Akademide kırılan kol neden yen içinde kalır?

Emeğin güvencesizleştirilmesi ve vasıfsızlaştırılması konuşulurken akademik dünya bundan azadeymiş gibi davranılır. Neden bu camia arasında da kol kırılır yen içinde kalır? Vatansever ve Meral Gezici Yalçın’ın hazırladığı, İletişim Yayınları'ndan çıkan "Ne Ders Olsa Veririz -Akademisyenin Vasıfsız İşçiye Dönüşümü" tam olarak bu soru ekseninde şekilleniyor.

Google Haberlere Abone ol

“Görüşmecilerimizin kimlikleri ve bağlı bulundukları bölümler ve kurumlar, bu çalışmada da sözü edilen güvensiz akademik ortam ve işten çıkarılma tehditleri nedeniyle her zaman bizde gizli kalacaktır. Günün birinde hepimizin korkmadan ve tehditlere maruz kalmadan fikirlerimizi söyleyebileceğimiz, eleştiri yapabileceğimiz ve deneyimleri paylaşabileceğimiz bir akademik ortam oluşana kadar, şimdilik sadece kendi kimliğimizi açıklamakla ve kendimizi olası baskı ve işten çıkarılma gibi tehditlere açık hale getirmekle yetiniyoruz.”

Uzunca alıntıladığım paragraf Aslı Vatansever ve Meral Gezici Yalçın’ın hazırladığı, İletişim Yayınları'ndan çıkan “Ne Ders Olsa Veririz” (Akademisyenin Vasıfsız İşçiye Dönüşümü) kitabından. Entelektüel donanımın inşa edildiği, bilimsel çalışmaların sürdürüldüğü bir yerden aktarılacak tecrübeler öncesinde, uyarı amaçlı bunları okumak tabii ki de manidar. Rehin alınmış bir zümreden bahsediliyor sanki…

Diplomanın satın alınan bir şeye, öğrencinin ise müşteriye dönüşmesi vakıf üniversitelerinin “piyasaya” girmesiyle başlıyor. Haliyle öğrencilere velinimet gözüyle bakılıyor. Akademisyenlerin ise kafası karışık. İşçiler mi? Ya da İngilizcede belirsiz/ muğlak anlamında kullanılan precarious ile proletaryadan türeyen prekarya denilen tanımlamanın mı içindeler?

AKADEMİSYENLER NEDEN SUSKUN?

Emeğin güvencesizleştirilmesi ve vasıfsızlaştırılması konuşulurken akademik dünya bundan azadeymiş gibi davranılır. Neden bu camia arasında da “kol kırılır yen içinde kalır?” İnsan hakları, toplumsal adaletsizlik gibi konularda duyarlı olduğu düşünülen akademisyenlerin, kendi uğradıkları haksızlıklar karşısında gösterdikleri suskunluk neye bağlanabilir?

“Ne Ders Olsa Veririz” kitabı bu soruyu yanıtlıyor: “Akademik mitlerin muhtemelen en yaygın kabul görmüş ve kemikleşmiş olanı ‘manevi tatmin’e dair olanıdır. Buna göre, akademisyenlik, bir işten öte, kişinin yalnızca kişisel zevkleri veya siyasi/ moral değerleri doğrultusunda seçmiş olduğu bir yaşam biçimidir. Akademik kariyeri seçen bir kişinin, mesleki olarak, yaptığı işin içeriğinden aldığı hazdan öte hiçbir beklentisi yoktur veya olmamalıdır.”

'SÖZDE' VAKIF ÜNİVERSİTELERİNDE PAZARLIK YAPILAMIYOR

Akademisyenlikle ilgili idealize edilmiş bir resmin mevcudiyetinden kaynaklı, biraz da mesleğin büyüsü bozulmasın diye bu konulara girilmediği anlaşılıyor. Misal, “Ne Ders Olsa Veririz” kitabı için görüşülen katılımcıların tamamı, maaşlar hakkında konuşulmadığını, konuşulsa da rakam telaffuz edilmediğini, en fazla “düşük” olduğundan dem vurulduğunu paylaşıyor.

