Çağımızın 'Homeros'u: Yusuf Mamay

Yusuf Mamay… Doksan altı yıllık ömrü boyunca, 236 bin 500 mısrayı kafasında gezdirdi durdu. Manas Destanı'nın şu an okuduğumuz Kırgız varyantı da onun dudaklarından dökülen kelimelerle oluşturuldu. Tabii Yusuf’un kayda geçmesine sebep olduğu tek şey Manas Destanı da değildi...

Google Haberlere Abone ol

Okan Çil

DUVAR - Manas Destanı, yüzyılları aşan ömrüyle söylenegelmiş en büyük Türk destanlarından biridir. Ta o zamanlardan bu yana, çeşitli değişikliklerle bezenerek, bütün dünyaya bir öğüt verme niyetindedir adeta. Özgürlüğün ve refahın zor kazanılıp, kolay kaybedildiğini; huzur dolu bir yaşam içinse, birlik ve beraberlik ruhunun ne kadar önemli olduğunu anlatır.

İşte bu öğüdü günümüze dek taşıyan Manasçılar, binlerce mısralık destanı ezberleyip, usta-çırak ilişkisiyle nesilden nesile aktardılar. Türlü zorluklar çekseler de geleneklerini korumayı bildiler. Kendileri de bir kurtarıcı bekledikleri için mi bilinmez, halk tarafından da el üstünde tutuldular. Nerede bir şölen, nerede bir düğün tertip edilse, mutlak suretle bir Manasçı'ya da yer açtılar.

Gün geldi. İçlerinden biri, diğerlerinden el aldı. Sonra aldığı görevi öyle bir yere taşıdı ki, hocalarının bile saygısını kazandı.

Yusuf Mamay… Doksan altı yıllık ömrü boyunca, 236 bin 500 mısrayı kafasında gezdirdi durdu. Şu an okuduğumuz Kırgız varyantı da onun dudaklarından dökülen kelimelerle oluşturuldu.

Baba Mamay ve anne Burul’un toplamda yirmi altı çocukları olmuştu, fakat bunlardan sadece ikinci çocukları olan Balbay hayatta kalmıştı. Her kaybettikleri can için üzülmekten bitap düşseler de Burul tam altmış bir yaşında mucizevi şekilde bir çocuk daha doğurdu. Peygamberden feyz alarak ismini Yusuf koydular. Kızılsu Kırgız Özerk İli’ne bağlı Akçiy ilçesindeydiler. Yıl 1918’di.

Yusuf altı yaşında bastığında, İstam Koco’dan dini ilimler ve Çağatayca öğrenmeye başladı. Hafız olamayacağına hükmedilince de Kaşgarlı Nazar Kaarı’nın yanında tahsiline devam etti. Kaari şaman öğretilerine ve büyücülüğe de meraklı biri olduğundan, Yusuf’un düş dünyasını fazlasıyla etkiledi. Bir taraftan annesi Burul’un anlattığı masallar, diğer taraftan Manasçı abisi Balbay’ın teşvikiyle Manas Destanı’nı öğrenmeye çalıştı sonra.

Dokuz yaşında uzak akrabası olan Seelikan’la nişanlandı. On yaşındaysa evlendi. Yaşadıkları coğrafyanın kültürü böyle gerektiriyordu. O da gerdan kırdı. Kırdı, ama aklı fikri Manas Destanı’ndaydı. Balbay ondaki bu aşkı görünce, elinden geleni yapmaya başladı. Önce destandaki dağları, nehirleri, hayvanları, insanları anlattı. Bundan sonra destanı icra ederken dikkat edilmesi gereken hususları sıraladı. Jest ve mimikler çok önemliydi. Bir savaş anından bahsediliyorsa; o savaşın gerilimini ses tonuna, yüzündeki çizgilere dek yansımalıydı mesela. Nasihat kısmında; bilgece bakmak, atasözlerinden yararlanmak lazımdı. Kadınları konuşurken nazenin şekilde bakacak, alımlı alımlı söyleyecek ve tüm bunların nihayetinde, dinleyici daha kolay etkileyebilecekti.

Yusuf hepsini bir tamam öğrendi. Destanın belli parçalarını çoktan ezberlemişti. Kendini o denli kaptırmış, o denli tekrarlar olmuştu ki bir gece rüyasında işte o kahramanları gördü. Manas, Bakay, Almambet, Çubak ve destanı ilk anlatan kişi olarak bilinen Irçı-uul…

İşte bu, beklenen işaretti. Öyle herkes Manasçı olamazdı zaten. Rüyada Irçı-uul’dan icazet almak gerekirdi. Tabii her lütfun da bir sorumluluğu vardı. Eğer ki rüyadan sonra destan terk edilirse, rüya sahibi lanetlenirdi. Hastalık, sakatlık, yoksulluk peşini bırakmazdı.

