Arzu Eylem: Çok Çağı, ütopya ve distopyanın birleştiği bir roman

Arzu Eylem’in iki öykü kitabının ardından ilk romanı "Çok Çağı" Nota Bene Yayınları etiketiyle okurlarla buluştu.

Google Haberlere Abone ol

Senem Dere

DUVAR -  "Çok Çağı", aşkı yeniden icat etmek için yollara düşen Tamur’un ve atalarının geride bıraktığı çaresizlikle yüzyıllar sonra yüzleşen Mutların hikâyesi. Çok Çağı, içinde Gılgamış’ı, Nuh Tufanı’nı ve pek çok mitolojik öyküyü saklayan; dünü, bugünü, geleceği saran bir dram. Hem ütopya, hem de distopya. Doğayı, aşkı, şiiri teknolojiye kurban eden insanlığa dair bir bilimkurgu.

Kitabın yazarı Arzu Eylem’le "Çok Çağı" ve romana esin kaynağı olan dünyamız hakkında konuştuk.

Daha önce iki öykü kitabın yayımlandı. Çok Çağı ilk romanın. Üstelik bilimkurgu. Bu anlamda ciddi bir risk aldığını düşünüyorum. Çünkü bilimkurgu Türkiye’de pek yazılan bir tür değil bildiğim kadarıyla. Sevdiğim soru: Neden bilimkurgu? Roman yazmanın öyküden farkı ne?

Dert edindiğim, anlatmak istediğim mesele, türü çağırdı aslında. Yoksa, “Bilimkurgu yazacağım” diye karar vermedim önceden. Roman yazmak istiyordum. Çünkü öyküye sığdıramayacağın meseleler oluyordu. Hatta ilk kitap çerçeve hikâyeydi. Uzun uzun anlatmaya eğilimim olduğunu düşünüyorum. Öykü dil üstüne inşa edildiği ve eksiltmeli bir anlatım olduğu için yazması zor bir tür. Öyküyü küçümsediğim için terk etmedim. Susarak konuşmak gibi öykü yazmak. Kelime işçisi olman gerekiyor. Ama benim haykırasım vardı. Roman konuşkan, hatta bazen çok sesli bir tür. Ama nerede ne konuşacağını bilmek zorunda. Ön çalışma gerektiriyor bu yüzden. Roman boşluktan pek hoşlanmıyor. Bir çırpıda yazıp çekilemiyorsun. Çekilsen de elindeki taslak oluyor en fazla. Kurgu tutarlı olmalı. Metnin hakikatini kurabilmelisin. Roman öykünün üstünde bir tür değil. Ama belki biraz daha fazla çalışmayı, çokça konsantrasyonu gereksiniyor.

Bilimkurgu’ya gelince, Türkiye’de pek yazılmıyor evet. Bu anlamda risk almış olabilirim. Ama teknolojinin gelişme hızı göz önüne alınırsa, bilimkurgu dediğimiz tür toplumcu gerçekçi bile sayılabilir bir gün. Şaka bir yana, Çok Çağı bilimkurgu, fantastik ve masal türlerini buluşturan, ütopyayla distopyayı birlikte ele alan bir roman. Le Guin, 'fantastik kelimesini yanlış yorumladığımızı' söyler. Hayali olan değil, görünür kılan manasına geldiğini açıklar, kelimenin Eski Yunan’daki kökenine bakarak. Bu tür var olanı eleştirmenin bir yolu aynı zamanda… Ben "insan doğası" diye uydurulmuş durumu eleştirmek istedim, geçmişiyle ve geleceğiyle. Gelecek söz konusu olunca da bilimkurgu bir metin ortaya çıktı.

Kitapta iki gezegen var: Alfa ve Beta. Aslında bir zamanlar bir arada yaşayan iki halk, Elitler ve Çirkinler, romandaki tabirle, 'Güneş hastalanınca ayrılmış'. Elitler Çirkinleri kaderine bırakıp Alfa’ya göçmüş. Sonra bu iki gezegende olup bitenleri anı defterleri ve rüyalar yardımıyla öğreniyoruz. Alfa, Beta’nın ütopyasıyken, Beta, Alfa’nın distopyası diye düşündüm okurken. Ütopya ve distopya konusunda ne düşünüyorsun? Distopyalar gün geçtikçe daha mı fazla yazılıyor?

