Despotizmin ve özgürlükçü düşüncenin kaynakları

Rocker kitabında, özgün liberalizmle Rousseau ve haleflerinin bütüncül demokrasisi arasındaki uzlaşmazlıktan söz etmektedir. Rocker’e göre Rousseau, özgürlükçülüğün karşısına, tüm yurttaşların yasa karşısında eşitliğini ilan eden demokrasinin eşitlik ilkesini çıkarır. İnsan doğasındaki çok yönlülüğü ve farklı kişisel özellikleri siyasi aygıtın işleyişine tehdit olarak gören Rousseau, insanın doğal varlığı yerine standart ve yapay vatandaşı koyar.

Google Haberlere Abone ol

Gün Zileli

Tanınmış anarko-sendikalist düşünür Rudolf Rocker (1873-1958), anarşizmin temel direklerinden olan devasa eseri Milliyetçilik ve Kültür’ü Hitler’in iktidara gelmesinden kısa süre önce tamamlamış. Kitabın yazılış ve basılış öyküsünü kendisi, 1946 yılında kaleme aldığı “ikinci Amerikan Baskısına Sonsöz”ünde kısaca şöyle anlatıyor:  “… bu kitap, Nazilerin iktidarı ele geçirmesinden kısa süre önce tamamlandı. Bu nedenle, basımın tüm teknik hazırlıkları tamamlanmış olduğu halde, kitabın Almanya’da yayımlanması imkânsızdı. Üç cilt halindeki ilk İspanyolca baskısı 1936-37’de Barselona’da Tierra y Libertad yayınevi tarafından, ilk İngilizce baskısıysa 1937’de New York’taki Covici-Friede tarafından yapıldı. Üç ciltlik Flamanca bir baskı Amsterdam’da 1939’da, İspanyolca ikinci baskısı Buenos Aires’te 1942’de Ediciones Imán tarafından yapılacaktı. Yidce, Portekizce ve İsveççe baskılar, halihazırda sırasıyla Buenos Aires, Sao Paulo ve Stockholm’de hazırlık aşamasındaydı.” (s. 647)

Bilmiyorum ama, mutlaka bu tarihlerden sonra da kitabın başka birçok dillerde çevirileri yayınlanmıştır. Yılların tozu dumanı altında yitip gitmemiş olan bu kitap, neredeyse ilk basımından 80 yılı aşkın bir zaman sonra, Türkçede Kaos Yayınları tarafından, Ali Çakıroğlu’nun güzel çevirisiyle basılmış bulunuyor.

Dünya toplumsal tarihinin ayrıntılı bir ele alınışı olarak da okunabilecek Rocker’in kitabı, çok önemli noktalarda, hem o gün, hem de bugün kafalara kazınan temel bazı kavramları, ön kabulleri sorguluyor ve esaslı, sağlam argümanlarla sarsıyor, alt üst ediyor, tarihi akış içinde millet ve milliyetçilikle kültür karşıtlığını ortaya koyuyor. Ben bu yazıda, elbette kitabın sanat, kültür üzerine özgürlükçü perspektiflerinden çok, bu tür kavram ve ön kabulleri sarsan argümanlar üzerinde duracağım.

TOPLUMSAL DETERMİNİZME KARŞI DURUŞ 

Rocker, kolları sıvayıp öncelikle, kitabın yazıldığı 1930’larda, Sovyetler Birliği aracılığıyla, ilerici, radikal ve devrimci çevrelerde neredeyse tartışılmaz bir ön kabul haline gelmiş olan (çoğumuzun, gözümüzü toplumsal mücadeleye açar açmaz okuduğu, Politzer’in “diyalektik ve tarihi materyalizm üzerine ders notları”nı hatırlayalım) “tarihi materyalizm” teorisinin eleştirisine girişiyor. Rocker, toplumlarda, doğada olduğu gibi kesin yasalar olmadığına şöyle vurgu yapıyor: “Doğanın ürettiği biçimler sonsuz çeşitlilik gösterse de her biri aynı değişmez yasalara bağlıdır… evrendeki her hareket, kesin ve değiştirilemez kurallara uygun gerçekleşir… Birçok parlak beyne, insanın toplumsal hayatındaki olayların da katı zorunluluğa bağlı olduğu ve sonuçta bilimsel yöntemlerle hesaplanıp açıklanabileceği fikrini veren, aslında evrensel ve fiziksel olayların sonsuz akışında katı bir yasanın bu şekilde kendini göstermesidir… Tarihte de doğadaki gibi neden ve sonuçlarını izleyebileceğimiz iç ilişkilerin var olduğunu reddetmiyoruz. Ama toplumsal olaylarda bu her zaman insanın hedef ve niyetlerinden kaynaklı, doğadaysa her zaman fiziksel zorunluluktan kaynaklı bir neden-sonuç ilişkisi meselesidir… Fiziksel olaylar alanında sadece zorunluluk göz önünde tutulur. İnanç alanında ise sadece olasılık vardır. Öyle olabilir ama öyle olmak zorunda değildir.” (s. 26-27)