Yusuf olanları ailesine anlatınca büyük bir sevinçle karşılandı. Yetmedi, kurbanlar kesildi. Ama baba Mamay her şeye rağmen daha temkinliydi. Kırk yaşından önce hiçbir topluluğun karşına çıkmamasını tembihledi oğluna. Maazallah çıkar da bir hata yaparsa, Irçı-uul’un şerrinden kurtulamazdı. Yusuf boynunu eğdi ve destanı öğrenmeye devam etti.

Diğer taraftan Balbay sadece bir Manasçı da değildi. Bulunduğu coğrafyayı sürekli gezerdi. Parça parça bilinen Manas Destanı’nı toplamak, onu bir araya getirmek için uğraşır dururdu. Cüsübakun Apay’ın, Sagınbay Orozbakoğlu’nun dizinin dibine çöker, destanı yazıya geçirirdi. Hatta Manasçıların yorgun düşüp ara verdikleri zamanlarda, Balbay hemen bir hayvan kesip insanları etrafa toplardı. Şenlik kurulsun, anlatmaya devam etsinler de yazıya geçeyim, diye her şeyi yapardı. Fakat bu sefer başka bir sorunla karşılaştı. Destanın son beş bölümünü bilen doğru düzgün kimse yoktu. Başladı araştırmaya. Ibrayım Akınbek’le de o zaman tanıştı. O, destanın son beş bölümünü biliyordu, biliyordu ama nesir olarak. Balbay çaresizdi, yine de oturdu dizinin dibine. Anlattıkça yazı. Yaklaşık dört yılın sonunda derme çatma da olsa, Manas Destanı’nı yazıya aktardı.

Yusuf Mamay

Yusuf o sıralar on altı yaşındaydı. Yedi tane çocuğu olmuştu, ama hepsini kaybetmişti. Üzüntüsünü dağıtmak için sürekli destana başvuruyordu. Bunun üzerine Balbay, derlediği ne varsa tutup ona verdi. Kardeşi iyi yetişsin, diyara örnek olsun istiyordu.

Tarih 1937’i gösterdiğindeyse, Çinli Askeri Vali Sheng Shicai’nin Doğu Türkistan’da yürüttüğü tasfiye hareketinden Balbay da nasibini aldı. Tutuklanarak Kaşgar Cezaevi’ne gönderildi, kısa süre sonra da canlı canlı toprağa gömüldü. Henüz kırk beş yaşındaydı…

Baba Mamay da aynı yıl vefat edince, Yusuf hepten kahroldu. Onu teselli eden sadece Manas Destanı’ydı. Abisinin yaptıklarını, babasının desteğini düşündükçe, onları yad etmek için daha çok çalışmaya başladı. 1938’de silah sakladığı gerekçesiyle evi basıldı ve Balbay’ın derlediği ne varsa hepsine el konuldu. Yusuf hiç direnmedi, çünkü destanın tamamını ezberlemişti. Üstelik kendisine nesir olarak verilen o son beş bölümü de kendi bilgi birikimine dayanarak nazıma geçirmişti.

O günden sonra geçim sıkıntısı arttı. O da çobanlıktan, avcılığa her işi yapmaya başladı. Bir yandan da unutmamak için, sürekli destanı mırıldanıp duruyordu. Öyle ki adı deliye çıktı bir zaman sonra, fakat Yusuf hiçbirine kulak asmadı.

1940 yılında Bedel dağ geçidindeki yol çalışmasına işçi olarak gitti sonra. Orada da küçük Manasçılar vardı. Mesai bitiminde hep aynı bölümleri okuyup duruyorlardı. Yusuf belli bir zaman sabretti, ama sıkılıverdi. Babasına verdiği sözden o dakika caydı ve destanı ilk defa bir topluluğun önünde icraya başladı. Tam yedi gece sürdü. Herkes mest olmuş şekilde ona bakıyordu. Onunsa Irçı-uul’a layık olmaktan gayri bir derdi yoktu.

Daha sonra çeşitli şölenlere davet edildi. Her gittiği yerde dinleyicilerin ağzı açık kalıyordu. Böyle böyle ünü kısa sürede dört bir yere yayıldı. Ne zaman davete icabet etse, yanında tereyağı bulundurmaya da o sıralar başladı. Bu bir Manasçı geleneğiydi. Arada tereyağından bir yudum alınırdı. Boğaz kuruluğuna, yorgunluğa iyi geliyordu. Ayrıca tereyağı, küçük-büyük tuvaleti de engelliyordu. Uzun icra vakitlerinde destanın bölünmemesi için böyle bir yol bulunmuştu.

Yusuf Mamay ve Manas Destanı – Doğu Türkistan Kızgız Varyantı, Prof. Dr. Alimcan İnayet, Bilge Kültür Sanat, 2010.

