Feyyaz Kayacan öyküleri: Varlık ve yokluk arasında

Feyyaz Kayacan’ın “Şişedeki Adam: Hiçoğlu’nun Serüvenleri” adı altında bir araya getirilen öyküleri genellikle; gerçekliği kıran, kesinliklerden sakınan, okuru zihnin bulanık sularında dolaştıran ve akla karşı akıl dışılığı olumlayan bir anlatıyla sesleniyor okura. Bireyin varlık-yokluk sorununu öykülerinin temel meselesi olarak ortaya koyan yazar, çıkışsızlığı, kaygıyı, yalnızlığı, hayatta kalma çabasının karşılıksız kaldığı anlarda bireyin içine düştüğü boşluğu, ironik ve yer yer şiirsel diyebileceğimiz bir dil ile anlatıyor...

Google Haberlere Abone ol

1950 kuşağı öykücüleri içinde değerlendirilen ve edebiyatın “şen kirpisi” olarak anılan Feyyaz Kayacan’ın metinleri, Kırmızı Kedi Yayınları tarafından tekrar basılıyor. Bu kitaplardan, “Şişedeki Adam: Hiçoğlu’nun Serüvenleri”nde, yazarın öykülerinden bir seçki yer alıyor. Genel olarak varoluşçuluğun ve sürrealist imgelerin öne çıktığı bu öykülerde yazar; hiçlik, yabancılık, toplum içerisinde bireyin gösterdiği var olma çabası, boşluk, sıkıntı, bunalım, buhran gibi temalarla sesleniyor okura. Ayrıca, yazarın öykülerinde, dilde yaptığı oynamalar, şiirsel bir anlatı ve döneminin de özelliklerinden olan ironi dikkat çekiyor.

Kayacan’ın öyküleri için gerçekliğin aşındırıldığı, karakterlerin ve anlatının bir şekilde muğlak bir alana konumlandığı, düşün veya bilinçdışının devreye sokulduğu bir anlatma biçiminden söz edilebilir. Varlık soyut bir alanda kendini gösteriyor bu anlatılarda ki yaşananların rüya ya da hayal olabileceğini düşündüğünüz de oluyor okurken. Özellikle dil oyunlarıyla karakterin ruh halinin örtüştürülmeye çalıştığı da söylenebilir fikrimce. Dilin çekildiği kekeme alan ile varlığın hayat karşısında duruşu, bir türlü olduramayışı, hiç hissetmesi, dünyaya karışamaması, bir yer edinememesi kısacası bireyin yokluğu ifade edilmeye çalışılıyor belki de.

ADLANDIRILMA VE VAROLUŞ

Feyyaz Kayacan’ın kitapta dikkat çeken öykülerinden, “Hiçoğlu’nun Serüvenleri”nde, varoluşu, toplum içerisinde bir ada sahip olmak ile özdeşleştirdiğine tanık oluyoruz. Şöyle ifade ediyor Kayacan bu durumu: “Ad bir çeşit safradır. Kişioğluna kimin nesi olduğunu, hangi rafın malı olduğunu öğretir. Ad sahibi olmak, ev sahibi, mal sahibi, yetki sahibi, devede kulak sahibi olmak kadar kişiyi soylandıran bir şey. Adsız olmak adların dışında yaşamak, penceresiz bir odaya perde asmaya benzer, penceresiz bir odanın penceresinden atlamaya benzer.” Buradan anlıyoruz ki Kayacan, adlandırılmış olmayı öznenin toplum içerisinde bir oluş gerçekleştirmesi anlamında kullanıyor ve karakterinin yaşadığı sıkıntıları, onun yokluğunu, adlandırılmamış olmasına bağlıyor.

Adı olmayan Hiçoğlu, "Kimim?" sorusuna cevap bulamayan, nereye ait olduğunu bilmeyen, evsiz, unvansız, yetkisiz, kimsesiz bir hiç olarak karşımıza çıkıyor. Onun hiçliği, metin boyunca hissedilen sıkıntısı, isimsizliğinden dolayı dünyada varlığının karşılık bulmamasından kaynaklanıyor. Bu nedenle durmadan ad dileniyor Hiçoğlu, günlerini saatlerini buna harcıyor çünkü onun için adlandırılmış olmak aynı zamanda kabul görmek, yabancılıktan kurtulmak, hayatın anlam kazanması, varlığını gerçekleştirmenin yolu, en basitinden postacıdan aldığı bir zarfın üzerinde adının yazması demek. Bir ada sahip olmak, bir şey olmak ya da olamamakla eşdeğer kabul ediliyor, öyküde ona sahip olmak başkası tarafından görülmek anlamını da içeriyor. Çünkü ad, öznenin başkası tarafından çağrılmasını sağlıyor; böylece bir gözde varlık buluyorsun, anlam kazanıyorsun, kendini gerçekleştirmiş olmayı, sana yönelik seslenişle duymuş oluyorsun.

