Cem Kertiş'in eserlerinde 'öteki'ler

Cem Kertiş’in Manos Yayınları tarafından yayımlanan 'Kaybolanın Hikâyesi' adlı öykü kitabında depresyon, melankoli ve özellikle de kayıp, öykü karakterlerinin ruhsallığını oluşturuyor. Barlarda, meyhanelerde sevgi arayanlar; anneden gelen şiddete rağmen anneye tutunmaya çalışan çocuklar; şehrin çöplüklerinde yiyecek arayan mutsuz anneler; doğduğu güne lanet edenler; umudunu yitirmişler; ama her şeye rağmen direnenler, bir başka söyleyişle olumsuz durumu onarmaya çalışan kahramanlar vardır...

Google Haberlere Abone ol

Ertan Geray Hatungil

Bu yazımda, Cem Kertiş’in öykü dalında Sennur Sezer Emek ve Direniş Ödülü'nü alan "Kaybolanın Hikâyesi" adlı kitabını ‘ölü anne’ kavramı üzerinden değerlendirmek istiyorum. Evvela, bu kavramı açmak gerekir.

'Ölü anne' kavramını psikanalitik literatüre katan kişi Andre Green’dir. Kabaca anlatmak gerekirse, yeni doğan için en önemli nesne annedir. Bu kuramsal açılıma göre, bebeğe bakım veren anne ya da anne nesnesi çeşitli sebeplerden (eş şiddeti, işten atılma, bir yakının kaybı vs.) dolayı depresyona girebilir. Biyolojik ve ruhsal olarak bakım veren anne, her anlamda bebeğiyle olumlu anlamda birlikteyken yaşadığı depresyon sebebiyle biyolojik bakımını devam ettirse de ruhsal olarak orada olamayabilir. Bir başka söyleyişle, sütünü bebeğe verirken sevgisini ansızın kesmiştir. Bebek, bu sevgisizliğin ve ilgisizliğin nedenini anlayamaz. Bu durumdan ister istemez rahatsızlık duyan bebek annenin kaybolan ilgisini tekrar elde edebilmek için yoğun bir çaba gösterir. Ağlayarak ebeveynlerini uykusuz bırakma, ajitasyon, aşırı hareketlenme, ağlama, gıgıldama gibi çabalarla anneyi çağırmak, yeniden kazanmak ister. Bu bir bakıma anneyi onarma isteğidir. Bunu başaramadığında nesne ilişkileri bozulmaya başlar. Çocuk bir zamanlar yaşayan, aktif, sevgisini verebilen anne yerine, 'ruhsal olarak ölü olan anne'yle kalakalmıştır. Bebek, anneyi bu duruma sokan nedeni duygusal olarak tarar. 'Günah keçisi' en yakında olandır ve bu kişi genellikle babadır. Bu sebeple erken odipal süreç devreye girebilir. Patolojik bir üçgenleşme söz konusudur (anne-bebek-baba). Bu durum yetişkinlik döneminde kişinin üçlü ilişkiler arayan biri olmasına yol açabilir. Örneğin kişinin bir sevgilisi vardır, ama sevgilinin sevgisinde bir azalma görüldüğü an, kişi kıskanacak ve düşmanlaştırılacak bir 'öteki'ni bulur. Bulamazsa yaratır; çünkü erken dönemde öğrendiği ilişki biçimi budur.

Kaotik evrende dilsiz olan bebek her şeye rağmen benliğini oluşturmak zorundadır. Etrafta ruhsal olarak bakım verebilecek başka da kimse yoksa (baba, bakıcı vs.) bebek benliğini kurabilmek için annenin depresyondaki ruhsallığıyla zorunlu olarak bilinçdışı özdeşim kurar. Bebeğin ruhsallığında büyük bir boşluk oluşmuştur. Bu boşluk ileriki yaşamda, kişi iyi bir eğitim alsa, varsıl bir yaşam sürse, aile kursa da varlığını koruyacaktır.

Dünya annedir ve anne 'ölü'dür.

Bebek büyük bir kayıp yaşamıştır. O canlı, sevgi dolu annenin mezarı bebeğin bilinçdışındadır artık. Annenin en azından mezarı vardır. O mezarın içindeki anne bir zamanlar bebeğini sevmiştir de.

ÜLKE DE 'ÖLÜ'DÜR, ÇÜNKÜ; ÇOCUKLARINI ÖLÜMCÜLLÜĞÜYLE ÖLDÜRMÜŞTÜR

Cem Kertiş, Kaybolanın Hikâyesi, syf. 112, Manos Yayınları, 2018.

Cem Kertiş’in 'Kaybolanın Hikâyesi' adlı öykü kitabında depresyon, melankoli ve özellikle de kayıp, öykü karakterlerinin ruhsallığını oluşturur. Barlarda, meyhanelerde sevgi arayanlar; anneden gelen şiddete rağmen anneye tutunmaya çalışan çocuklar; şehrin çöplüklerinde yiyecek arayan mutsuz anneler; doğduğu güne lanet edenler; umudunu yitirmişler; ama her şeye rağmen direnenler, bir başka söyleyişle olumsuz durumu onarmaya çalışan kahramanlar vardır.