Akademisyenler, iş görüşmesine gittiği “sözde” vakıf üniversitelerinde pazarlık yapamıyor. Muhtemelen mesleğin esnaf gibi hareket etmeme, ulvi uğraş söz konusuyken maddiyata önem vermeme kibrinden kaynaklı olduğu sonucunu çoğu görüşülen akademisyenlerin yanıtlarından anlıyoruz. (Asgari seviyede kibir olumlu anlamda bir nitelik belirtisi. Dozu ayarlanamayan kibre sözümüz...)

Bir araştırma görevlisi, sözleşmeyi imzaladıktan sonra maaşını öğrendiğini söylüyor. “Maaşım hesabıma yatana kadar belli değildi” diyenler dahi var. Yine katılımcıların hemen hepsi, istedikleri tarihlerde izne çıkamadıklarını, dönem tatillerinin sınav okuyarak ve not teslim ederek geçtiğini, bütünlemeler, yaz okulu gibi zorunluluklardan geriye yıllık izinlerini bile kullanacak vakitleri kalmadığını ifade ediyorlar.

Bir araştırma görevlisi iş görüşmesini şöyle anlatıyor: “Maaşım şu kadar. Yemek yok, yol parası yok, servis yok. Eylül- Ekim’de başlayacaksın. Kabul ediyor musun?

Bir görüşmeci ise çalıştığı kurumda çalışanların maaş konuşmasının, sözleşmedeki bir maddeyle yasaklanmış olduğunu söylüyor.

Ne Ders Olsa Veririz - Akademisyenin Vasıfsız İşçiye Dönüşümü, Aslı Vatansever-Meral Gezici Yalçın, 268 syf., İletişim Yayınları, 2015.

VAKIF KURAN ŞİRKET ÜNİVERSİTE ÜZERİNDEN GELİR SAĞLIYOR 

Kitapta vakıf üniversiteleri “sözde vakıf üniversitesi” olarak adlandırılıyor. Sebebi ise şöyle izah ediliyor:

Türkiye’de özel üniversite yasası olmadığı için özel bir kuruluş ya da şirketin bir üniversite açması ve işletmesi mümkün değildir. Dolayısıyla özel girişimciler, ‘kazanç amacı gütmeyen’ bir vakıf üniversitesi açarak kâr elde etmenin yollarını bulmaya yönelmektedir. Vakıf kuruluşu sıfatıyla kâr etmenin mekanizması kısaca şöyle işlemektedir: Vakıf adı altında kurulan üniversitelerin büyük çoğunluğu, öğrencilerden aldığı eğitim- öğretim ücreti ile kendisine kaynak yaratmakta, ancak bu kaynağın çok az bir bölümünü kütüphane, laboratuvar ya da yemek gibi iaşe hizmetleriyle tekrar öğrenciye ya da öğretim üyesine harcamaktadır. (…) başka bir ifadeyle, kurucu vakıf, üniversiteyi mali olarak genellikle desteklemezken, vakfı kuran şirket üniversiteye satın alınan hizmetleri yüksek fiyatlandırarak üniversite üzerinden gelir sağlamaktadır.

Bu bilgiden mütevellit, bu kurumların çoğu ismen “vakıf” olarak geçse de bir vakıftan farklı olarak ticari maksat taşıdığı için “sözde” ifadesi kullanılıyor.

Yine, 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu’na eklenen maddeler ile “sözde” vakıf üniversitelerinde akademik ve idari personelin seçimi ve ataması konusunda karar yetkisi mütevelli heyetlerine verilmiş olduğu bilgisi veriliyor: “Akademik görevleri ve rolleri ile kamusal bir düzenlemeye (YÖK), işe alınma, atanma ve çıkarılma gibi konularda ise özel bir düzenlemeye (İş Kanunu) tâbi olan akademisyenler, deyim yerindeyse, ikili bir hukuk sisteminin kıskacındadırlar.

Bütün söz, yetki kararın mütevelli heyetine bırakılması ise başka şeylerin yolunu açıyor. Misal bir çok katılımcı dekan ve rektörün 'sözde' vakıf üniversitelerinde kağıt üstünde görev dağılımı olarak yer işgal ettiğini ifade ediyor. Okulla ilgili sıkıntılarını dekanla paylaşan bir öğretim görevlisine dekanın cevabı şu oluyor: “Ben bu okulda kâğıt üzerinde dekanım. Rektör de kağıt üzerinde rektör. Bizim hiçbir söz hakkımız yok. Zaten de buradan gideceğiz. O yüzden hiçbir şey yapamıyoruz.”

