Vecdi Çıracıoğlu: Hepimiz aynı denizi görüyoruz

Vecdi Çıracıoğlu'nun son romanı 'Son Voli' raflardaki yerini aldı. "Ne zaman balıklar mezarlıktan kalkıp denize doğru yürümeye başlayacaklar, ben de o zaman denizi yazmaktan vazgeçeceğim" diyen Çıracıoğlu, son kitabında durgun denizde aniden kopan fırtınaları, boş çekilen ağları, geceyi dolu kapatan deniz insanlarını anlattı.

Google Haberlere Abone ol

Altay Öktem

DUVAR - Vecdi Çıracıoğlu, Serserilik Zor Zanaat alt başlığını taşıyan yeni kitabı Son Voli ile her biri ayrı bir bilge serseri olan kıyı insanlarının dünyasıyla tanıştırıyor bizi. Bir yandan da, kıyıdaki son balıkçı kulübesinin de yıkılmasıyla birlikte sadece anılarımızı değil, benliğimizi de kaybetmemize neden olan bu değişimin getirdiği hüznü yaşatıyor. Yaşamın içinden damıtarak çıkardığı hakiki bir deniz öyküsü Son Voli. Çıracıoğlu’yla başbaşa verdik, eski İstanbul’u, o dönemin karnavalesk yaşamını ve hayatın bilgeleştirdiği serserileri konuştuk.

Vecdi Çıracıoğlu ve Altay Öktem

Son Voli’yi okurken, yoksul ve bilge insanlarla birlikte, bir deniz kıyısında, tenekenin içinde ateşi yakmışız, kabanlarımızın yakalarını kaldırmış, bereleri kafamıza geçirmiş, hem rakımızı yudumluyor, hem dalgaların arasında düşe kalka ilerleyen tekneleri seyrediyoruz gibi bir duyguya kapıldım.

Evet, bilge insanlar. Ama yoksulluğu maddi anlamda değerlendirmemek gerek. O insanlar gönül zengini. “Aç insan bey gibi yaşar” tabirini kullanan insanlar.

Zaten “Her kıyı, öğreticilerinin bilge serseri olduğu bir Epikür bahçesidir” diyorsun.

Epikür, bahçede eğitimini bahçede veren Antik Yunanlı bir bilge. Anatol France’ın Epikür’ün Bahçesi adlı önemli bir eseri vardır. En iyi eğitim, doğanın bağrında verilir. Kıyılar da öyledir. Mesela kıyıda bir bank var diyelim. Bank öğreticidir. Epikür’ün bahçesindeki öğrencilerin sıralarıdır o banklar. Deniz zaten kendi başına bir tanrıdır. Sanatçı yaratır. Üzerindeki herkes eşittir. Öyle bir öğreticinin kenarında ve üzerinde olduğun zaman, biraz da meraklıysan ve hayata karşı ıskaların yoksa, ister istemez öğrenirsin.

Bilge serseri deyince, daha çok sokak aralarındaki insanlar geliyor akla. Sokaklar çok şey öğretir insana. Senin anlatılarında ise devreye kıyı insanları giriyor. Öyleyse, denizin kıyısı, aynı zamanda yaşamın kıyısıdır diyebilir miyiz?

Benim bilge serseri olarak tanıdıklarım, hayatın günlük felsefesini yapan insanlar değil. Metropol apaşları değil yani. Pike yapan, o anın felsefesiyle uğraşanları bilge serserilerden ayrı tutmak lazım. Neyzen Tevfik gibi insanlardan söz ediyorum. Neyzen de sokakta yaşıyor ama bir felsefesi var. Mesela onlara gayri dürüstlük yaptıramazsın. İmkanı yok. Balık kokmuşsa kokmuştur. Burada bilgelik kavramı giriyor devreye. Sarsarilik, yani serserilik kavramı. Başı hoş, önde giden, yolda olan, yolda düşünen insanlar. Dervişlik de, sufilik de buradan gelmedir. Kalanderi insanlardır. Bakarsın, üzerinde bir post, bir keşkül, maşa çalıyor... Ama karşına oturduğu zaman, bir Alevi dedesi gibi, sana öyle laflar eder ki... Bir tane değnekle dünyayı yerinden oynatır. Manivela yapar o değneği.

'YAKINDA DENİZİ GÖRECEĞİZ'

Serseri Standartları Sempozyumu’nda da bilge serserilerle karşılaşmıştık. Son Voli bir anlamda onun devamı. Peki senin denizle ve kıyı insanlarıyla tanışman nasıl oldu?