Bu bağlamdan bakarsak, Cem Kertiş’in ödül töreninde kitabını Ali İsmail Korkmaz ve Berkin Elvan’a ithaf etmesi manidardır. Ülke de 'ölü'dür çünkü; çocuklarını ölümcüllüğüyle öldürmüştür. Çocuklarını yaşatamamış, onların insan olmaktan kaynaklanan haklarını verememiştir. Yıkıcı bir depresyon ülkenin bütün kılcal damarlarına sızmıştır. Katledilen çocuklar katledenler tarafından suçlanmalıdır. Bir bahane bulunmalıdır. Yansıtma mekanizması, katledilen çocukları 'terörist' ilan etmek için oldukça kullanışlı bir mekanizmadır. Çocukların sapan ya da bilyeleri onları terörist ilan etmeye yetecek oyuncaklardır.

Kitaba adını veren öykü bu açıdan incelemeye değer. Adı sanı bilinmeyen anlatıcı karakter kıyımın olduğu sokaklarda kaybolmuştur. Varoluşunu ararken bir kâbusun içindedir aslında. Elleri olmayan annenin çocuğunun da elleri yoktur. Elsizlik elbette bir metafordur. Tutunamayışın ve tutulamamanın metaforu! Kaybeden uzanır; ama kaybettiği (anne nesnesi) uykuya dalar, kaldı ki kendisine uzanan eli tutacak elleri de yoktur. Yine de umut vardır. Anlatıcı karakterin kendisine benzettiği çocuk, annenin düşleminde olduğu inancındadır; yeniden doğmak istediğini, anne rahmine dönmek istediğini söyler. Kadınların, çocukların, gençlerin, işçilerin kısaca ezilenlerin çığlığının duyulmadığı ülkemizde artık herkes kendi yerini bir başına aramakta, oradan oraya savrulmaktadır. Sesimiz duyulmuyorsa, uzattığımız el tutulmuyorsa, bakışlarımız bir başka bakışta anlam bulmuyorsa varlığımızdan şüphe etmeye başlarız ister istemez. Andre Green, bu yıkıcı süreci şöyle açıklar: “Yıkıcılık mutlaka nesneyle ilişki kurmayı içermez. Aksine, nesneden yatırımını çekme, onda var olmadığı hissini yaratarak yok etme doyumunu içerebilir. Nesnede var olmadığı hissini yaratmak, onu paramparça etmekten daha vurucu bir silahtır."

Kaybolanın Hikâyesi adındaki öyküde anlatıcı kahraman, aydınlanmanın “Düşünüyorum, öyleyse varım,” mottosunu öykünün sonunda yıkar: “Düşünüyordum, ama ben yoktum…” Düşünmek var olmaya yetmez, hatta var olmak bile var olmaya yetmez! Öyküde insanların birbirini yok saydığı kasvetli bir dünya betimlenmiştir.

KERTİŞ'İN BİR DİĞER ROMANI: YÜZÜMDEKİ SEN

Yüzümdeki Sen, Cem Kertiş, syf. 180, İş Bankası Kültür Yayınları, 2014.

Cem Kertiş’in Kaybolanın Hikâyesi'nden önce İş Bankası Kültür Yayınları tarafından yayımlanan romanı "Yüzümdeki Sen"e de değinmekte fayda var. Akıl hastanesinden taburcu olmuş Sinan adındaki karakter oraya kendi yüzünü kestiği için yatırılmıştır. Taburcu olduktan sonra yeni bir hayat kurmaya çabalar; ama devletin, erkek egemen dilin dünyasında kendine bir yer bulamaz. Ona uzanan ve yardım eden de tıpkı onun gibi toplum tarafından itilmiş, ötekileştirmiş, suçlu ilan edilmiş kişilerdir. Kendi yüzünü kesmiş biri ‘toplum’ nezdinde anlaşılamaz, anlaşılmasına da gerek yoktur; delidir çünkü. İşlerin yürümesi için aykırı olan ötekileştirilmelidir.

Her şeyden önce, roman çarpıcı bir cümleyle başlar, “İç organları çalınmış bir insan gibiydim. Onca felakete rağmen, hâlâ unutamamıştım onu.” Başta da söylediğim gibi, boşluk duygusu en hâkim duygudur. O boşluğun sebep olduğu yas yaşanmadığı sürece boşluğun yarattığı duygu silinmeyecektir. Boşluk içilen içkilerle, gecelik ilişkilerle, oradan oraya savrulmalarla asla doldurulamayacaktır.

Sinan’ın dilinden insanın arayışa lanetli olduğunu okuruz. Oradan oraya savrulan hayatlar gerçekte ne aradığını bilemez; çünkü ne bulursa bulsun bireylerin ruhlarındaki boşluk kapanmayacaktır.

Yüzümdeki Sen’de de Andre Green’in 'ölü anne' kuramında bahsettiği boşluk duygusunu, arayış ve onarım ihtiyacını sezgisel olarak görebilirsiniz. Elbette bu iki eser de sadece bu bağlam açısından değerlendirilemez. Eserlerin kurgusal gücü, katmanlı yapısı, biçimi ve güçlü dilinden bahsetmek istesem de bu yazının sınırlarından dolayı işin bu kısmını okuyucunun nazarına bırakıyorum.

Andre Green yaşasaydı ve bu iki eseri okusaydı büyük bir mutluluk duyardı, diye düşünüyorum. Zira piskodinamik ekolden bir kuramcının kendi kuramına ait izleri sanat eserlerinde bulması şaşırtıcı ve ilginç olmalı. Son sözü bu ekolün kurucu babasına vermek isterim.

“Gittiğim her yerde benden önce oraya gitmiş bir ozan buldum.” - Sigmund Freud