Dolayısıyla, “tarihsel zorunluluk” ya da bir zamanlar biz solcular arasında pek moda olduğu gibi, “tarihin tekerlekleri”nin belli bir yönde dönmesi gibi bir tunç yasa yoktur. Dolayısıyla, “… toplumsal süreçleri, olayların zorunlu akışının belirlenimci tezahürleri olarak ele almaya son vermeliyiz.” (s. 28) Hele insan güdülerini matematik bir kesinlikle hesaplayıp kesin toplumsal sonuçlara varmaya çalışmak iyice saçmadır. Bu yüzdendir ki, “İnsanın içinde yaşadığı toplumsal koşulların iyileştirilmesiyle ilgilenen her beşerî tasavvur, öncelikle sadece olasılığa dayanan bir temennidir.” (s. 29)

Rocker’in belirttiği bu noktaların ışığında, “bilimsel sosyalizm” teriminin yanlışlığı da ortaya çıkmaktadır. Sosyalist dünya görüşü “bilim haline gelmez; çünkü amacını gerçekleştirmesi, fiziksel doğadaki olaylar gibi değişmeyen, belirlenimci süreçlere tâbi değildir. Tarihte, insanın her tür toplumsal faaliyetlerinin akış yönünü gösteren bir yasa yoktur.” (s. 29)

Bu yanlış teori, özellikle insanları kaderci bir yönelim içine soktuğu için sakıncalıdır. “Tüm tarihsel olayların birbirini zorunlu olarak izlediğine inanan, geleceği geçmişe kurban eder; toplumsal yaşamın fenomenlerini açıklayabilir ama değiştirmez. Bu bakımdan ister dini ve siyasi, isterse ekonomik olsun, kaderciliklerin hepsi aynıdır. Onun tuzağına düşen böylece hayatta sahibi olduğu en değerli şeyi, kendi ihtiyaçlarına göre davranma dürtüsünü yitirir.” (s. 30)

Bu determinist ve dolayısıyla katı kaderci teorilerin başında tarihsel materyalizm gelmektedir. Peki bu kaderci teorinin “bilimsellik” kisvesine büründürülerek ısrarla ortaya atılmasındaki amaç neydi? Her kilisenin katı bir inanca iman edilmesine ihtiyacı vardır. Tanrının emirleri kesin ve yanılmazdır. Çağdaş din olan “tarihi materyalizm” de, Sovyetler Birliği kilisesinin katı ve yanılmaz inancıydı. İnsanlar ancak böyle bir imanla Sovyetler Birliği kilisesinin emrettiği yönde sevk edilebilirdi.

J. J. ROUSSEAU: DEVLET DESPOTİZMİNİN KURUCUSU 

Aynı zamanda bu kilise, inanca dayanan bütün merkeziyetçi devlet yapıları gibi bütünlükçüydü ve devletin çıkarlarını her şeyin üstünde tutuyordu. Özellikle 18. Ve 19. Yüzyıl’da hayata geçmeye başlayan bu bütünlükçü-devletçi düşüncenin en parlak filozofları, aynı yüzyıllarda ortaya çıkıp milliyetçi-devletçi yönelişin temellerini ortaya koymuşlardı.