Yazar Arzu Eylem

Ütopya ve distopya konusunda haklısın. Ama zaten birinin ütopyası bir başkasının distopyası değil midir? Ütopya “olmayan yer”i anlatan mutlu yaşamsa, distopya, olan/olmayan yerin negatif, karanlık anlatımı. Bir uyarı, eleştiri veya tahmin distopya. Bu yüzden çoğu distopya yazarına "Kâhin" bile deniyor. Distopya, 20. yüzyılın başlarında yazılmaya başlanıyor. 1980’ler hatta 90’larda daha çok sinemada görünüyor. Distopya, insan aklına güvenmenin hayal kırıklığına dönüşmesiyle doğmuş bir tür. Bu yüzden daha fazla distopya yazılması ya da yazılacak olması doğal…

Kitabın distopik olmasına rağmen bir ışık barındırmasını sevdim. Mesela Alfa, geçmişiyle yüzleşebildiği için ilerleyebilmiş. “Mutluluğu hatalarla yüzleşmemize borçluyuz” diyor bir yerde Kahraman. “Cam doğduk, ayna öleceğiz,” diyor. Ya da “Hayatta bilerek, isteyerek hiçbir kötülüğe ortak olmadım. Bu suçsuz olduğun anlamına gelmez” diyor başka bir yerde. Sen ne düşünüyorsun, yüzleşmek her şeyin daha iyi olması için bir başlangıç mı?

Elbette yüzleşmek bir başlangıç ve çok önemli. Çok kişiden duyarız: Yüzleşmeliyim/yüzleşmelisin. Yüzleşmek önemli ama her şey değil. Üstelik bireysel yüzleşme de yetmeyebilir çoğu zaman. Sistemle yüzleşmek de gerekiyor. Alfa’da yaşayan Mut halkı hayatların birbirine bağlı olduğuna inanıyor. Bir kişinin yapacağı hatanın herkesi etkileyeceğini düşünüyorlar. Bu anlayış yüzleşmeden çok daha fazlası demek.

'HİÇBİR YERDE OLAN HER YERDEDİR AYNI ZAMANDA'

Kitapta çeşitli çağlar var. Yaşananların özeti gibi bu çağların isimleri. Kitaba ismini de veren Çok Çağı çok güzel, tanımlayıcı bir isim bence. İçinde ironiyi de barındırıyor. Kitapta, “Yoklukla çokluk sadece sesteş değil kardeş” diyorsun. Ne ifade ediyor çok çağı? İçinde bulunduğumuz çağı da, "çok çağı" diye adlandırabilir miyiz?

Kitaba Çok Çağı adını verdikten sonra Necatigil’in şiir dizesine rastladım. O da “Çok çiğ çağ” diyordu yaşadığı zamana. Çok Çağı bu nedenle içinde yaşadığımız çağı da kapsayan geleceği içeriyor. Hiçbir yerde olan her yerdedir aynı zamanda. Yokluk çoğu zaman çokluğu ve sonsuzluğu çağırır. Sevgi, aşk, adalet gibi pek çok ideal durumun yokluğundan yakınıyoruz. Yok olan her yerdedir. Bu yüzden yok olan üzerine çok konuşuruz. Çok, anlamlara açık, hatta anlamı taşıran bir kavram. İdeal değil. Çok Çağı dengede kalmak için kendini sürekli yeniden kuran bir çağ. Bu yanıyla bizim aslında varmayı isteyebileceğimiz bir çağ.

Anlatıyı kurarken mitolojiden, inanışlardan faydalanıyorsun. Nuh Tufanı, ölümsüzlüğü arayan Gılgamış Destanı alt metinde saklı duruyor. Örümcek imgesi de tanıdık geldi bana. Mitolojik anlatılarla hayat ve yazdıkların arasında nasıl bir bağ kuruyorsun?

Mitolojiye, ilk metinlere bakmayı seviyorum. Çünkü insanın bir özü varsa –ki bu da bize söylenmiş bir yalan olabilir- onu eskilerde arıyorum. Örneğin ölümsüzlük arayışı, varoluşu anlamlandıramamanın bir sonucu gibi geliyor bana. İnsanlığın, ölümle bitmeyen bir hesaplaşması var. Kabul edemiyoruz faniliği. Yeryüzünde kalmanın farklı şekillerini arıyoruz. Hiç değilse unutulmayalım istiyoruz. Ölümsüzlük bir yandan da, doğadan güçlü olduğumuzu kanıtlama isteğinin narsistik hali gibi. Nuh Tufanı efsanesi de öyle. Presokratik dönemi çok iyi bilmiyoruz örneğin. Belki de insanlık bir ve bütün olan yaşamı kurmuştu. Orada bugün yokluğundan yakındığımız her şey vardı belki de… İnsanın izini sürmek için bu metinlere dönme zorunluluğu hissediyorum. İnsanlık yüzyıllardır benzer hatalarla kendini tekrar ediyor. İdeal yaşamsa söylemlerde kalıyor.

'TEKNOLOJİYLE BAŞA ÇIKABİLSEYDİK YALNIZLIKTAN BAHSETMEZDİK'

Çok Çağı, Arzu Eylem, syf. 184, Nota Bene Yayınları, 2018.