Ben denizi ilk kez Ankara’dayken, annemden duydum. Yakında denizi göreceğiz, dedi. Babamın işi dolayısıyla Zonguldak’a, kömür işletmelerine gitmiştik. 6-7 yaşlarındaydım. Yüksek bir tepeye çıktık. Sonsuz bir mavilik gördüm. Dilim tutuldu. O ana kadar annemin deniz derken ne kastettiğini anlamamıştım, Deniz adında bir çocukla tanışacağımı düşünüyordum. İkinci olarak Mudanya’da gördüm. Atlarımız vardı. At sırtında denize girerdik. 70’lerin başında, üniversiteye başlayıp da Rumeli Hisarı’na gelince, denizle esas tanışıklığım başladı. Nüfus azdı o zamanlar. Plastik yoktu, keten ipler vardı. Balık boldu. Deniz Anavaşya katavaşya yapardı, bütün balıklar karaya çıkardı. Kıyıdaki kulübelerde yaşayan bu insanları, bilge serserileri o zaman tanıdım. İnanılmaz tevazu dolu, içten insanlardı. Her sözleri ders gibiydi. Kimi merametçi, ağ örüyor, tamir ediyor, kimi sepet örüyor, kimi gelincik balığına, kimi Karadeniz’e açık su avına gidiyor, kimi manyat yapıyordu. Zamanla kaynaştık, tayfa olduk.

'O YILKI ENTELEKTÜELLERİNDEN OLMADIĞINI BİLİYORLAR'

Üniversite öğrencisi olan genç bir delikanlıyı içlerine kabul etmişler. Senin de yüzünün denize dönük olduğunu, bilgeliğe yatkın olduğunu hissetmişler bence. Son Voli’deki mühendis karakteri de sensin, değil mi?

Benim. Ama buranın benim dünyam olmadığını, onlar gibi yaşayamayacağımı onlar da, ben de biliyorum aslında. Sonunda okul bitecek, mühendis olup gideceksin. Anlık serserilik yaşıyorsun. Anlık olarak kendini tatmin ediyorsun. Yiyorsa sen de aynı şekilde kulübede yaşa. Yapamazsın. Bunu biliyorlar ama o yılkı entelektüellerinden olmadığını da biliyorlar.

'ONLAR DENİZİ MAVİ, YEŞİL GÖRÜRDÜ BEN KIRMIZI GÖRÜRDÜM'

O yıllarda, Rumeli Hisarı’ndaki meşhur Ali Baba’nın kahvesinde takılanlara yılkı entelektüelleri diyordum ben. Bazıları dışında kıyıya gelmezlerdi. Çünkü kıyıda zorluk vardır. Denize bakmak bile bir zorluktur. Onlar denizi mavi, yeşil görürdü, ben kırmızı görürdüm belki. Saat dörde yirmi kala karşı yakaya güneş vurduğunda, yalıların bütün pencereleri bakırla kaplanmış gibi olurdu. Onu göremezlerdi. Nokta Dergisi'nin bulmacasını çözer, Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği’ni okurlardı. Her masada dört tane vardı o kitaptan. Yolun deniz tarafından değil, duvar tarafından, duvara hipotenüs, omuz vererek yürürlerdi. Neden? Çünkü dayanak lazım. Ama kıyıda dayanak yoktur. Küt diye düşersin suya. Bunlar folkloru bile yalnız oynayamazlar. Yalnız oynamak yürek ister. Birey olmak ister. Efeler gibi, folklorunu yalnız oynayacaksın. Kol kola girdiğin zaman ne anlamı var? Folklorunu yalnız oynayan ayakta kalır hayatta…

Son Voli, Vecdi Çıracıoğlu, 172 syf, İletişim Yayınları, 2019

'YAŞADIKLARIMIN YALANCISIYIM'

Sen bütün hikâyelerini hayatın içinden damıtıp çıkarıyorsun. Okur da bunu hemen hissediyor. Kendini hikayenin akışına kaptırıveriyor. Olaylar gerçek, karakterler karton değil, capcanlı...

Yaşamadığım şeyleri yazmam. Yaşadıklarımın yalancısıyım. Yazarlar yalancıdır ama gerçeklerden kaynaklanan yalanları söylerler.

İstanbul artık eski İstanbul değil. Peki bu kıyı insanlarına, bilge serserilere ne oldu? Hayattalar mı hâlâ?