Bunların başında , J. J. Rousseau, Hegel, Kant, Fitche gibi filozoflar geliyordu. Bakunin, J. J. Rousseau’yu, “modern gericiliğin gerçek babası” (s. 194) olarak nitelendirmişti. Rocker’e göre de, “Rousseau ve Hegel… bugün faşizmde kudretinin zirvesine tırmanmaya hazırlanan modern devlet gericiliğinin iki muhafızıdır.” (s. 194)

Rousseau, doğal hayatı ve bireyi hiçleyen, bütünsel toplum adına siyaseti ve devleti kutsayan bir felsefeyi ortaya atmıştı. “Rousseau’nun fikri, kökleri – her şeyi bilme ve kusursuzluk gibi yetenekler bahşedilmiş olduğundan asla hak yolundan ayrılması mümkün olmayan – siyasi tanrı kavramına dayalı dinî bir fanteziden kaynaklanır. Böyle bir tanrının yönetimine karşı her türlü kişisel karşı çıkış, siyasi kutsala küfür demektir.” (s. 195)

Devlet sınırları içindeki her türlü bağımsız örgütlenmeyi reddeden Rousseau’nun öğretisini izleyen Jakobenler, Fransız işçilerinin kendi loncalarında birleşme girişimleri karşısında ölüm tehditleri savurmuş; Rusya, Almanya ve İtalya’daki totaliter rejimler tüm “sakıncalı” örgütleri yasaklamış, var olanları da devlet organlarına dönüştürmüşlerdi (s. 196). Öyle ki, Stalin Rusya’sında, “Eski Bolşevikler” örgütü bile Stalin tarafından yasaklanmış ve üyeleri tutuklanmıştı.

Böylece, Rousseau’nun “ortak irade” fikrinden yeni bir tiranlık doğmuştu (s. 196). Eski tanrılar ölüp giderken Rousseau, devletin özgürlüğü uğruna kurban ettiği yeni putları yaratmıştı. Rousseau’ya göre devlet, tüm ahlâkın yaratıcısı ve koruyucusuydu. Devlet her şey, insansa hiçbir şeydi. Şöyle diyordu:

“Toplum sözleşmesi, içi boş bir formül olmaması için, genel iradeye itaati reddedenleri buna zorlayacak yegâne gücü tüm topluluğa veren zımnî bir taahhüt içermelidir. Bu, itaati reddedenlerin özgür olmaya zorlanacaklarından başka bir anlama gelmez. (abç, GZ)” (s. 196)

Zaten Jakobenlerin ünlü “Hürriyetin istibdadı” deyişi de bu öğretiden kaynaklanmıştır. Buna karşı Rocker şöyle diyor:

“Devlet gücünün deli gömleğini giyme özgürlüğü! Özgürlükçü bakışın bundan beter bir parodisi olabilir mi?” (s. 197)

Rocker’e göre, gerçek insanı Rousseau da, Hegel de kavrayamamıştır. Onların insanı, “imbikten geçirilmiş yapay üründür; siyasî simyacının, ortak irade tarafından önüne konan tüm talepleri karşılamaya hazır minyatür insanıdır.” (s. 197)

Rocker kitabında, özgün liberalizmle Rousseau ve haleflerinin bütüncül demokrasisi arasındaki uzlaşmazlıktan söz etmektedir. Rocker’e göre Rousseau, özgürlükçülüğün karşısına, tüm yurttaşların yasa karşısında eşitliğini ilan eden demokrasinin eşitlik ilkesini çıkarır. İnsan doğasındaki çok yönlülüğü ve farklı kişisel özellikleri siyasi aygıtın işleyişine tehdit olarak gören Rousseau, insanın doğal varlığı yerine standart ve yapay vatandaşı koyar. (s. 198)

Locke ve Montesquieu’nun siyasal liberalizmi, bireyin haklarını devletin tecavüzünden korumak için devleti sınırlamayı esas alırken, Rousseau, tam tersine, standart yurttaş kavramı yoluyla devletin önündeki birey engelini yıkmak için çabalar. Aslında Jakobenler güçler ayrılığını ortadan kaldırıp Konvansiyon’a hem yasama hem de yargı yetkisini vererek Robespierre’in diktatörlüğüne yol açarlarken büyük ölçüde Roussea’nun bu teorilerinden yararlanmışlardı (s. 200):

“Rousseau’nun kafasında insanı bireysel özgürlükten bir nebze bile anlamayan bir hayalete feda etmesinin üzerinden çok uzun bir süre geçmiş olsa da, bunun gerçekleştirildiği her yerde tiranlığın meyveleri yeşermiştir.” (s. 203)

KANT, FİTCHE, HEGEL: DEVLETÇİ BÜTÜNSELLİK FİLOZOFLARI 

J. J. Rousseau’nun (1712-1778) ardından, aşağı yukarı çağdaşı sayılabilecek, yine bütünselliğin ve modern devletin filozofu olarak görülebilecek üç Alman filozofu gelmektedir: Kant (1724-1804), Fitche (1762-1814) ve Hegel (1770-1831). Bu dört filozofun doğum ve ölüm tarihlerinin birbirini izlemesi bir tesadüf değildir. Düşünürleri ve felsefelerini yaratan, tarih sahnesine çıkan yeni olgular ve kurumlardır. 18. ve 19. Yüzyılların yeni olgusu, 20. Yüzyılın ortalarına doğru totaliterliği doruğuna ulaşacak olan çağdaş devlettir.