ZEMİNSİZ OLUŞ

Hiçoğlu'nun Serüvenleri: Şişedeki Adam, Feyyaz Kayacan, syf. 132, Kırmızı Kedi Yayınevi, 2019.

Kayacan, ayrıca “Hiçoğlu’nun Serüvenleri”nde karakterin ayaklarını 'yerden yukarıda' olarak tasvir ediyor. Böylece yazar, kendini gerçekleştirememiş bireyin içinde bulunduğu durumu, gerçeküstünün alanını, daha belirgin hâle getirerek anlatmaya çabalıyor bana kalırsa. Hiçliğin kuyularında kaybolmuş, adlandırılmamış yersiz bir öznenin ayakları da yere basamaz demeye getiriyor bence çünkü o, hayat karşısında çaresizdir; dünyanın yükünü omuzlarında taşırken, hayattan alamadıklarından dolayı ezilir, zeminsiz hisseder.

Kayacan’ın şu cümleleri de sanırım bunu anlatıyor: “Hiçoğlu insanlığından kuşkulanır gibi oldu. Neye değmiyor yere ayaklarım? Dargın mı yoksa yeryüzü ayaklarıma? Kaldırımlar dargın mı kaldırımlardaki taşlar dargın mı kaldırımlardaki taşların arasındaki katranlar dargın mı katranların altındaki geçmişe en gömülü en unutulmuş karanlığa en girgin ve sokulgan kentler ve soluklar dargın mı ve solukların kıkırdakları ve kemikleri dargın mı?” Burada görüldüğü gibi ayakların yere değmemesi insan oluştan bile şüphe etmeye götürüyor karakteri, kendisine dargın olduğu bir dünyada hayatta var kalma çabası verirken, dünyada bir oluş gerçekleştirmek ile ayakları yere basmak özdeşleştiriliyor böylece. Kayacan bununla, kendisini hiç hissedenin zeminsiz kalışını, boşlukta kayboluşunu imliyor bana kalırsa.

ŞİŞENİN SÖYLEDİĞİ

Feyyaz Kayacan’ın “Şişedeki Adam” öyküsünden de bahsetmeden geçemeyeceğim. Çünkü hem üslup hem de anlatı bakımından açıkçası ilk okuduğumda da epey heyecanlandığım bir öykü. Bu öyküde de yazarın, 'toplumda varlık olma kaygısını' öne çıkardığı söyleyebiliriz. Ki, Kayacan’ın anlatısında, genel olarak kitaptaki diğer öykülerine baktığımızda da görebileceğimiz gibi, bireyin varlık sorunları toplumla ilişkileniyor. Yani kişiyi belirleyen, kendisi yapan şey, bir anlamda 'toplumsal gözün sınırıyla' belirleniyor.

“Şişedeki Adam”da, ‘şişe’ epey önemli ve farklı yönlerden değerlendirebilecek bir imge bana kalırsa. Öncelikle şişe, bireyin kendisiyle ilişkili bir yer, belki içinde sıkışıp kaldığı benliği, toplumla arasında bulunan bir sınır olarak tahayyül edilebilir.

Şu cümleler bahsettiğimizi biraz daha anlaşılır kılacak: “Bütün bu dediklerimi ŞİŞEDEKİ ADAMIN GÜNLÜĞÜ diye okuyabilirsiniz. Kulağınıza ulaşacak olursa için için çöreklenen günlüğüm. Dışarıdan hiçbir şey sızmıyordu içeriye. Ne bir gürültü ne bir koku. Dışarısını görmüyor değildim. Ama şişenin camında bir yabansılık vardı. Dışarısını bana çarpık çurpuk gösteriyordu.”