Hepsi öldü. En son bir kadın kalmıştı, tek başına kulübede yaşıyordu. Gülçin. Ondan önce öğretmen bir kadın vardı. Ondan önce Ayşe Kaymak vardı. Telefon kulübesinde donmuştu bulduğumuzda. Gülçin üç ay önce vefat etti. Korsan Cihat, Korsan Salih, Hafız Burhan, Nakkaş Turhan, Sarı Remzi, Kofana Hüseyin ve diğerleri daha önce öldüler. Eski bir Bizans sarnıcı çıkmıştı kazıda, onun altını oymuşlardı, orada yaşıyorlardı. Biri ölür, kalınan yer başkasına devrolurdu. Son Voli’de anlattığım Mavişim Tayyar’ı da kulübede ölü vaziyette bulmuştuk. Köpekler didikliyordu bulduğumuzda. Parçalamasınlar diye üzerini taşlarla kapattık, haber vermeye gittik.

'NASILSA HEPİMİZ AYNI DENİZİ GÖRÜYORUZ'

Kıyılardaki son kulübeler de yok olduysa, bir tarih kapandı demektir.

İnsanın denizle bağlantısı sandaldır. Kıyılar doldurulunca sandallar da yılkıya gittiler. Belediyenin çöplüklerinde çürüdüler, öldüler. Mesela Salacak’ta da barınaklar vardı. Bizim de Rumeli Hisarı sahilinde iki kulübemiz vardı eskiden. Kulübelerden biri bir sandalın üzeri kapatılarak inşa edilmişti. Diğeri tam teşekküllü bir sosyal tesisti adeta. Bayağı televizyon, küçük bir buzdolabı falan vardı içinde. Elektriği yandaki villadan çekmiştik. Bir gün adamın biri geldi, “Siz elektriği benim oradan alıyormuşsunuz, bekçi vermiş size,” dedi. “Evet. İstiyorsanız kesebilirsiniz,” dedim. “Ne önemi var, nasılsa hepimiz aynı denizi görüyoruz” diye cevap verdi adam. Artık o devir kapandı. Ama yaşanmışlıklar kaldı geriye. Öyle çok olay, öyle çok malzeme var ki, daha onlarca hikâye, roman yazılır...

Son Voli’ye dönmek istiyorum yine. Hep yaşanmışlıklardan, gerçek hayattan söz ettik ya, o köpek yavrusunu çalmaya yeltendin mi sahiden, yoksa kurgu mu?

Aynı kitapta anlattığım gibi oldu. Av bereketli geçmişti. O günkü livarı doldurmuştuk. Yalılardan birinin bahçesinde simsiyah yavru bir kurt köpeği gördüm. Çok sevdim, alayım dedim. Reis ters ters baktı ama dinlemedim, tekneyi yanaştırdım ve aldım, yani çaldım. Annesi peşimizden havlamaya başladı. Ses Hisar’ın duvarlarında öyle bir yankılanıyor ki... Sabahın körü zaten, ezan yeni okunmuş. O zamanlar ortalık çok sessizdi. Ben evden, Anadolu Hisarı’ndan geçen otobüsün sesini duyardım. Sandalla biraz ilerlemiştik ki kadının biri yalının kapısından çıkıp anasının zincirini tasmasından ayırdı. Hayvan denize atlayıp peşimizden yüzmeye başladı. O zaman “ya, ben ne yaptım!” diye düşünmeye başladım. Pişman oldum. Annesi peşimizden geliyor ama biraz ileride enayi anaforu var. Oraya kapıldı mı kurtulmasına imkan yok. Ben kürekleri diktim. Reis de köpeğe vuracağımı sandı. Baktım köpek anafora yaklaşıyor, yavruyu denize bıraktım. Annesi ensesinden kaptı, geri döndü, yüze yüze gitti. Böylece yılkı köpeği olmaktan kurtuldu.

'O ZAMAN BENİ AFFETTİLER'

Kitapta geçen “Yılkı köpekleri denize bakmaz” sözü bu hikâyeyle mi ilişkili?

Aslında hep denize bakarlar. Çaldığım o yavruyu bırakmasaydım benimle ötegeçeye gelecekti. Karşı kıyıya geçen köpekler yılkıya yatarlar. Şöyle bir adet vardı, bakılamayan köpekler Boğaz’ın karşı kıyısına bırakılırdı. O köpekler saatlerce karşıya bakar ve ağlarlar.

Sonra çok vicdan azabı çektim. Bir keresinde, karşı kıyıya, yılkıya bırakılmış bir köpek gördüm, aldım onu Boğaz’ın diğer kıyısına geçirdim. O zaman beni affettiler. Reis bile affetti. Sevinçten, “Bugün içkiyi koalisyon dışı biz ısmarlayacağız,” dedi.

Bu “koalisyon” lafı da kıyı edebiyatının sözcük dağarcığından galiba.