Merkeç köyünde öğretmenlik yapıyordu o sıra. Yanında eşi Seelikan vardı, ama bu geleneksel bir evlilik olduğu için Yusuf’un gönlü aynı köydeki Marıya’ya kaydı. Marıya da kendisi gibi evliydi. Yusuf onu boşatmak için elinden geleni yaptı, ama ailesi kabul etmedi. Aradan belli bir zaman geçince, o da gidip Marıya’nın kardeşi olan Aytbübü’yü eş olarak seçti. Aytbübü dilsizdi, iyi huylu biriydi. Yusuf ona ikinci bir ev açtı. Fakat şansı yine yaver gitmedi. Aytbübü’nün çocuğu olmuyordu. Tarih 1951’i gösterdiğindeyse, Seelikan sekizinci defa hamile kaldı. Doğan çocuğun ismini Mamet Ömer koydular.

1955’te Çinli birtakım uzmanlar, azınlıkların dil ve kültürleriyle ilgili araştırma yapmak üzere bölgede gezerken, Manas Destanı’ndan haberdar oldular. İlerleyen yıllarda, Çince ve Uygur Türkçe'siyle yayınlanan Tanrı Dağı Dergisi’nde bununla ilgili yazılar çıkmaya başladı. Nihayetinde yirmi kadar Manasçı seçildi ve Yusuf’un varyantı üzerine çalışma kararı alındı. Yusuf o sıralarda siyasal gerekçelerle gözlem altında, tarlada çalıştırılıyordu. Öğlene kadar tarlada uğraşıyor, öğleden sonra da gelip uzmanlara destanı icra ediyordu. Günde sekiz ila on saat durmadan anlatıyordu. Buna rağmen destanın ilk beş bölümü, altı ayda yazıya geçirilebildi. Kendisi rahatsızlanınca, işinde mahir diğer bir Manasçı olan Eşmat, kalan beş bölüme katkı sundu. 1960 yılında destanı kayda geçiren uzmanlar, Urumçi’ye döndüler.

Yine de anlaşılmayan bazı noktalar vardı. Bunların bir kısmı sosyolojik problemler, bir kısmı hızlı geçilen yerlerdi. Manasçı Eşmat vefat ettiğinden, 1965’te yeniden Yusuf’un kapısını çaldılar. O da alt ay içinde destanı yeniden ele aldı ve daha güzel bir hale soktu. Öyle ki 38 bin mısralık bir bölümü, 50 bin 900 mısraya çıkardı. Uzmanlar destanı Çince'ye çevirmeye çalışırken, bu kez Kültür Devrimi’ne yenik düştüler. Ellerindeki bütün kayıtlar yok edildi. Sarf edilen onca emek de hayalleri gibi heba olup gitti.

1978’de üçüncü kez Yusuf’un kapısını çaldılar. Yusuf hiç üşenmeden, destanı üçüncü kez baştan sona yeniden icra etti. Geçen yıllarda bir sürü ekleme yaptığından, destan daha da iyi bir hal almıştı. 1983 yılına kadar süren kayda geçirme işlemiyle beraber Yusuf, Uygur Özerk Bölgesi Edebiyat Sanatçıları Derneği’nin başkan yardımcılığını üstlendi.

İlk baskı 1984’te gerçekleşti. 1994 yılına kadar toplam on sekiz cilt halinde, sekiz bölümden oluşan Manas Destanı ortaya çıktı. 2004’te imla hataları düzeltilerek, iki cilt halinde yeniden basıldı. Tam olarak 236 bin 500 mısraydı.

Tabii Yusuf’un kayda geçmesine sebep olduğu tek şey Manas Destanı da değildi. 1965’te Tutan ve Canğıl Mırza Destanları, 1981’de 3270 mısralık Köböön Destanı, 1983’te 7 bin 125 mısralık Er Töştük Destanı, 1984’te 8 bin mısralık Kurmanbek Destanı, 1985’te 13 bin 733 mısralık Toltoy Destanı, 1986’da Mameke ve Şopok Destanı, 1991’de 8 bin 944 mısralık Bağış Destanı, Tilekmatın Bayanı ve Acıbek Destanı, 1994’te 9 bin 400 mısralık Kız Saykal Destanı ve Ceti Kağan Destanı...

Ve hepsini ezberlemişti...

1 Haziran 2014’te kutsal görevini tamamlayıp hayata veda etti. Günümüze bıraktığı hazineleri övmeye hangi kelime yeter ki? Belki de onu onurlandırmanın en kestirme yolu, destanları okumaktan geçiyordur. Dikkatli okursak, mısraları arasındaki yoksulluğu, acıyı ve koca bir ömrün bilgeliğini rahatlıkla görebiliriz.