Bu bir kitap tanıtım mektubudur

Bu mektupta sana, Erdal Öz’e gönderilen mektupların bende bıraktığı izlenimleri, altını çizdiğim bazı ilginç noktaları aktaracağım. Bu bir kitap tanıtım yazısı değildir, bu bir kitap tanıtım mektubudur.

Google Haberlere Abone ol

Baran Güzel

02.03.2019

Sevgili Anıl Kardeş,

Biliyorsun geçtiğimiz ay Can Yayınları’ndan "Sevgili Erdal: Erdal Öz’e Mektuplar" kitabı çıktı. Selim Bektaş hazırlamış yayına. Selim’le arkadaşız, kitabın bir kopyasını yayınevine uğrayan Soner Sert aracılığıyla bana ulaştırmasını istedim. Şöyle bir not göndermiş:

“Sevgili Baran,

Kitap istemişsin. Haberini aldım. Tüm seçkin kitabevlerinde var. Çok sarıldım. Sevgiler. Selim.”

Selim’i tanıyor musun bilmem, komiklikte benden geri kalır yanı yoktur. Yayınevine gidip derhal arkadaşlık hakkım olan kitabı bizzat kendisinden aldım. Lafladık, çay içtik. Hatta İzmir’den Onur Akyıl gelmişti, o da bizimle beraberdi. O gün Barış İnce’yle karşılaştık Mis Sokak’ta, ayaküstü tanıştık.

"Peki bütün bunları neden anlatıyorsun bana", diyeceksin. Sadede geleyim. Kitabı akşam eve gider gitmez okumaya başladım. Sabaha kadar da bitirdim. Uzun zamandır bir kitaba böylesine kaptırmamıştım kendimi. Aşk acımı, yarım bıraktığım öyküleri, yetişmesi gereken işleri unuttum bir süreliğine. Velhasıl çok etkilendim. Bir şeyler yazmalıyım diye düşündüm. Ama beni bilirsin, inceleme ve kitap tanıtım yazılarından hiç anlamam. Beceremiyorum ben bu işi, kurmaca olmayan bir metin yazarken kafama tetiği çekilmek üzere olan bir silah dayanmış gibi hissediyorum. Ben de böyle bir yol buldum. Sana mektup yazmaya karar verdim. Bizim kuşaktan kimse kimseye mektup yollamıyor. Aramızdaki ilişki sosyal medyada gönderilerimizin altına yaptığımız samimiyetsiz yorumlarla ya da Whatsapp’ta döndürdüğümüz seviyesiz muhabbetlerle sınırlı kalıyor. Sıkılıyorum, tiksiniyorum artık bundan. Bence kitabı okuyunca sende de mektup yazma isteği uyanacak. Zaten iyi bir kitap insanda yazma isteği uyandıran kitap değil midir?

Bu mektupta sana Erdal Öz’e gönderilen mektupların bende bıraktığı izlenimleri, altını çizdiğim bazı ilginç noktaları aktaracağım. Bu bir kitap tanıtım yazısı değildir Anıl, bu bir kitap tanıtım mektubudur. Umarım yayınlamaya uygun bulursun.

Selim’den öğrendiğime göre mektuplar 3 ciltten oluşacak. İkinci cilt eylülde, üçüncü cilt de 2020’de çıkacak. İlk ciltte kimlerin mektupları var, arka kapaktaki sıralamayı bozmadan hemen sayayım: Bilge Karasu, Salâh Birsel, Onat Kutlar, Gülten Akın, Aziz Nesin, Yaşar Nabi Nayır, Yaşar Kemal, Metin Demirtaş, İlhan Berk, Konur Ertop, Behçet Necatigil, Talip Apaydın, Ali Püsküllüoğlu, Edip Cansever, Cahit Külebi, Ülkü Tamer, Cevdet Kudret ve Yusuf Atılgan.

Mektupların içeriği kimi zaman –Erdal Öz’ün yayıncı olmasından kaynaklı– “iş” iken (Yusuf Atılgan gibi parantezlere sığınacağım. 1960’dan 80’lere kadarki yayıncılık/edebiyat faaliyetlerine yönelik çok şaşırtıcı bilgiler var kitapta. Örneğin Külebi’nin kitabını Erdal Öz dizdirip basmak üzereyken Adam Yayınları peşin para verip kitabını basmak için ikna ediyor şairi. İnsanın para yüzünden ne kadar alçalabileceğine Erdal Öz de şaşırıyor. Metin Demirtaş Hazırol Kalbim’in telif gelirlerini Lice’de yoksul bir aileye bağışlamak istiyor. Başka meseleler de var ama ben hepsini yazıp tadını kaçırmayayım, oku kardeşim) kimi zaman dostluk ve edebiyat arkadaşlığı mahiyetinde. Yazarların birbirlerinin arkalarından söyledikleri, çıkar uğruna kırdıkları kalpler, bozulan dostlukları, kavgaları, kıskançlıkları da var kitapta.

