Devrilen mevsimler

Abisine âşık bir kardeşten, Faruk’tan dinliyoruz Hayrettin Eren’in, nam-ı diğer, Hayri Hoca’nın hikâyesini. Kitap İletişim Yayınları’ndan çıktı, adı “Kayıp Bir Devrimin Hikâyesi: Bir Zamanlar Hasköy’de”... Yüzünde geniş bir tebessümle, yer yer sesli gülerek okuyor insan kitabı. Bittiğinde ise boğazında taş gibi bir yumruyla öylece kalakalıyor. Sonra sonuna eklenmiş fotoğraflara bakıyor sayfa sayfa. O da bitince bir ağlamak geliyor, içini çeke çeke, sessiz sessiz, usul bir ağlamak...

Google Haberlere Abone ol

Değişen fazla bir şey yok, vaziyet bugün de bildiğiniz gibi. Devletin “sinesi iman dolu” sahipleri aynı topraklarda yaşadıkları insanlara ülkenin kapısını işaret ediyor, beğenmiyorsan defol git, diye. Korkunç bir yalan makinesiyle durmaksızın hedef gösteriyor, yeni linçlere, sürgünlere, katliamlara, yağmalara sebep olabileceğini zerre umursamadan. Bitmek bilmez bir beka yaygarası; bir türlü yerleşilemeyen, sığışılamayan, “yeterince fethedilemeyen” bir memleket, daimi teyakkuz hali; farklı olana, itiraz edene, hakkını arayana hain yaftası, kendi vatandaşına düşman hukuku... Hırsızlara, tecavüzcülere, katillere, işkencecilere işlemeyen hukuk... Bir ahlaksızlık, yüzsüzlük, arsızlık seli; geriye kalan ıssız mezarlıklar, ağır yoksulluk manzaraları, dolup taşan hapishaneler, beton çölleri!

Devletin kaybettiği yüzlerce, binlerce insandan biri Hayrettin Eren. 12 Eylül darbesinden kısa süre sonra, 21 Kasım 1980’de, 27 yaşındayken gözaltına alındı. Karagümrük Karakolu’na götürüldüğünü öğrendi ailesi. Karakoldaki kayıtlardan Siyasi Şube’ye gönderildiği anlaşıldı. Aile Siyasi Şube’ye gitti, Hayrettin Eren’in arabası şubenin bahçesinde duruyordu. Fakat şubede öyle birinin olmadığı söylendi. Aile tanık bulmak için cezaevlerini dolaştı, Hayrettin Eren’le aynı günlerde şubede tutulan arkadaşlarıyla görüştü. Hayrettin Eren’in Siyasi Şube’de ağır işkence gördüğüne dair pek çok tanıklık vardı. Dilekçeler verdiler, dönemin yetkilileriyle ilgili suç duyurularında bulundular. Fakat devletten hep aynı cevabı aldılar: Bizde öyle biri yok! Hayrettin Eren 39 yıldır “yok”... Kayıp... Onun da annesi 39 yıldır cumartesi!

Kayıp Bir Devrimin Hikâyesi-Bir Zamanlar Hasköy'de, Faruk Eren, 200 syf., İletişim Yayınları, 2019.

Abisine âşık bir kardeşten, Faruk’tan dinliyoruz Hayrettin Eren’in, nam-ı diğer, Hayri Hoca’nın hikâyesini. Kitap İletişim Yayınları’ndan çıktı, adı “Kayıp Bir Devrimin Hikâyesi: Bir Zamanlar Hasköy’de”... Hilmi Hacaloğlu, “Son zamanlarda okuduğum en iyi kitap. Önce şaşırtıyor, bayağı da güldürüyor, sonra çok ağlatıyor!” diye yazmış. Tam da öyle. Yüzünde geniş bir tebessümle, yer yer sesli gülerek okuyor insan kitabı. Bittiğinde ise boğazında taş gibi bir yumruyla öylece kalakalıyor. Sonra sonuna eklenmiş fotoğraflara bakıyor sayfa sayfa. O da bitince bir ağlamak geliyor, içini çeke çeke, sessiz sessiz, usul bir ağlamak...

Haliç’in kıyısında, çoğu civardaki fabrikalarda çalışan işçilerin yaşadığı Hasköy’deyiz. 1960’ların sonu, esasen 70’ler. Eren ailesi Biga’dan gelip yerleşiyor Hasköy’e. Anne Elmas ve baba Kemalettin işçi. Dört çocukları var. Cemile, Hayrettin, İkbal ve Faruk. Bir gecekondu yapıyorlar, kiradan kurtuluyorlar. Eski bir Yahudi semti burası. Hâlâ yerleşik Yahudiler var, keza Ermeniler ve Rumlar da. Ama gidiyorlar yavaş yavaş. Sayıları hiç artmayan, hep azalanlar yani...