Örneğin Kant, Rocker’in belirttiğine göre, “işledikleri suçlar nedeniyle yurttaşlık haklarından yoksul bırakılan insanların köle yapılabileceğini” (s. 223) bile savunacak kadar ileri gitmişti. Kant, gönüllü bir şekilde oluşturulmuş “her türlü birlikten nefret ettiği gibi, özgür iradeyle yapılan her türlü iyi işi de tiksindirici buluyordu.” (s. 224)

Fitche ise, “yurttaşların hayatının en ince ayrıntısına kadar düzenlenip reçete edildiği, böylece her yerde ve her zaman siyasî bir tanrının düzenleyici elini üzerlerinde hissettikleri sözde ‘makûl’ bir devlet planı”ndan yanaydı (s. 226):

“Fitche’nin hayalindeki, memur ve polislerden oluşan devasa devlet aygıtı kavramının neden Üçüncü Reich savunucularının ağızlarını sulandırdığını ve kendilerine has fikirleri olmayan bu kişilerin, düşünsel ürünlerini temelde Fitche’ye dayandırdıklarını da görebiliriz. Bugün insanların genelde yanlış bir biçimde ‘sosyalizm’ olarak adlandırmaya çalıştığı Fitche’nin devlet teorisi, Prusya sınıf-devlet modeli örnek alınarak hazırlanmıştır ve bir hükümetin siyasî yönlendirmesi altındaki devlet kapitalizmine özgü ekonomik düzenin tüm şartlarını içerir. Yurttaşın maddî varoluşunu güvence altına alması, tüm kişisel özgürlüklerin ve diğer halklarla kültürel birliğin kaybedilmesi pahasına kazanılmıştır” (s. 227)

Hegel’e gelince, o, çağdaş devletin ve bu devletin sağlı sollu bütün taraftarlarının en büyük filozofuydu. “Müzmin gericiler, doğmamış çocuğa don biçme kaygısındaki devrimciler, muhafazakârlar ve liberaller, mutlakiyetçiler ve demokratlar, monarşistler ve cumhuriyetçiler, mülkiyet karşıtları ve savunucuları, hepsi büyülenmiş gibi, [Hegel’in] bilgeliğinin pınarına üşüşmüştü.” (s. 231)

Rocker’in saydığı çeşitli eğilimlerdeki bu insanları Hegel’e çeken şey, onun düşüncesinin özgün diyalektik biçimiydi. “Hegel, önceki filozofların sabit kavramlarına sonsuz bir oluş hali fikriyle karşı koyuyor, böylece kendinde şey’leri tescil etmekten çok, bunların başka fenomenlerle ilişkilerinin izini sürmekle ilgileniyordu.” (s. 232) Hegel, bu akış içinde, ortaya çıkan bütün tarihsel olgulara veya güçlere dönemlerine ilişkin bir misyon yüklüyordu. Bu yüzden, Rocker’e göre, “bugün bile” bir ırkın, bir milletin ya da sınıfın “tarihsel misyonu”ndan ciddi ciddi söz edilirken Hegel’e atıfta bulunulmaktaydı (s. 234). Bu tarihsel misyon ve “tarihin zorunlulukları” görüşüne Marksizm savunurlarının da saplandığını belirten Rocker bu konuda şöyle demektedir:

“Marksizm savunucularının bıktırıncaya dek tekrarladığı boş formüller olan ‘tarihsel olayların zorunlu seyri’ ve ‘toplumsal hayatın tarihsel bakımdan koşullanmış zorunlulukları’ türünden tüm laflar – bu örnekte ‘mutlak ruh’un rolünü ‘üretim koşulları’nın üstlenmesi hariç – Hegel’in hayali dünyasından kaynaklanan yeni bir kader inancından başka nedir ki?” (s. 234)