Bilge Karasu daha çok kitaplarının Can Yayınları’ndaki basımı hakkında yazmış Öz’e. Hangi kitaplarına öncelik verilmesinden tut da, kaç adet basılması gerektiğine kadar bir sürü istek(!) ile dolu satırlar. İstek kelimesine asıl Cahit Külebi’nin mektuplarını anlatırken ünlem koymalıydım. Neredeyse bütün mektupları istek ve şikâyetle dolu Külebi’nin. Kendisine “yaşlı ozan” diyen şair, baskısı bulunmayan ve kimse tarafından tekrar basılmayan kitaplarını Erdal Öz’ün basması için bazen minnet bazen de sitem dolu satırlar karalamış. “Hani sözün vardı. Bir süre sonra şiirlerimi basacaktın. Maşallah, dünyanın kitabını yayınladın. Ben yine ayazda kaldım.” Kitaplarının yeniden basılması halinde yayıncısını zarara uğratmayacağı konusunda emindir Külebi. O dönem şiirleri çok satan, “baskı taciri” dediği Ahmed Arif kadar satacağına inanır. Şiirin roman ve hikâye kadar okunmadığının farkındadır. Hatta 1976’da yazdığı mektupların birinde “şiir öldü” der. O zaman da okuyanı, anlayanı, eleştirmeni azmış demek ki. Bugün de şiirin öldüğü söyleniyor. Bu kadar kadim bir yaratığı kim öldürebilir ki? Cihat Duman, “İsmail Beşikçi’nin Yazamadığı Şiir”de “dil ve devlet işlerinin ayrıldığı yerde/cumartesi anneleri artık regl olmuyor” (1) diyor mesela. Ben bunun etkisinden çıkamıyorum, kim öldürebilir şiiri?

Cansever’in mektuplarında (Elyazısı bir parantezi hak ediyor, kitapta her edebiyatçının elyazı örnekleri de mevcut. Yusuf Atılgan ve Edip Cansever’in el yazıları hani inci gibi derler ya, öyle. Yaşar Kemal ise iyi ki çoğu mektubu daktiloda yazmış) elle tutulur bir edebilik var. Sıkıntı ve yalnızlık temalı bu metinler, şiirsel bir üslupla yazılmış hatta bazıları mısralarla süslenmiş. “Bana öyle geliyor ki biz buyuz işte!.. Sıkılan adamlarız. Her şeye ama her şeye bu açıdan bakmayı benimsedik.” Bu sözü ne kadar da bizi anlatıyor değil mi? Sıkılıyoruz yahu, her günümüz bu sıkıntıyı üzerimizden atmak için yollar aramakla geçmiyor mu? Sana da etrafındaki herkes mutlu da, bir sende noksanlık, marazlık var gibi gelmiyor mu? Biz çok iyi öyküler de yazsak, zengin de olsak, çok da sevilsek bu sıkıntıyı hep içimizde taşıyacağımıza eminim. Edip Cansever beni rahatlatıyor ama, şöyle diyor: “Sen de sıkıl Erdal. Hem de sıkıntının değerini bil. Herkes sıkılamaz.” Sıkılalım Anıl, biz de sıkılalım.

Henüz yazım aşamasında olan şiirlerinden haber verdiği de oluyor Cansever’in; içkiyi abarttığından, bunalımlı ruh halinden, vakitsizlikten, yalnızlıktan, “kadınsızlıktan”, kendi kuşağının edebiyatçılarıyla geçinememekten dem vurduğu da. İlhan Berk’in 'adice konuşmasına' muhatap olduğunu, onunla kavga ettiğini anlatıyor 3 Mart 1960’da yazdığı bir mektubunda. Ve şöyle soruyor 'Koca Kafalı' diye lakap taktığı Erdal Öz’e: “Her neyse… Diyeceğim çok kavgacı oldum. Acaba alkolden mi?

Bu kitabın benim için en önemli yanlarından birisi, bizim kuşaktakilerin bu büyük edebiyatçılarla benzer kaygılar yaşadığını görmek oldu. Örneğin Gülten Akın diyor ki: “Bir gün hiçbir şey düşünmeden yani hesaplar yapmadan yazıp yayımlayabilecek miyiz?” Talip Apaydın da, “Orhan Kemal gibi biraz yakınayım. Paraya ihtiyacım var" yazmış. Kardeşim, Gülten Akın yaşarken hesaplar yapmadan yazmaya fırsat bulabildi mi bilmiyorum ama benim hiç umudum yok. Geçen ay 700 lira elektrik faturası geldi, ödeyebilmek için korkunç hatalarla dolu bir kitabı çok az bir ücretle düzeltme işi aldım. O kadar zamanımı aldı ki, değil öykü yazmak, kitap okumak bile gelmedi içimden. Üç yıldır yaşadığım gecekondudan doğalgazlı bir apartman dairesine taşınmayı, kiramı aksatmadan ödeyebilmeyi, rutubetsiz odamda göğüs ağrıları çekmeden yazabilmeyi ne çok istiyorum bir bilsen.

Sevgili Erdal, Can Yayınları, 424 syf., 2019.