'KOMUTAN DA PURO İÇİYOR, BEN MARLBORO'YA DÖNÜCEM'

Semt, nevi şahsına münhasır tipler geçidi... Çok naif, pek cümbüşlü bir Ertem Eğilmez filminin ortasındayız sanki. Kimler yok ki... Ölmüş Mustafa, Sapık Cengiz, Çocuk Murat, Leş Kemal, Beşli Şahabettin, Tuzlu Bekir, Şeşcaar Recep, Koyun Mehmet, Sincap Yakup, Malak Mehmet... Eski tüfek Komsomol Hasan’ı da unutmamak gerek. Rivayete göre, Nâzım Hikmet’in “Onlar umudun düşmanıdır” şiirinde söz ettiği, Karabüklü Tesviyeci Hasan...

Tiplerin orijinalliklerini anlatmak için birkaç örnek kâfi: Sapık Cengiz günün birinde bir horozun boynuna ip bağlıyor, çıkıyor İstiklal Caddesi’ne, horozu gezdirmeye başlıyor. Kendisine şaşkın bakanları da, “Siz köpek gezdirirken biz bir şey diyor muyuz?” diye azarlıyor... Beşli Şahabettin sirklerde çığırtkanlık yaparmış. Kafası güzel olunca eski günleri hatırlayıp çığırıyor: “Midilli eşek, spenç horoz, filler de vaaaarrr!!” Yabancı kaçak sigara içen, ama devrimcilik icabı gönülsüzce Birinci’ye geçen Sincap Yakup, bir dergide Che’nin ağzında puroyu görünce, “Komutan da puro içiyor, ben Marlboro’ya dönücem,” diye tutturuyor.

Bu lakaplar, sonraları darbe mahkemelerinin iddianamelerinde “kod isim” olarak yer almış...

Faruk’un meyhanesinde rakılar, Alpay’ın kahvesinde çaylar içiliyor... Ve bitmek bilmez sohbetler, tartışmalar... Konuşa konuşa, okuya okuya, büyük bir hızla solculaşıyor mahallenin gençleri. Neşenin, hınzırlığın, naifliğin eşlik ettiği infilaki bir politikleşme... Hayrettin Eren her zaman önde, kişiliği güçlü, sakin, oturaklı bir genç adam... Ayrıca kabiliyet küpü... Gitar çalıyor, resim heykel yapıyor, her tür tamirattan anlıyor, velhasıl eline her şey yakışıyor...

Toplumsal muhalefetin yükselmesi karşısında elbette boş durmuyor devlet. 1 Mayıs 1977, 16 Mart 1978, Kahramanmaraş, Çorum katliamları art arda geliyor. Devrimciler sertleşiyor. 70’lerin sonuna doğru devletin el altından kışkırttığı cehennemi bir kargaşa var artık, ölümlerin kararttığı umutlar, asılan yüzler, çatılan kaşlar, silahların kanlı hükmü başlıyor...

O zaman bile yaratıcılık eksik değil. Mahallenin devrimci gençleri Ş’leri ‘Ç’ diye söyleyen Tekin’i ne zaman görseler aynı nakarata başlıyorlar: “Façolara molotoflu kokteyl, burcuvalara dinamit, iyi mi...” Ali Abi Arabacılar’daki caminin karşısındaki binanın duvarını önce boydan boya beyaza boyayıp, kim bilir hangi vurulan arkadaşı için Arkadaş Z. Özger’in şiirini mısra mısra yazıyor: “Alnını dağ ateşiyle ısıtan dostum...” Faruk Eren’in deyişiyle, “henüz kapitalizm/anneler günü diyalektiğinin kurulmadığı günlerde”, devrimci gençler mahallenin annelerine hediyeler alıp dağıtıyor. “Belki hâlâ durur o hediyeler annelerimizin vitrinlerinde,” diye yazdığında Faruk Eren, cız ediyor insanın içi.

CENAZELER... GÖZALTILAR... KORSAN EYLEMLER... 

Dostlar giderek dağ ateşleriyle ısıtıyor alınlarını. Sol içi çatışmalar da eksik değil. Faruk Eren olanca açıklığı ve dürüstlüğüyle anlatmaktan geri durmuyor bu kara sayfaları. İki devrimci grubun çatışmasında arada kalıp kalbinden vurularak ölen 10 yaşındaki Hasan sözgelimi... Babası da devrimci olan Hasan!

Kemal Bey’in ve Elmas Hanım’ın artık tek derdi çocuklarını korumak. Ama Hayri zapt edilecek gibi değil, çoktan ulaşılamaz mesafelerin, ağır sorumlulukların insanı haline gelmiş, cebinden silah eksik olmuyor.

