Şebnem İşigüzel: Bize kötülük yapan hayat mı yoksa biz miyiz?

Şebnem İşigüzel, son romanı “İyilik”te, yalanlarıyla sevilmiş ve kabul edilmiş bir kadının her şeyi geride bırakarak ölümüne yürüyüşünü anlatıyor. Bu yalnız karakteriyle roman, okurlarına inşa ettikleri kaleleri içinde aslında kim olduklarını sorgulatıyor.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Şebnem İşigüzel’in son romanı “İyilik” İletişim Yayınları’ndan çıktı. Hayatını yalnız başına inşa etmeye çalışmış, zorlu mücadeleler vermiş bir kadın karakterin gözünden okuduğumuz İyilik, çoğunlukla kendi iç sesini dinleyenlerin ya da dinlemek isteyenlerin kolaylıkla içselleştirebileceği, yatağına yerleşip bir nehir gibi akabilecekleri bir roman. İşigüzel, bu isimsiz kahramanıyla bir kadının yaşamını inşa etmek için baş ettiği zorlukları insanca detayları göz ardı etmeden tasvir ediyor. ‘İnsanca detaylar’ demek zorundayım çünkü hepimizin çoğu zaman romanlarda okuduğunda aşırı bulduğu, ama kendi yaşamında normalleştirerek, en fazla “anlatsam roman olur” deyip gülümseyerek kabullendiği cinsten detaylar bunlar. Oysa ki hepimizin yaşamında nasıl yaptığımıza, atlattığımıza ya da hayatın neden karşımıza çıkarttığına inanamadığımız, akıl erdiremediğimiz şeyler var. Bunlar, bizi biz yapan şeyler. İşigüzel işte bu tür duygularla yarattığı detaylarla inşa ediyor karakterinin geçmişini. Zaaflarını, acılarını, saflıklarını, inançlarını, hırslarını ve hislerini dürüstçe ve çırılçıplak anlatıyor. Karakter bu yüzden gerçeklerin ortaya çıkışıyla da çırılçıplak kalıyor. Yalanlarıyla daha çok sevilen ve kabul edilen bu karakter hepimizin kendine inşa ettiği kalelerin içinde aslında kim olduğumuzu sorabilmemiz için bir fırsat yaratıyor.

İşigüzel’in ölüme yürüyen karakteri, yalanlarla inşa ettiği tüm yaşamını geride bırakıp kendini Moda sokaklarına attığında onunla beraber kahveler içiyor, güneşin altında ısınmaya çalışıyor ve yeni tanıştığımız insanlar karşısındaki tedirginliği paylaşıp evlerin pencerelerini izleyerek huzur buluyoruz. İşigüzel’in dingin kalemi, okuruna kapı aralayan bir üslup yaratıyor. Böylece öyküyle kolayca bütünleşiyor ve yarattığı karakterlerin kostümlerini giyip onların birer gölgesi gibi peşlerinde dolaşabiliyoruz. İşigüzel, gençliğinden yetişkinliğine dek kopuk kopuk izlediği karakterinin dünyasını tarif ederken şehrin değişen yüzüne de değinmekten geri durmuyor. Böylece “İyilik”, iyilik ve kötülüğü sadece birer karakter özelliği olarak değil, politikalar ve dünya bazında da sorgulayacağımız bir zemin yaratıyor.

İşigüzel ile kapağında, kendi deyişiyle “Gözümüzün içine hikayesini anlatmak istercesine bakan kahramanı” kızı Tamar'ın oynadığı kitabı , “İyilik”i, vicdanı, dürüstlüğü ve zaafları konuştuk.

Şebnem İşigüzel

'DOĞA EN BÜYÜK BİLGİ KAYNAĞI, YETER Kİ VİCDANINIZ OLSUN' 

Son zamanlarda insanların iyiliği aslında kimin için yaptıkları sorusunu çok sorar olduk. Yani, iyiliği kendi vicdan rahatlığımız için, başkalarının hakkımızdaki intibasını kuvvetlendirmek için, sonuçta; bir tarafın karşılıksızca iyi olması hissiyle değil, yine içdünyamızdan çıkarlar doğrultusunda yaptığımıza dair tespitler var. Siz genel eğilimi nasıl gözlemliyor, "iyilik"ten ne anlıyorsunuz?