Gerçekten de kaderci kadim inançlara “materyalizm” adına karşı çıkan bir doktrinin sonunda başka tür bir kaderciliğe, üstelik eski kadercilikten çok daha mutlak bir determinizme saplanması son derece trajiktir. Rocker’in çok yerinde belirttiği gibi, “Aslında tarihte hiçbir zoraki ilerleyiş yoktur, sadece insanların katlandığı ve nedenlerini anlamayı becerip isyan eder etmez de ortadan kaldırdığı koşullar vardır.” (s. 234)

Hegel’in, “Akla uygun olan gerçektir, gerçek olan da akla uygundur” mottosu, var olan düzenlerin ve onların savunucularının yaslandığı sağlam bir duvar olmuştur. Var olan düzenler bir gerçek olduğuna göre onlar akla da uygundur. Bundan bir adım sonra da “akla uygun olanı” onaylamak gelir. Rocker’e göre de bu sözler, “…gericiliğin ana teması olmuştur. Tek nedeni de bu sözlerin verili koşulların kabullenilmesini ilkeselleştirip her türlü alçaklığı, her çeşit insanlık dışı koşulu, ‘tarihsel bakımdan zorunlu’ olanın değişmezliğiyle meşrulaştırmaya çalışmasıdır.” (s. 235)

Hegel aynı zamanda, çağdaş devleti bir kutsallık halesiyle saran filozoftur:

“Hegel devlete başlı başına bir amaç, ‘ahlâk ideasının gerçekleşmesi’, ‘yeryüzü tanrısı’ olarak tapmıştı. Kimse devletten onunki gibi bir kült yaratmamış, kimse insan zihninin derinliklerine gönüllü kulluk fikrini böylesine yerleştirmemişti. O, devlet ideasını dinî bir ilke mertebesine çıkarıp, devletin men edici maddelerden oluşan hukuk anlayışına Yeni Ahit’teki vahiylerle aynı değeri atfetmişti.” (s. 235)

Bu durumda, F. Engels’in, Alman sosyalistleri olarak, “Kant, Fitche ve Hegel’den” geldikleri için gururlanması (s. 238), daha sonra izlenen devletçi yolların çıkmazına işaret etmesi bakımından önemlidir.

Bu devletçi filozoflar kuşağına karşı duran, çağdaşları sayılabilecek Proudhon (1809-1865) ise, şu sözleriyle bugün de parıldamaktadır:

“Toplum sonsuz bir harekettir; saat gibi kurulması zorunlu değil; takvime bağlamak gerekmez. Toplumun kendi sarkacı ve kurma yayı öteden beri vardır. Örgütlü toplum yasa koyuculara da yasalar kadar az ihtiyaç duyar. Yasalar toplum için neyse, örümcek ağı arı kovanı için odur: sadece arıları ağına düşürmeye yarar.” (s. 278)


Rudolf Rocker, Milliyetçilik ve Kültür, çev: Ali Çakıroğlu, 703 syf., Kaos, 2019,

ÖZGÜRLÜKÇÜ DÜŞÜNCE AMERİKAN TOPRAĞINDA BOY ARTIYOR! 

Yeni dünya ile bir anlamda yeni bir özgürlük anlayışı da filiz verdi. Eski dünyanın despotik devletlerinden kaçıp bakir Amerika kıtasına göç eden Avrupalı topluluklar burada, kadim imparatorluklardan, onların despotizminden uzakta, görece daha özgür, yeni bir toplumun inşasına giriştiler. Bu da doğal olarak, bu kurucuların zihninde özgürlük fikrinin daha çabuk ve güçlü bir şekilde güçlenmesine, özgürlüğü ve bireyi baskı altına alan kurum ve düşüncelerden mümkün olduğu kadar uzak durmalarına yol açtı. Amerika’daki İngiliz kolonilerinin İngiltere’ye karşı bağımsızlık savaşının önde gelenlerinden Thomas Paine (1737-1809), “Toplumu ihtiyaçlarımız, hükümeti ise kötülüğümüz üretmiştir” (s. 173) diyerek baskıcı devlet aygıtları konusundaki tanısını daha baştan net bir şekilde ortaya koymuştur. Aynı bağlamda Paine, kültürel seviye ile hükümet ihtiyacı arasında doğru bir orantı kurarak, “Bir kültür ne kadar yüksek seviyedeyse hükümet ihtiyacı o kadar azdır” (s. 173) demiştir.