Burada şişeyi, karakterin kendisini hapsettiği benliğini temsil eden bir imge olarak düşündüğümüzde, topluma karışamayan, orada varlık gösteremeyen, yabancılaşmış, kendi içerisine sıkışıp kalmış bir kişinin ruh hâlini betimleme aracı, içte kapanılan yer olarak şişe gibi bir tanıma ulaşabiliriz sanırım. Dışarıyı izleyen, kendi kabuğunun dışına çıkamayan, hayatın çarpıklığını gören, içine dalmaya cesaret edemeyen varlığın kendisine inşa ettiği yer. Ayrıca, şişe imgesini dünya olarak da yorumlayabiliriz: Belki kişinin kapatıldığı, karşısında çaresiz kaldığı, bir varlık ortaya koyamadığı uzam. Ancak öyküde anlatıcının daha çok kendi bireyliğini ortaya koyması ilk bahsettiğimiz anlamı, yani kişinin kendi benliğiyle ilişkilenen, kabuk olarak şişeyi düşünmeye daha çok imkân veriyor fikrimce. Böylece Kayacan toplum içerisinde bireyin sıkışma duygusunu şişe imgesi ile görünür kılıyor, bu sıkışma bir süre sonra öznenin kendisini içine kapattığı bir kabuğa dönüşüyor. Toplum içine dalmaktansa veya araya koyduğu sınırı aşmaya çalışmaktansa, hiçliği kabul edip kendi şişesinde varlık olma tercihi belki de bu.

ŞEHİR İNSANLARI

Feyyaz Kayacan öykülerinde kent insanını ele alıyor, yalnızlığı, bunalımı, başarısızlığı, varlığını gerçekleştirememeyi biraz da şehir yaşamının öznede bıraktığı etki ile anlaşılır kılmaya çalışıyor. Örneğin, “Suavi” adlı öyküsünde, yazamama sıkıntısı şöyle dile getiriliyor: “Londra’nın külrengi içinde kim ıblıklaşmaz ki, dedi kendine ve başkalarına. Bakın bir kez bu şehre. Nasıl yazar insan burada? Şu yapıları gördünüz mü? Yamalı evlerden, yaratılmış bir mimari. Londra’yı neye benzetiyorum ben biliyor musunuz? Kocaman bir çöp tenekesine. Binlerce ve binlerce, küçüklü büyüklü yapıların dükkânların mağazaların apartmanların rastgele atıldığı bir çöp tenekesine.”

Burada öykü kişisi yazamamayı Londra’ya bağlarken, yazarın çöp tenekesine benzettiği kent, eylemi gerçekleştirememenin nedeni olarak ortaya konuyor. Kayacan, söylediğimiz gibi, öykülerinde genel olarak kent insanını konu ediyor ve binalar arasında sıkışmış, kapladığı yer küçücük kalmış, yalnızlığı daha derinden hisseden bireylikler ve onların çelişkili ruh hâlleri genel olarak yazarın öykü karakterleri için geçerli bir durum.

Feyyaz Kayacan’ın “Şişedeki Adam: Hiçoğlu’nun Serüvenleri” adı altında bir araya getirilen öyküleri genellikle; gerçekliği kıran, kesinliklerden sakınan, okuru zihnin bulanık sularında dolaştıran ve akla karşı akıl dışılığı olumlayan bir anlatıyla sesleniyor okura. Bireyin varlık-yokluk sorununu öykülerinin temel meselesi olarak ortaya koyan yazar, çıkışsızlığı, kaygıyı, yalnızlığı, hayatta kalma çabasının karşılıksız kaldığı anlarda bireyin içine düştüğü boşluğu, ironik ve yer yer şiirsel diyebileceğimiz bir dil ile anlatıyor. Dilin imkânlarını zorluyor Kayacan, başta da bahsettiğimiz gibi bana kalırsa karakterlerinin ruhsal durumunu daha iyi ifade edebilmek amacıyla dilde çeşitli oyunlara başvuruyor.

Kayacan’ın öyküleri toplum-birey çelişkisini ortaya koyarken, eleştirisini topluma, onun gözetimine, bireye yüklediği anlama ve değer verme biçimine yöneltiyor. Kendi kuşağı içerisinde farklı bir yere konumlanabilecek bir yazar o, ve okur ile tekrar buluşurken, umarım döneminde olduğundan daha fazla görünür kılınır.