İyilik de bütün duygular gibi tezatıyla varoluyor. Ya da kibir gibi başka bir duyguyu yanına alarak gösteriyor etkisini. Neye göre iyilik, neye göre kötülük? Sizin dediğiniz gibi herkes bizi sevsin diye kuşanılan bir zırh mı? Yoksa vicdan rahatlatmak için alınan bir kür mü? Ne olursa olsun iyilik hepimize iyi gelen, beklediğimiz, arzuladığımız şey. Bizim iyiliğimiz başkasının kötülüğü olsa bile böyle. Her şey gibi iyilik de gösteriye dönüşme tehlikesi yaşıyor. Aslında ölüm karşısında hissettiğimiz şeye benziyor. Bütün ölümlerin bize kendi ölümümüzü hatırlatması ya da aslında kendi kaybımıza sonuçta biricik kendimize üzülmemiz gibi. İyilik de sorunuzdaki gibi “onun yerinde olmak istemem” duygusuyla yapılıyor olabilir. Burada benim aklıma hep “iyilik yapan mı yücedir, yoksa iyilik edilen mi?” sorusu geliyor. Yazarken iyiliğin içerdiği tezat ve bu saydığım ikilemler, içi boşaltılmış anlamı üzerinden hareket ettim. İnsanları sevindirmek, neşelendirmek, mutlu etmek yani iyiliğin gölgesi olan her şey güzel elbette. Yazarken kahramanıma yaptığım iyilik, onu parayla satın alınan şeylerle avutup oyun oynamasına izin vermekti mesela.

Karakterinizin geçmişte yaptığı ve bugün karşısına çıkan o şey, hayatın ona attığı onca tokattan sonra "kötülük" olarak değerlendirilebilir mi? Yoksa bize sürekli kötülük yapan hayat, bize de biraz kötü olma lüksü mü tanıyor?

Nereden baktığımıza göre değişir. Sonunda olan bitenin herkesin gördüğü gibi olmadığını bize fısıldadı aslında. Söylediği gibi olmasaydı da onu suçlamak yaptığına kötülük demek zor olurdu doğrusu. Herkesin anlayışını kazanacak kadar dürüst, bize içini döktü, kalbini açtı. Niye öyle yaptığını anladık. Hayatta iyilik kadar eksikliğini hissettiğimiz şey anlayış. Bu zaman öyle çok şeyin yerini değiştirdi ki kahramanımın kötülükten korktuğu kadar iyilikten korkmasına şaşırmamak lazım. Bize kötülük yapan hayat mı yoksa biz miyiz? Aristotales kabaca “Ne yapacağımıza ve olacağımıza kendimiz karar veririz,” derken haksız sayılmaz. Başımıza gelen şey çoğu zaman kontrolümüz dışındadır, tamam. Ama ona ilişkin tutumumuz kontrolümüz dahilinde olabilir. Hayatın getirdikleri karşısında bilgece bir tavır geliştirmek gerekiyor. Edebiyat, sanat, felsefe bize bu tavrın ne olabileceğini hissettiriyor aslında. Eğitimden mahrum olsanız bile insan dağa bakarak, zeytin ağacına bakarak bile bilgelik geliştirebilir. Doğa en büyük bilgi kaynağı aslında. Yeter ki vicdanınız olsun. O zaman kötülüğün sınırları da azalıyor diye düşünüyorum.

Karakterinizin annesiyle Ayşe Hanım'ın evine ve kıyafetlerine yükledikleri anlam, sonra Aslı'nın evine geldiğinde Leyla'yla onun yaşamına dahil oluşu, odasının baktığı avludaki diğer pencereleri izleyerek huzurlu uyuyuşu... Dahil olmadığımız/olamadığımız yaşamlar ve evler bize neden hep daha huzurlu görünür? 

İçinde biz olmadığımız için olabilir. Herkes bir başkası olmak ister. Kimse ne halde olduğunu bilmeden yaşıyor. Yanındakinin ne halde olduğunu bilmiyor. Herkes birbirine yabancı, kör, sağır. Kimse birbirinin gerçeğine yaklaşamıyor. Sözünü ettiğiniz şeyler kitabın en sevdiğim bölümleri. Yazarken ben bile mutlu oldum, kendimi iyi hissettim. Özellikle pencereleri seyrettiği avlu bölümünü. Seyredilen her şey arzularımızı yüklediğimiz şeyler olduğundan, güzelleşir. Hayatlarımız da böyle aslında. Kendi hayatlarımıza da böyle bakabilsek daha huzurlu olabiliriz. Basit sıradan şeyler onların bize hissettirdiği şeyler iyiyse güzeldir. Kafanız bulanık, kalbiniz dumanlı, dünyanın en güzel seyahatine çıkın sizin için bir şey ifade etmez. Kendinizi iyi hissederek bildiğiniz bir yoldan yürüyor olmak size daha derin şeyler hissettirebilir. İçsel hayatımızı korumak önemli. Basit zevkler kıymetli. Ayşe Hanım’ın kıyafetlerini kuşanmak o gündelikçi anneye haz veren yasak, gizli saklı bir şeydi. Onun olsa o kadar mutlu olmazdı. Hayalini kurmak, mahrum olmak, esirgenmek sahip olmaktan daha büyük haz verebilir. Parayla satın alınan şeyler için söylüyorum tabii bunu.