Keza sekiz yıl ABD başkanlığı yapan Thomas Jefferson da (1743-1826), “en az yöneten hükümet en iyi hükümettir” diyerek devletin katlanılan ama aynı zamanda her an kısıtlanması gereken bir kötülük olduğunu net bir şekilde ortaya koymuştur. Paine ve Jefferson’un düşüncelerini son noktasına vardıran ise, sivil itaatsizliğin teorisyeni Henry D. Thoreau (1817-1862) olmuştur:

“En iyi hükümet hiç yönetmeyendir.” (s. 177)

Rocker kitabında, bu özgürlükçü düşünürlere dayanan 19. Yüzyıl liberalizminin izini sürmekte ve orijinal liberalizmi, özgürlükçülük anlamında olumlamaktadır:

“Liberalizm… toplumsal çevreyi bireyin doğal gelişimini kolaylaştırmasına ya da bireysel özgürlük ve bağımsızlığına engel olmasına göre değerlendirir. Onun toplum tasavvuru – insanın doğal ihtiyaçlarından kaynaklanıp özgür birleşmelere yol açan, amaca uygun olduğu sürece varlığını sürdüren ama bu amaç anlamsızlaştığında dağılan – organik bir süreçtir. Eşyanın tabiatının bu genel seyri, dıştan gelen zorlayıcı müdahale ve mekanik düzenlemelerden ne kadar az etkilenirse, tüm toplumsal işleyiş o kadar özgür ve sürtüşmesiz olur; insan, kişisel özgürlük ve bağımsızlığından duyduğu mutluluğu o kadar eksiksiz yaşar. Liberalizm, devleti de tüm hükümet biçimlerini de bu bakış açısıyla değerlendiriyordu, ancak savunucuları belirli konularda iktidardan tamamen vazgeçilemeyeceğine inanıyorlardı. Yine de her tür yönetim biçiminin insanın özgürlüğünü engellediğini açıkça gördüklerinden, her zaman bireyi yönetici gücün tecavüzlerine karşı koyup bu gücü mümkün olan en küçük faaliyet alanıyla sınırlandırmaya çalışmışlardı.” (s. 192-193)

Rocker, bu bakış açısının sonucu olarak, bireyi esas alan liberalizmi olumlu görürken, kolektiften yola çıkarak bireyin yerine “model yurttaşı” koyan, örneğin J. J. Rousseau’nun “demokrasi”sini olumsuzlar:

“Demokrasi, kolektif bir kavramdan yola çıkıp bireyi buna göre değerlendirdiğinden, bu görüşü savunanlar için ‘insan’, arzulanan zihinsel norma ulaşıp model yurttaş olarak devlet biçimlerine uygun hale gelinceye kadar üzerinde deney yapacakları soyut bir varlık olmuştu.” (s. 195)

Rocker’e göre, modern demokrasi, liberalizmin tersine, devleti destekleyen bir kuvvetti. Demokrasiden diktatörlüğe giden çok sayıda yol varken liberalizmden diktatörlüğe giden tek bir yol yoktu. (s. 203) Bu bağlamda bireyden yola çıkan liberalizmin savunucularının milli hassasiyetleri ancak tali bir rol oynar, oysa, “kolektif ortak irade kavramı üzerine kurulu olan demokrasi, millet kavramına çok daha sıkı bir şekilde bağlıydı ve onu ortak iradenin temsilcisi haline getirmişti.” (s. 244)

Rocker’e göre, Rusya’daki deneyimden de görüldüğü gibi, devlet eliyle sosyalizme erişme çabası “korkunç bir devlet kapitalizmi ucubesine” ulaşmıştı. Oysa liberalizmden beslenen sosyalizm, Godwin, Proudhon ve Bakunin’in fikir silsilesini doğurmuştu. Devletin faaliyet alanını asgariyle sınırlama fikri, daha kapsamlı bir düşüncenin tohumunu, yani devleti bütünüyle yıkıp insan toplumunda “iktidar arzusu”nu ortadan kaldırmayı barındırırdı (s. 287):

“Demokratik sosyalizm devlete boş inancın tekrar teyidine büyük katkıda bulunmuştur ve gidişatı doğal olarak devlet kapitalizmi yönünde olacaktır. Buna karşılık, liberal fikirlerden esinlenmiş bir sosyalizm dosdoğru anarşizme götürür… Anarşizm fikri liberalizm ile sosyalizmin sentezidir.” (s. 287-288)

LİBERALİZM ÜZERİNE YANLIŞLAR VE DOĞRULAR 

Burada kitaptan biraz ayrılma pahasına olsa da günümüzdeki liberalizm üzerine yargıların yanlışlığı ve doğruluğu üzerinde biraz durmam gerektiğini düşünüyorum.