Hikâyenin kesif gibi bir kedere doğru aktığı sayfalar artık bunlar. Cenazeler, gözaltılar, korsan eylemler, çatışmalar... İstanbul Üniversitesi’nin kapısında bombayla ve taranarak öldürülen 8 öğrencinin tabutları, binlerce insanın refakatinde, Sirkeci’den kalkan arabalı vapura yüklenirken, Bülent Uluer’in söyledikleri nasıl dönüşsüz bir noktaya gelindiğini anlatıyor: “Mesaj alınmıştır. Gereken gerektiği gibi yapılacak!”

O kesif kedere, Hayri’nin kayboluşunun ardından, sarsıcı bir tanıklık eşlik ediyor. Faruk Eren’in abartısız, sakin, ama zaten tam da öyle olduğu için daha da acıtan satırları başlıyor. Hayri’nin bir çatışmada yaralandığı için artık bükülmeyen sol işaret parmağının, abisini mezarlıklarda ararken kendileri için nasıl bir teşhis umudu haline geldiğini anlatıyor... Kaybedildiği günün öncesinde serbest bırakıldığı gözaltılarına ve tutukluluklarına, “Keşke salmasalardı, keşke kalsaydı hapiste,” diye hayıflanıyor...

Onu son gördüğü günü yâd ediyor. Abi kardeş, Beyoğlu’nda Peter Sellers’ın Pembe Panter filmini izleyip bol bol güldükleri, ardından Aksaray’da ilk ve son biralarını içtikleri o günü...

Annesini, babasını, ablalarını anlatıyor... İkbal’in sahte kimlikle cezaevi cezaevi dolaşıp abisini arayışını... Cemile’nin evlerini neredeyse her gün basan polislerin karşısına cesaretle dikilişini... Oğlunun yolunu gözleyen Kemalettin Bey’in, Erdal Eren’in idamını öğrendiğinde arka odaya geçip sessizce iki rekat namaz kılışını... Annesinin cezaevi önlerinde, karakol kapılarında, Galatasaray meydanında, elinde Hayri’sinin son fotoğrafıyla bekleyişini; bir gün döner gelir diye oğlunun kıyafetlerini bugün bile saklayışını... Aile üyelerinin, belki işkencede delirmiştir de sokaklara salınmıştır diye, Hayri’ye benzediğini öğrendikleri bimekân, meczup insanları görmek için semt semt dolaşmalarını... Ve oğullarını, kardeşlerini kaybeden devletin, yaralarını kanırtırcasına, on yıllarca Hayri’nin asker kaçağı olduğu bahanesiyle aileyi taciz edişini...

Faruk Eren’in anlattığı hikâyenin iki yerinde, anlatımın akışını bozan öyle manidar iki kırılma var ki, darmadağın oluyor insan... “Gözaltı süresi doksan güne çıkarılmıştı ve uzatılabiliyordu... Mevsimler devrilir. Zaten ilk günden telaşlıydık. Telaşımız paniğe dönüştü.” Mevsimler devrilir, ifadesinde, koca bir 39 yıl yankılanıyor. Aniden geniş zamana geçişinde ürpertici bir isyan okunuyor ve belki hâlâ belli belirsiz bir umut... İkincisi daha da sarsıcı: “Bu kitabı yazarken yıllar sonra Ahmet Abi’yle yine Avanos’ta görüştük. Abimi Siyasi Şube’de sadece bir gün gördüğünü söyledi. Çıplakmış. Üzerinde bir tek külot varmış. Kasım’dı, soğuktu, üşüyordur...” “Üşüyormuş” değil, “üşüyordur”! On yıllar sonra bile, abisi için duyduğu endişeyi, sanki biraz sonra yanına varacakmış da onu sarıp ısıtacakmışçasına, şimdiki zamanda ifade ediyor Faruk Eren. Evet, darmadağın oluyor insan!

2012’de vefat ediyor Kemalettin Bey. Cenazesinde Faruk Eren annesine ve ablalarına sarılıp fısıldıyor: “Hep mezar aradık. Artık bir mezarımız var...”

Babası için Ambarlı’da bir camide mevlit okutmak istiyorlar. Hoca, “Bu mevlidi Kemalettin Bey’in kaybedilen oğlu Hayrettin Eren için de okuyacağız,” diyor... Devamında şöyle yazıyor Faruk Eren: “Camiden bir feryat yükseldi...” Sarsıcı bir mim de buraya! O feryadın kime ait olduğu meçhul... Faruk Eren’e mi, İkbal’e mi, Cemile’ye mi, Elmas Hanım’a mı? Söylemiyor Faruk Eren... Bir büyük insanlık feryadı olarak, öylece, sahipsiz, anonim bırakıyor.

Hayrettin Eren’i ve devletin kaybettiği yüzlerce insanı asla unutmamak sözüyle, hesabını er geç sormak yeminiyle bitireyim, bu uzun yazıyı.

Ama son sözü yine Faruk Eren söylesin:

“Ölüm kolay kabullenilmiyor, mezar olmayınca!”