Diğer kitaplarında olduğu gibi Çok Çağı’nda da, iletişimi, dili, sözü hatta kavramları sorguluyorsun. Her iki gezegende de konuşmak başka bir biçim almış. Beta’da iletişim tamamen yazılı ki buna pek iletişim diyemiyoruz. Sadece konuşmak da değil, bütün eylemler sınırlı. Adeta makineleşmiş insanlardan söz ediyoruz. Alfa’daysa insanlar küçükken konuşuyor, büyüdüklerinde konuşmayı unutuyor. Telepatik biçimde, rüyalar ve düşler aracılığıyla iletişim kuruyorlar. Dil, konuşmak neyin göstergesi senin için. Neden dert edindiğin bir şey iletişim?

İçinde yaşadığımız çağ "İletişim Çağı" diye adlandırılıyor. Ama manipülasyonun ve ön yargının hakikati örttüğü bir çağ da bu aynı zamanda. Bence kimse kimseyi bütünüyle anlamıyor hatta anlamadı. Vicdanlı, duyarlı ve sevebilen insanlar var elbette. Kalplerin birbirine değdiği yerde anlaşmak konuşmaya indirgenmiyor bence. Susarak, az sözcükle anlaşabiliyorsun böyle insanlarla. Bakış, duruş ve pek çok şey kelimeleri aşıyor. Bu çok az insanda yakaladığımız bir şey. Çünkü söz düştü. Etrafımız laf kalabalığıyla dolu. Çok kelimeyle ve hiçbir şey anlatmayan ifadelerle. Bu benim derdim evet. Çoğumuz klişelerden, genellemelerden birbirimizi göremiyoruz bile. İşimize geldiği gibi yorumluyoruz sözlerimizi. Çok değil on beş yıl oldu kısa mesaj hayatımıza gireli. İnsan kendinden çok daha güçlü bir şey yarattı: teknoloji. Onunla nasıl başa çıkacağımızı bilmiyoruz. Bilseydik, yalnızlıktan, mutsuzluktan şikâyet etmezdik sanırım. Zor olandan değil, kolaylıktan bahsederdik. Hayal kurmayı, düşlemeyi unutmazdık.

Dil demişken, kitabın dilinin rüya diline daha yakın olduğunu düşündüm. Bu anlamda kitap benim için zorlayıcı oldu. Çünkü kitabın içine girebilmek için öncelikle bilmediğim bir dili çözüp anlamamam gerektiğini hissettim. Sonra bizi de düşe düşürmek ve Alfa’nın diline yaklaştırmak istediğini düşündüm. Bu dili seçmende belli bir gaye var mıydı, kendiliğinden mi şekillendi kurduğun dil?

Az önce de söylediğim gibi dilin insanı bölen, insanı anlatmaya yetmeyen bir şey olduğunu düşünüyorum. Üstelik dil bizden önce belirlenmiş. Biz o dile doğuyoruz. Düşüncemizin sınırlarını da dil belirliyor. Ben bu sınırları aşmak istedim. Edebiyat dil demek biraz da. Zorlanmanı anlıyorum. Ama evet, okuru Alfa’daki şairane yaşama yaklaştırmak istedim. Bir de tabii olayları o çağın insanlarından dinliyoruz. Üst anlatıcı yok. Gayeden çok anlatının tutarlı olması için gerekliydi bu dil. Çok düşündüm romanın dili üzerine. Hikâye kendi dilini doğurdu ve ben de izin verdim. Yavaş yavaş kendini açan bir metin çıktı ortaya.

Kitapta karakterlerin isimleri önemli. Belli anlamları, rolleri var. İsimler zaman içerisinde başka isimlere dönüşüyor. Buna neden gerek duydun?

Kişi adları Alfa’da değişiyor. Alfa otoritenin daha doğrusu iktidarın olmadığı bir yer. Her şey kolektif. Gönül ve düş birliği var. Suç kavramı yok. Dolayısıyla yargılama da yok. Ama insanlar kusursuz değil. Zaafları var hâlâ. Bunu açmam ne kadar doğru bilmiyorum ama ad dönüşümüyle bir adalet sistemi kurmak istedim.

Düş ve rüya çokça geçiyor, felsefi olarak da tartışılıyor. Düşle rüya arasında fark var mı sence? Unutmak ve hatırlamakla düşlemek arasında bir bağ var mı?

Alfa’yı düşlerken Aborjinlerden ve Şamanlardan ilham aldım. Örneğin Aborjinlerin rüya görmeyi hastalık saydığını okumuştum. Rüya, bilinçsiz bir evre. Kontrol edebildiğimiz bir şey değil. Zihnin uykuda kendini temizlemesi diye tarif edenler de var. Düşse bilinçli bir eylem. Yaratıcılıkla iç içe düşlemek. Rüyalar unuttuğumuzu düşündüğümüz olayları getirebilir bize. Hatırlatabilir. Düş, zaten hatırımızda olanla ilişkili gibi gelir bana hep.