Hemen baştan belirteyim ki, büyük bir ihtimalle Leninist-Stalinist solun ideolojik taarruzu sonucu ülkemizde liberalizm neredeyse tamamen yanlış anlaşılmış ve aslında bir iktisadi sistem olmadığı halde tamamen kapitalizmle özdeşleştirilerek karalanmış, ulusalcı güdüler bu karalamaya tuz biber ekerek en sonunda liberalizm ya da liberaller “liboş” türü lumpen ve uydurma bir deyimle bile yaftalanabilmiş ve bu yaftalama büyük bir yaygınlık kazanmıştır.

Oysa liberalizm bir ekonomik sistemin adı olmadığı gibi, kapitalistlerin kendilerini gizlemek için “neo-liberalizm” deyiminin arkasına saklanmaları da orijinal liberalizmi asla temsil etmez. Liberalizm bir iktisadi sitem değildir ve olamaz, dolayısıyla “neo-liberal ekonomik sistem” gibi bir adlandırma da yanlıştır. Liberalizm denilen şey bizatihi kapitalizmin kendisidir ve özgün liberalizmle bir bağlantısı yoktur. Çünkü adı üzerinde, özgün liberalizm özgürlükçü bir felsefenin adıdır sadece.

Diğer yandan, Rudolf Rocker’in de sadece özgün liberalizmi alıp onun pratikteki seyrine neredeyse hiç değinmemesini hatalı buluyorum. Orijinal liberalizmin çıkış noktasını doğru tanımlayan Rocker’in eli, bu liberalizmin pratik uygulamalarına bir türlü değmemiştir. Oysa her siyasi düşünce gibi liberalizm de pratikte kirlenmeye mahkûmdu ve öyle olmuştur. Nasıl teoride pek parlak olan sosyalizm pratik uygulamalarıyla kirlendiyse, aynen öyle. Nasıl sosyalizm değil ama sosyalistler çamura battıysa, komünizmin teorik varsayımlarının bir kısmı değil ama komünistler tarihin potasında itibar kaybettilerse, orijinal liberalizm değil ama liberaller, bizatihi uygulamalarıyla ve “liberal” devletlerinin ikiyüzlülüğüyle tarih önünde suçlu duruma düşmüşlerdir.

Bu bölümü kapatırken, Rocker’in, tam faşizmin ve Nazizmin Batı demokrasilerine ideolojik planda saldırdığı ve fiilen de saldırmaya hazırlandığı, Stalin’in Sovyetler Birliği’nde tüm demokratik hakları ezdiği, kısacası dünyada demokrasinin topluca bir totaliter saldırı altında olduğu bir dönemde, demokrasinin kolektifliğini eleştireceğim derken toptan hedef almasını, en azından taktiksel bir hata olarak değerlendiriyorum.

Rodolf Rocker’in bütün tarihi, milliyetçilik ve kültür; devletçilik ve milliyetçilik kavramları çerçevesinde yorumlayan, eski Yunan özgürlüğü ile merkeziyetçi Roma hukukunu karşı karşıya koyan yaklaşımlarını bu yazıda ele alma olanağım olmadı elbette. Ben sadece birkaç noktaya değinmekle yetindim.

Gerçekten de temel bir başucu kitabı yazmış Rudolf Rocker. Kütüphanelerden eksik olmaması gereken büyük bir eser kazandırmış çevirmen Ali Çakıroğlu ve Kaos Yayınları.

Çevirideki birkaç küçük hata üzerine not: Ali Çakıroğlu’nun dili çok güzel olmakla birlikte küçük bazı hatalar da var. Nispeten önemli gördüğüm ikisine değineyim. Birincisi, Türkçe'de “vaaz etmek” diye bir kullanım yoktur. Ortaya koymak anlamında vazetmek ve bundan tamamen farklı anlama gelen vaaz vermek vardır ki, Çakıroğlu birçok yerde hatalı bir şekilde “vazetme”nin yerine “vaaz vermek” anlamına gelecek şekilde “vaaz etmek”i kullanıyor. İkincisi, “kelime dağarcığı” anlamında kullanılan “kelime haznesi” denirken, “hazine”nin ortadaki “i”si düşer. Yani “kelime hazinesi” denmez.