Evet. Zaten para az, herkes cebindekini verir, içki alınır. Buna koalisyon denir. Herkes oturur, tek bir bardak vardır zaten, sağa doğru döner. Parası olmayan da içer tabii. Ama kimse, birbirinden fazla içemez. Gırtlağını sayarlar. Üç gırtlak attın mı, bir dahaki dönüşte seni es geçerler.

'BARDAĞA ABDEST ALDIRMIŞ OLURSUN'

Ayrıca, “Ortak kullanılan bardağa abdest aldırılmaz”, değil mi?

Tabii. Koalisyonda kullanılan bardak temiz mi, dudak izi mi var dersen çok pis bakarlar. Bardağa abdest aldırmış olursun. Zaten bir bardak var, onu da sandalın altına koyarlar. En fazla tozlanmıştır. Çıkartır gömleğinin eteğine silerler. Çok kirlendiyse, mesela sintine suyu girdiyse içine, deniz suyuna sokup çıkartırlar.

AÇLIĞA KATLANAN BEY GİBİ YAŞAR

Bilge serserilerin insanın içine işleyen, hayatın görgüsünden kaynaklanan çok sözü var kitapta. Saymakla bitmez. Beni çok etkileyenlerden biri de “Açlığa katlanan bey gibi yaşar” sözü oldu.

O söz şuradan çıktı: Bir gün Coşkun Reis’le sandalda oturmuş, balık pişirip rakılıyorduk. Büyük bir holdingin başındaki biri, tanıyorum da adamı, yanımıza geldi, “Oh, ne güzel hayatınız var, mis gibi yaşıyorsunuz,” dedi. Adam bize gıpta ediyor ama ayağında bir eşofman var, parayla alamazsın. Coşkun Reis kafasını kaldırdı, “Evet beyim, açlığa katlanan bey gibi yaşar” dedi.

'DÜNYAYA BAŞKA TÜRLÜ BAKIYORSUN'

Kitaptaki en ilginç ögelerden biri de “Hemsaye”. Kahramanın hemsayesi de hikâyeye dahil.

Hemsaye gölge demek. Bir çeşit alter ego. Mühendis kendiyle konuşuyor aslında. Bir restorana girip oturuyor, yan tarafta da bir kadın var. Adam hesabı ödeyip çıkınca, bakıyor kadın da yok, hemsayesi de! Benliğin yansıması. Dünyaya başka türlü bakıyorsun. Kendini yakalıyorsun orada. Hemsaye budur.

Anlatıda, kimi zaman farklı bir ses de giriyor araya. Bazen konuyu detaylandırıyor, bazen konudan bağımsız bir şeyler anlatıyor. Bunların toplamı, metnin içinde, bağımsız, başka bir metin oluşturuyor sanki.

Bilinç akışı onlar. Düzyazı şiir. Metnin arasındaki bağlaçlar. Tarz olarak zaten karnavalesk bir kitap bu.

Ana karakterlerin yanında bir de görünüp kaybolan karakterler var. Metnin merkezine çok değmeden teğet geçiyorlar sanki.

Ben onlara Amarcord karakterler diyorum. Fellini’de de vardır böyle karakterler. Mesela filmde şehir bombalanmıştır, o yıkıntılar arasında, bir bakarsın bir kaplan geçer. Metrapolün ana caddelerinden birinde menhol kapağı açılır, içinden bir çok paltolu çıkar. Şoför Nebahat, Feridun Çölgeçen, böyle karakterler. Şoför Nebahat’i tanıdım mesela. Taksim Emirgan arasında çalışırdı. Bir tek kızının nikahında etek giymişti. Deri ceket, şapka, aynı anlattığım gibi biriydi. Sıkışınca dolmuşu durdurdu, gitti, duvar kenarında ayakta işedi. Kitapta bir daha karşımıza çıkmıyor, o filmdeki kaplan gibi, çok paltolu gibi. Filmde birisini kahramanın üzerine geldiğini ve ona vuracağını veya çarpacağını hissedersiniz ama öyle olmaz. Adam konuyla ilgisiz biridir, es geçer, yanından geçer. Bu karakterler araya giren anılarım benim. Amarcord da anılarım demek zaten.

'YARDIMLAŞMA YERİNİ VAHŞİ BİR REKABETE BIRAKTI'

Kitapta ilgimi çeken bir konu da hayvanlar arasındaki işbirliğine yaptığın vurgu. “Ağzında horozbinayla iri bir fare denizden çıkıp yüzüyor, horozbinayı karaya bırakıp tekrar denize dönüyor. Avcı fare, hemcinslerine yemek taşıyor” diyorsun. İlk olarak Darwin’in takipçilerinden Rus zoolog Prof. Kessler, evrim açısından karşılıklı yardımlaşmanın önemini ortaya koymuştu. Kropotkin, Karşılıklı Yardımlaşma adlı kitabında ayrıntılarıyla anlatıyor bunu. Oysa kapitalizm, kendini haklı çıkarmak için “güçlü olan güçsüzü yok eder” anlayışını doğanın tek kuralıymış gibi lanse etti hep.