Bir görüşmeci, çalıştığı üniversitedeki yardımcı doçentlerden birinin, sırf okulun kurucu kadrosundakilerle ahbaplığı dolayısıyla diğer yardımcı doçentlerin iki katı maaş aldığını öğrendiğini anlatıyor.

Öğretim görevlisi Ceren Damar Şenel’in öğrencisi Hasan İsmail Hikmet tarafından öldürülmesiyle müşteri-öğrenci profili üzerinde bugünlerde özellikle duruyor. Tam da buraya denk gelen yere işaret ediyor Vatansever ve Yalçın:

“… akademisyenler, bir mâli kalem olarak görülmekte ve öğrenciden elde edilen gelirin bir kısmı öğretim üyelerine ücret olarak ödenmektedir. Bu müşteri ve hizmet-üreten-akademisyen ilişkisi, bazen öğrencinin de bir yükseköğretim unsuru gibi değil, bir müşteri gibi davranmasına yol açabilmektedir. Öğrencilerin öğretim üyelerinden, pek nadir olmayan, geçme nolu talepleri, öğrencinin böylesi taleplerine olumsuz yanıt verdiği için işten çıkarılan öğretim üyelerinin varlığı, ürünü beğenmeyen bir müşterinin şikâyeti ile işine son verilen bir işçinin durumunu andırmaktadır."

AKADEMİSYEN: MAAŞIMI ZARFLA ÖĞRENCİ VERDİ, ÇOK UTANDIM 

“Görüşmecilerden biri kısa süre önce çıkarıldığı üniversiteye öğrenci olarak ‘kapıdan geçen herhangi birinin girebileceğini’ söylemiş ve bir öğrencinin, kendisini sınavda kopya çekerken yakalayan hocaya ‘Senin maaşını ben veriyorum. Sen kimsin ki, varoş?’ diye bağırdığını, hocaları ‘çıkışta görüşürüz’ diye tehdit eden öğrenciler olduğunu anlatmıştır.”

Bir başka aktarılan deneyim ise trajikomik: “Dersin sonunda bir öğrenci bir zarf uzattı; bunu, dedi, bilmem kim hoca yolladı diye, zarfla ders sonunda bana paramı verdiler; öğrenci verdi. Çok utandım.

13 senedir çalıştığı üniversitede öğrenciyle bugüne kadar bir kez bile entelektüel bir tartışma yapamadığını söylüyor bir hoca: “Şu ana kadar hayatlarında bir kitabı bitirebildiler mi, bilmiyorum. Bir hoca, 16 haftanın sonunda hâlâ Karl Marx ve Max Weber iki ayrı insandır, karıştırmayın lütfen diye uyarı yapıyorsa, diyecek bir şey yok bence.” Bu örnek akademinin geldiği noktanın başka bir acı tarafı.

Bunun yanında çalıştığı üniversitenin eski bir otopark olduğunu, ofislerin kontrplaklarla bölündüğünü başka bir görüşmeci ise okulun tapu dairesiyle aynı binada olduğunu paylaşıyor. Tıp fakültesi binalarının duvarlara laboratuvarlarda kullanılacak aletlerin resimleri olduğunu anlatıyor başka bir akademisyen.

'NE DERS OLSA VERİRİZ'

Görüşmecilerden biri “Ne ders olursa veririz şeklinde çalışıyoruz. Çünkü maliyet minimizasyonu var burada. İnsan almak yerine var olan insanı sonuna kadar kullanıyorlar,” diyor. Haliyle esas uzmanlık alanının dışında derse girdiğini söyleyen, tesadüfen o bölümde kadro bulabildiği için alanı dışında derse girdiğini anlatan, “kitabı oku, anlat işte” tavsiyesini duyanlara kadar ne ararsanız var.

Güzelim memleket ne hale geldi” veryansını işittiğinizde aklınıza onlarca şey gelebilir. “İhanet edilen bir şehir” toparlanabilir. Canı yanan insanların ilk günkü gibi kalmayan acılarına omuz verilebilir fakat kuşaklar sonrasını etkileyecek üniversiteler için ne yapılabilir? Durum o kadar vahim.