Ölümsüzlük için duyguların da ölmesi gerektiğine, duygusuzlaştığı sürece yaşamın uzayabileceğine inanıyor Betalılar. Akıllarını işlerine böyle verebileceklerini düşünerek düzen kuruyorlar. Yalan da değil aslında. Yaşamın zor veya kolay olması üstünden bakarsak, aşk, ölüm, ölümsüzlük arasında nasıl bir bağ kurdun? Bir de kitapta “Oysa ben aşkı yeniden icat etmek için uğraşıyordum” diyor Tamur. Kitaba aşk üzerine bir kitap diyebilir miyiz? Aşkı yeniden icat etmemiz mi lazım kurtuluş için?

"Aşkı yeniden icat etmek gerekir, besbelli" sözü şair Rimbaud’un aslında. Alain Badiou Aşka Övgü adlı kitabında bu cümleyi esas alarak, aşkın ikili ilişkileri aşan toplumsal bir sorun olduğunu, aşkın ve sevginin öğrenilebileceğini iddia ediyor. Gerçekten sevemediğimizi söyleyen, bu konuya kafa yoran pek çok edebiyatçı da var. Saf kötülüğün yayıldığı ya da Hannah Arendt’in deyimiyle kötülüğün sıradanlaştığı bir zamanı soluyoruz. Kötülüğe ancak vicdanımızı koruyarak, aşkla direnebiliriz. Ekonomik ya da politik düzen insanı sorunsallaştırmadan aşılamaz gibi geliyor bana. Çünkü Baudrillard’ın distopya ve kötülük üstüne söylediği pek çok cümlesinden aklıma kazınan, bunca kötülükten sonra ya geriye dönemezsek, sorusu. Çünkü aşk insanın kendi sınırlarını zorlayan bir şey bana göre. Bir başkasını düşünmeye aşkla başlarız. Elbette aşk derken, verili sistemin bize tariflediği, kırmızı güllerle, pembe balonlarla bütünleşen, idealize edilmiş, toplumsal cinsiyetin gölgesinde yaşayan ölü kavramdan bahsetmiyorum. Aşk, aynı adalet gibi, aramayı sürdürdüğümüz, yaşamı anlamlandıran bir hal…

“Kişi yazarken en az bir kişinin okuyacağını düşünerek yazar. Bu umut yazmasını sürdürür. Yazınca yaşadığını hissedersin. Yaşamayan, yaşamın hakkını veremeyen biri ne yazabilir ki?” diyor anlatıcılardan biri. Kitaplarını okuyacağını düşündüğün kişi nasıl bir okur? Yazmak için yaşamak mı, yaşamak için yazmak mı? Tezgâhta ne var?

Dürüst olmak gerekirse bende yaşam yazmanın hep önünde. Zaten yaşamı anlamlandırmak, sorularıma cevap aramak için yazıyorum. Yaşam daha güçlüyse kalemi bırakabilirim. Yazdıysam, bu hep yazacağım demek değil. Ama şimdilik yazmak yaşamımın bir parçası gibi duruyor. Evet, bir de okur meselesi var. Kimi yazar arkadaşlar, yazarken okuru önemsemediklerini söylüyor. Ben buna inanmıyorum. Zaten böyle bir söylem Jean Paul Sartre’ın dediği gibi "yazarın sorumluluk almaması" demek bir bakıma. Alberto Manguel’in çok sevdiğim bir ifadesi vardı: 'Bir hikâye yazılmamışsa onu mutlaka bir başkasının yazacağını' söylüyordu. Dünya kendini yazdırıyor bir şekilde. Çünkü insanların hikâyelere ihtiyacı var. Okunma meselesinin bir diğer ucu, okur beklentisine göre yazmak. Karşımızdaki insanlar melodram bekliyor, o zaman romantik öykü yazalım diyen yazanlar olduğu gibi, insanlar oyalanmak istiyor, dili ikinci plana atıp yaşamdan kaçabilecekleri bir dünya vereyim onlara, diyenler de var. Yani okunmayı çok önemseyenler. Daha katı bir tabirle meşhur yazar olmak isteyenler. Edebiyat bir tür iletişim elbette. Yazarla okur arasında iletişim olmalı. Ama okuru küçümseyen metinleri sevmiyorum. Benim hayalimdeki okur, yavaş okuyan, sabırlı, hayal kuran, edebiyata dünyasını çoğaltmak için sarılan biri. Ben böyle bir okur olmaya çalıştım çünkü. Üstelik eleştirilere de açığım.