Yaşar Kemal bir mektubunda “Bak Kemal Tahir’in kendisine azıcık saygısı vardı, onu kendine inandırdılar, o da kendisini iyi romancı sayarak öldü.” yazmış, aynı sayfada devam ediyor: “FÜRÜZAN Hanım, Allah Kahretsin ulan… Laf salatası… Bu kadar ucuz edebiyat yapılsaydı, herkes diline geleni yazsaydı, yeryüzü yazarla dolardı.” Görüyorsun, çok büyük bir yazarın bile beğeni ölçütü bu yazarların varlığına zeval getirmemiş. Birbirimizin öykülerini beğenmiyoruz diye üzülmeyelim. Mesela Öykülem’in reddettiği öykümü Sözcükler basacakmış Mayısta. Herkes tarafından beğenilmek mümkün mü? Okuyan herkesi memnun eden bir eser var mı dünyada?

Bir arkadaşım Yusuf Atılgan’ı beğenmemişti. Çok üzülüyorum bu çocuğun haline. Anayurt Oteli’ni, Aylak Adam’ı okuduktan sonra “meselesi yok” demişti Atılgan için. Yalnızca herkesi ilgilendiren bir sorunun, çıkmazın, derdin edebiyatın malzemesi olabileceğine inananlara gerçekten söyleyecek söz bulamıyorum. “Evet dostum Aylak Adam’ı yazarken ürperdiğim, ‘Bir yığın insana içimi böylesine dökmenin ne gereği var?’ diye düşündüğüm anlar oldu; ama bir yandan da öç alıyordum onlardan. Romanı ‘anlamazlardı’ sözcüğüyle bitiriyordum.” Sanatçının öncelikli vazifesi bireyi anlamak, anlatmak değil mi? Bir insanın açmazlarını, zayıflıklarını, takıntılarını, arzularını, benlik arayışını anlatmayı sanat olarak görmeyen bir kişi, toplumu, dünyayı nasıl bütünlüklü kavrayabilir? Bir öykünün konusu anketörlerin soru sormaya tenezzül etmediği bir adam olamaz mı? Bana kimse soru sormuyor Anıl, vapurdan inip Kadıköy Rıhtımı’ndan eve yürürken herkesin önünü kesen anketörler bana uğramıyor, Greenpeace’çiler beni görmezden geliyor. Bunu anlatmak istiyorum ben, bu neden edebiyat olmasın? Atılgan’ın dediği gibi, en sevmediğim şeyi yapıyor, büyük laflar ediyorum galiba.

Öz’ün ilk öyküleri birçok edebiyatçı tarafından çok beğeniliyor. Özellikle “Babamdı” öyküsü sanırım o dönemler epey tutulmuş. Bize bu öyküyü okulda Handan İnci ders olarak okutmuştu. Ben de çok severim. Onat Kutlar şöyle diyor bu öykü için: “'Babamdı’ hikâyen –o korkunç dizgi yanlışlığı bir yana– çok iyi geldi bana. Bir hikâye ilk okunduğu ânın verdiği aşırı duygusallıklar ve yargıların üzerinden bir ay geçtikten sonra da zevkle ve ilgiyle okunabiliyor, aynı sağlamlık duygusunu verebiliyorsa artık her zaman için güzeldir.” Yusuf Atılgan ise Öz’e yazdığı henüz ikinci mektupta bu öykü için şöyle diyor: “ ‘Babamdı’yı çok beğendiğimi sana bildirmem gerekecekti belki. Sevdim hikâyeni; yalnız, ben olsam, ‘ama yüzüme götürdüğüm ellerimin sıcak ve çok bir kana bulandığı aklımda’ cümlesini bir daha düşünürdüm sanıyorum.” Böylece birbirlerini hiç görmemiş bu iki adam arasında kendi metinleri üzerinden doğan bir yakınlaşma başlıyor. Öz’den 14 yaş büyük olan ve o sırada Aylak Adam (Mektupta kendisine yöneltilen eleştirilere de samimiyetle cevap veriyor) romanıyla edebiyat dünyasında büyük olay yaratan Atılgan, Erdal Öz’e hocalık yapıyor, ilk kitabı Yorgunlar’daki hataları bir editör titizliğiyle tek tek yazıyor.

Başlarken nelerden söz açacağımı tam olarak kestiremiyordum. Kitapta anlatılacak, altı çizilecek o kadar şey var ki, ne yazarsam yazayım bütünlüklü bir değerlendirme olmayacaktı. Mektubumu bir eksiklik hissiyle bitiriyorum. Bu his, babamı kaybettikten sonra gelip buldu beni ilkin, zaman içinde de yeni bir anlam kazanıp kendini büyüttü içimde.

Mektubumu eksiklik hissiyle bitirirken, yanaklarından öpüyor, Gazete Duvar çalışanlarına kolaylıklar diliyorum.

Kardeşin Baran Güzel

Dipnotlar

  1. Cihat Duman, Olma Borcu, Kendi Yayını, İstanbul, 2018, s. 8