktaya kadar ifade ettiklerimde şiirin kaybedilenin bıraktığı yoklukla ilişkisinin esas olduğunu söyleyebilirim. Ağıt yahut genel anlamda şiir desek de bu ifadeyi tekrarlayabileceğimize inanıyorum. Hatta politik şiirlerde bile benzer bir yapı görülebilir. Bu ifade bizi konudan bir anlık uzaklaştıracak olsa da, politik şiirlerde de kayıp olan bir şeyler olduğunu söyleyebiliriz; motorlar maviliklere sürülecektir, çünkü bugün motorlarımızı süreceğimiz maviliğimiz yoktur. “Güneşli günler” göreceğizdir, çünkü bugün görmüyoruzdur. Belki bu noktada şiirin teskin ettiği ve nefes aldırdığı söylenebilir. Şiir umut verici, ama umut da öncelikle yokluk temelinde yükseliyor, yokluğa karşı bir pozisyonda yer alıyor. Yani her durumda şunu söyleyebileceğimizi düşünüyorum ve söyleyeceğimiz bu söz metnin son sözü olmayı da hak ediyor: Şiir yokluğa bir şerh düşer.

Kaynakça

  • Cansever, E. (2014). Gelmiş Bulundum. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
  • İskender, k. (2017). Arkadaşlar İçin İntihar Vakti. İstanbul: Can Yayınları.
  • May, R. (2008). Yaratma Cesareti. İstanbul: Metis Yayıncılık.
  • Savaşır, İ. (2018, Kasım 1). İskender Savaşır Şiirleri. (B. Saç, Dü.) İstanbul.
  • Sayın, Z. (2018). Ölüm Terbiyesi. İstanbul: Metis Yayınları.