İyilik, Şebnem İşigüzel, 204 syf., İletişim Yayınları, 2019.

'TÜKETİM BU HAYATIN VE ZAMANIN AFYONU'

Karakterinizin metalarla bağını çocukluk travmalarına ve zor geçmiş günlere bağlıyoruz fakat bu hali ister istemez orta sınıfın marka tutkusunu bir kez daha düşündürtüyor. Bu kitabı biraz da orta sınıfın kendine pahalı etiketlerle kurduğu kalelerin içinde neler olduğunu görmek için okuyabilir miyiz?

Bütün sınıfların marka cumhuriyeti var aslında. Herkesin köleliğinin bedeli olarak pahallı ya da ucuz, kim kiminle bir arada olmak aynı mekanda alışveriş yapmak istiyorsa ona göre pay edilmiş tüketim kültürü mevcut. Parayla satın alınan şeylerle mutlu olmak gibi bir derdiniz varsa durum herkes için aynı. Kimse kendisine “Ömrümü niçin tükettim?” diye sormadan yaşıyor. Kuşandıkları markalar insanların zırhı gibi. Sanılıyor ki o zırh ne yokluk geçirir ne mutsuzluk ne açlık. Oysa insanlar bambaşka bir yokluğun içinde. Ama elbette hayatta kusursuz bir dengeye de sahip olabilirsiniz. Tüketimi de öyle konumlandırırsınız, olur biter. Benim kahramanım zaman içerisinde koordinatlarını belirlemişti. Kuşandığı markalar bu koordinatlar arasındaydı. Bu tür tercihler ona iyi geliyordu. Çoğu insan başka türlü nasıl yaşanır bilmiyor. Bakarak, görerek, hissederek bir insana ne olabilir bundan habersiz olduğundan, markalar mabedinde avunuyor. Kahramanım bu açıdan farklı aslında. Kendini bunlarla avutuyor, doğru. Ödediği bedellerin küçük zaferleri bunlar. Ancak bunlardan aldığı haz çocukluk günlerinde ailesinin giyim kuşam macerasından farklı değil. Ne hissettiğimiz önemli. O markalarla kuşanmış haldeyken ya da çulsuz kılıksızken ne halde olduğumuzu bilmek önemli. Parayla satın alınan şeylerle gurur duyulmayacağını mutlu olunmayacağını öğrenmek en büyük kazanım, büyük erdem. Kahramanım çoğunluk gibi bu erdemden yoksundu. Ama güzel avundu bunlarla. Tüketim bu hayatın bu zamanın afyonu çünkü. Tüketimle varsınız ya da yoksunuz. Oysa bu ruhsuzlukla yaşıyor musunuz belli değil. Çoğunluğun derdi bence bu.

Kitapta altını çizdiğim cümlelerden biri "İçimizden geçenleri söylesek yalnız kalırız. Oysa bizi biz yapan içimizden geçirdiklerimiz ve söyleyemediklerimizdir." Sevilen biri olmak için profesyonel birer oyuncu mu olmalıyız yoksa asıl sınavımız içimizden geçenleri terbiye etmekte mi? Ayrıca, içimizden geçenleri terbiye etmeli miyiz?

Bir toplum içinde yaşıyoruz. Kuşkusuz herkesin bir kontrol mekanizması var. Olmalı. Psikolojik rahatsızlıklar bu mekanizmayı işlemez hale getirdiğinde sıkıntı. Elbette kahramanın dile getirdiği bu değil. O her şeye boyun eğdi. Gücüne ve zekasına rağmen boyun eğdi. Çünkü korkuyordu, çünkü yalnızdı, çünkü ne ebeveynlik görmüştü ne onunla dayanışma içinde olacak bir kadın arkadaşı vardı. Sevilmek içindi her şey. Sevilmek için sustu. Çoğu insan gibi. Bu da bence başka türlü bir hastalık. Öldürmeyen ama süründüren bir şey. İnsan kendisini ifade etmesini bilmeli. Duygularını dillendirmeyi bilmeli. Öğrenmeli bunu. Bizim gibi muhafazakar toplumlar suskun toplumlar. Herkes susarak yaşıyor. Gülmek, neşe, düşündüğünü söylemek baskıcı toplumların sevmediği şeylerden. Özellikle kadınlar mahrum bırakılıyor bunlardan. Okumak, kitaplar, edebiyat, içimizden geçenleri dillendirme becerisini bize kattığı için önemli. Asla terbiye değil ama. Bir başkasını incitmeden söylemenin bir yüceliği var. Hoş, bazen söylemek uğruna birilerini, özellikle bunu hak edeni yerle bir etmek de çözüm olabilir. Edebiyat bunu yapamayanları gösterir en çok. Nezaketli olmak aptallık sanıldığından lafını yutmak da hep terbiyeli olmak anlamına geliyor. İçinden geçenleri ifade etmek konusunda ölçüsüz olmamak lazım diyeceğim ama kendisinden başkasına zararı olmayan ölçüsüz karakterler de lazım bize.