Uzakdoğu’da bir karga cinsi var. Önce sakat hemcinslerini doyuruyor, sonra kendisi yiyor. Yunus balıklarını teyzeleri doğurtur mesela. Hayat bilgisi verirler. Doğada bunlar da var. Kapitalizm vahşileştikçe biz sadece eve ekmek götürür olduk, ancak kendi çocuğumuzu doyuruyoruz. Eskiden siftah diye bir kavram vardı. Bir esnaftan alışveriş yapmaya kalkarsın, ben siftah yaptım, karşı komşuya git, o da siftah yapsın derdi. Yardımlaşma yerini vahşi bir rekabete bıraktı.

Peki, bundan sonra da deniz hikayelerine devam mı?

Bir kitabımda “balıklar mezarlığı” diyorum ya, ne zaman balıklar mezarlıktan kalkıp denize doğru yürümeye başlayacaklar, ben de o zaman denizi yazmaktan vazgeçeceğim.

Balık kavağa çıkınca yani!

Aslında balık kavağa çıkmaz, kavağı geçer. Kavak gümrük demektir. Anadolu Kavağı’nı, Rumeli Kavağı’nı geçince balıklar Karadeniz’e geçtiler demektir. O balıklar özgürleşecek. İki yüz bin yıldır yolunu şaşırttığımız lüfer ne zaman yolunu bulacak, kabaracak, cürümler yapacak, ben de o zaman denizi yazmayı bırakacağım. Şimdi boynumun borcu.

Üç yanı denizlerle çevrili bir ülkenin edebiyatında denizin, deniz insanlarının daha çok yer alması gerekmez miydi? Halikarnas Balıkçısı’ndan, Sait Faik’ten sonra kesintiye uğradı sanki.

Zeyyat Selimoğlu var ama doğrudan deniz yazarı değil. Sürrealist de yazıyor, içine denizi katıyor. Ayaklarını denize sokuyor, denizin içine gömülmüyor. Hemingway gibi ihtiyar balıkçıya Marlen balığını yakalatmıyor, Sait Faik gibi, peygamber balığının ölümünü, sinağritin nasıl yakalandığını anlatmıyor. Yani Halikarnas Balıkçısı gibi değil. Sait Faik ve Balıkçı’da baştan sona balık vardır, deniz vardır. Yaman Koray’ın da hakkını yememek gerek. Sait Faik bir adada yaşıyor. Dönemin siyasal iktidarı da buradan çıkmayacaksın, o komünistlerle görüşmeyeceksin diyor. Balıklarla, sandallarla, balıkçılarla hemhal oluyor ve yaşadıklarını yazıyor ve yalnız. Saldırganlığı da ondan. Onun için de “hişt hişt” geliyor kulağına. Ne gelecek başka?

Peki, hazır kıyı insanlarından, gerçeklikten bu kadar bahsetmişken, günümüz edebiyatını nasıl değerlendirdiğini sormak istiyorum. Günümüzde edebiyatın hayatla imtihanı hakkında ne düşünüyorsun?

Orijinal bir şey yok. Tornadan çıkmış gibi hepsi. Öykülerin girişinden, sonunun ne olacağını anlıyorsun. Yazarın karşısında eleştirmen mekanizması yok. Bir Fethi Naci yok. Olsa, yerin dibine sokardı. Gerçek bir eleştirmendi. Öykülere bakınca, okumadıklarını anlıyorsun. Samim Kocagöz, İlhan Tarus, Samet Ağaoğlu, Yusuf Atılgan, M. Şevket Esendal ve niceleri... Modern öykücülüğün ağababaları bunlar. Sonra diyorlar ki, ben böyle yazıyorum. Sen öyle yazamazsın! Önce herkesin yazdığı gibi yaz, icadı sonra yap. Daha yazmayı beceremeden icat yapamazsın. On beş, yirmi yaşında icat olmaz. Edebiyat birikim işidir. Bir de kendini edebiyat dergisi sanan popülist moda dergiler var. Edebiyatın oligarşi odaklarıyla ve diğer olumsuz unsurlarla el ele vermiş, yarıştalar. Bu konuda kitaplar dolusu yazılır, sabahlara kadar anlatılır. Bu kadarla kalayım, gerisi dedikoduya girer.