'İNSANIN BİR BAŞINA KALMAYI ÖĞRENMESİ EN BÜYÜK ÖZGÜRLÜK' 

Karakterinizin yalnız başına ölme isteği, kedilerin öleceklerini anladıkları zaman evden kaçmasını anımsatıyor. Kediler bunu kendileri için mi yoksa sahiplerinin duyguları için mi yapıyor bilemiyoruz ama sizin karakteriniz ne için yapıyor? Onu bu kadar üzen ailesine ardında bir vicdan azabı bırakmak için mi yoksa giderayak artık sadece kendi huzurunu önemsemeyi öğrendiği için mi?

Ne güzel bir benzetme. Bunu düşünmemiştim. Tolstoy’un evini terk etme hikayesi beni etkilemiştir. Aslında bütün terk edip gitme hikayeleri ilgimi çeker. Bir arkadaşım da kuaföre gidiyorum diye çıkıp bir daha evine dönmemişti. Güzel hikayeydi doğrusu. Kahramanım bunu çok güzel ifade etti aslında. Bu çekip gitme için çok uzun yıllar beklemişti. Her şey bir günde, bir anda olur ama arkasında hep bir ömür vardır. Ondan önce diğerleri terk ettiler aslında onu. Bir de ne kadar yalnız olduğunu anladı. Hem hasta hem sevgisiz kalakalmıştı ve kendisine bir iyilik yapmak istedi. Bu da çekip gitmek olacaktı. Gitmek zor bir duygu. Bu, onun ömrü boyunca beceremediği tek şeydi. Yolun sonunda yapabildi bunu ve için için mutlu oldu aslında. Başarmıştı çünkü. Kahramanın o duygusunu iyi tanıdığımı, onu o noktada iyi anladığımı düşünüyorum. Vazgeçmesini bilmeli insan demesinde de bu saklı aslında. Bütün hayatı inattan ibaretti. İp üstünde kalmak için çok çaba harcadı. Tırnaklarını geçireceği şey artık ne evlilik, ne gündelik hayatıydı. Ölüyordu ve onu ölmekten beter eden şeyler olmuştu hayatında bunu gördü. Artık sadece kendisi vardı. İnsanın bir başına kalmayı öğrenmesi en büyük özgürlük. O yolun sonunda bunu öğrendi aslında. Başka bir hayat mümkünmüş ayrıca bunu gördü. Bu herkes için geçerdi. Yazarken “Bırak,” diye fısıldadığımı hatırlıyorum kahramanıma. Bana direnmesinden korkmuştum ama o kararlı çıktı. Geçmişinde de bir kez denemişti ve becerememişti çünkü. İnsan vazgeçmesini de gitmesini de bilmeli. Ama kalmak da büyük güç gösterisi elbette.

'ISRARLARI KIRAMADIK'

Geçen haftaki Ankara Kitap Fuarı'nda 26 yıl sonra tekrar imza günü yaptınız. Bu büyük aranın sebebi neydi? 26 yılın ardından tekrar okurla buluşmak nasıldı?

Okurla buluşmak, yazdıklarınızı heyecanla okuyanların olması, sevilmek, mutluluk verici. Hiç tanımadığınız insanlar sevgiyle boynunuza sarılıyor sizinle fotoğraf çektiriyor yazdıklarınızın ona ne ifade ettiğini anlatıyor. Eşsiz duygular bunlar. Ama ben yazdıklarımla ilgili bir yazarım. Ne yazacağımı düşünürüm. Yazdıklarımla ne olacağımı değil. Yazdığım an eşsizdir. Sonra oyun biter. Kitabın yayınlanması, okurla buluşma, imzalar benim için oyunun bittiği andır. Okurumu severim ama biricik bir okur için hatta kendim için bile yazma gücünü bulurum. Tuhaf ama böyle. Bu yüzden okurun benim için gelmesi, beklemesi, okur, yayınevi ve fuar görevlileri için sırf imza alabilmek uğruna girişilmiş başlı başına bir iş olarak göründü gözüme. Bu yüzden neredeyse hiç imza yapmıyorum. Böyle sevilmek çok güzel tabii. Israrları kıramadık. Yayınevimin de ricasıyla sanırım bir imza daha yapacağım.