Halep'ten kaçan 22 Ermeni

Gazeteci Serdar Korucu’nun kaleme aldığı ve Aras Yayıncılık tarafından yayımlanan “Halepsizler” Halep’ten savaş sırasında kaçmak zorunda kalan 22 Ermeni'nin hikayesini anlatıyor. Korucu ile savaşı, Halep’i, gidenleri ve geriye kalanı konuştuk.

Google Haberlere Abone ol

Adalet Çavdar

DUVAR - “Halep” kelimesinin Arapça'da ve bazı Sami dillerinde anlamı “süt veren” demekmiş. Suriye’de bir şehir. Arap, Türkmen, Ermeni, Asuri, Yahudi, Kürt, Çerkes halklarının bir arada yaşadığı çok kültürlü bir memleketten artık geriye kalan Halep. Dönülse bile nereye, nasıl dönüleceğinin bilinmediği, kalanın ne olduğu konusunda bir fikir sahibi olunmayan bir memleket. Sınır kapısı Türkiye olmasına ve gidişin yani savaştan kaçışın daha kolay olmasına ve pek çok insanın hayatını kurtarmak için tercih etmesine rağmen Halepli Ermeniler Türkiye’ye gelmiyorlar. Peki neden? Soykırım hafızadan silinir mi?

Gazeteci Serdar Korucu’nun kaleme aldığı ve Aras Yayıncılık tarafından yayımlanan “Halepsizler” Halep’ten savaş sırasında kaçmak zorunda kalan 22 Ermeni'nin hikayesini anlatıyor. Korucu ile savaşı, Halep’i, gidenleri ve geriye kalanı konuştuk.

Serdar Korucu

Felsefe eğitimi görmenize rağmen aslında bir gazetecisiniz. Yıllar içerisinde ürettiğiniz her kitap da bir belge niteliğinde. Halepsizler’i çalışma fikri nereden, nasıl ortaya çıktı. Süreç nasıl işledi?

“Halepsizler”, 2013 yılında başladığım Suriye Savaşı ile ilgili çalışmalarımın üçüncüsü. Bu kapsamda da bir zincirin halkası aslında. Önceliğim savaşın Türkiye’ye yansımasıydı. İlk olarak sınır bölgelerindeki şehirlerde mültecilerin hayatlarını kayda almaya çalışıyordum, onlarla röportajlar yaparak. Bu süreçte mülteci olarak gelen Araplar, Kürtler ve Türkmenlerle konuşma fırsatı buldum. Fakat bir eksik vardı. Suriye’nin kuzeyinde Ermeni nüfus da bulunuyordu ancak Türkiye’ye gelmiyordu. Nedenini elbette biliyoruz fakat onlardan duymak istedim. Savaşa, ölüme rağmen onları Türkiye’ye gelmekten uzaklaştıran soykırım hafızasını anlamaya, hissettiklerini tarihe düşmeye, bunun için de şehirlerinden koparılmış Halep Ermenilerine ulaşmaya çalıştım.

'ÇOĞU RÖPORTAJ ERMENİSTAN'DA GERÇEKLEŞTİ'

Peki görüştüğünüz 22 kişiyle nasıl iletişim kurdunuz?

İlk aşama zor oldu. Aklımdaki ilk proje Türkiye içinde bu röportajları yapmaktı. Bunun için ilk söyleşiyi Antakya’da yaptım. Fakat yaptığım en tedirgin röportajlardan biriydi. O güne kadar, yaklaşık 3 yılda yüzlerce mülteci ile konuşmuştum. Fakat karşımdaki Ermeni Katolik kadının tedirginliği yoktu yüzlerinde, ruh hallerinde. Zaten kitapta ismini de sakladık, yüzünü de. Bu bir kırılma yarattı bende. Anlaşılan bu röportajları Türkiye içinde tamamlayamayacaktım. Bunun üzerine kendilerini en güvende hissettikleri yere gittim, Ermenistan’a. Çoğu röportaj da burada gerçekleşti.

Siz bir Türkiyeli gazeteci olarak bu süreçte neler yaşadınız? Sizin bu dinleme sürecinize onların tepkileri nasıldı? Önsöz dışında kitabın içerisinde sizin sesinizi hiç duymuyoruz, bunu neden tercih ettiniz? Siz bu anlatıcıların “Türk”ü olarak dinlerken ne düşündünüz, nasıl hissettiniz, kendinizi ve pozisyonunuzu nasıl tarihselleştirdiniz?

Ermeni olmayan bir gazetecinin, hele de Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı bir gazetecinin pozisyonu ister istemez farklı oluyor. Eğer bu röportajları Ermeni bir gazeteci yapsaydı belki farklı anlatılar çıkardı. Mesela soykırım anlatıları ve Halep içerisindeki Sünni Araplar ile ilişkiler belki daha detaylı olabilirdi ama olmadı. Çünkü anlatılarda “Türk” ya da bir “Müslüman” vardı ve bu kimliklerin konumu faildi. Bu nedenle benimle konuşurken bu konuları çok açmamaya çalıştılar. Kitapta yer alanlar ise ısrarlarım sonucu aldıklarım. Tabii, ister istemez bu süreç insana kendini sorgulatıyor. Ben kimim, nereden geldim, aile geçmişimde neler var, bunlar beni kim ve ne yapıyor? Sonucu mutlak bulunacak sorular değil bazıları. Yanıtları zamanla da değişebiliyor ya da en azından benim için böyle oldu. Fakat en nihayetinde aile büyüklerinin soykırım anıları ile büyüdükten sonra savaşın öldürücü soluğuyla yaşamları bir kez daha darmadağın olan bu insanlardan, Halepli Ermenilerden biri değilim. Onların başlarına geleni anlayabilmem de, aktarabilmem de bu nedenlerle kısıtlı. Röportajlarda soruları çıkartmaya yayın sürecinde karar verdik. Bu haliyle “Halepsizler” doğrudan okuyucu ile konuşuyor, başlarından geçenleri anlatıyor.

Öncelikle en baştan başlamak gerekirse Halepli Ermeniler anladığım kadarıyla Suriye Savaşı’nı bir soykırım olarak nitelendiriyorlar, neden? Bu soykırım nitelemesinin bizim her daim kullandığımız soykırım ile arasında bağ nedir?

Bir bölümü bu yaşadıklarının soykırım olduğunu düşünüyor, bunun nedeni de soykırım hafızası. 1955’teki 6-7 Eylül Pogromu’nda da İstanbul Ermeni toplumu arasında ilk hatırlanan şeylerden biri soykırım olmuştu. En azından dönemin tanıklıklarından öğrendiğimiz kadarıyla böyleydi. Suriye’deki savaşta da yine, yeniden soykırımı hatırlamaları doğal. Özellikle Ermeni Soykırımı’nın 100. yıldönümünün hemen öncesinde IŞİD’in Der Zor’u ele geçirmesi ve oradaki soykırım anıtını yıkmasının da bunda etkili olduğunu söylüyorlar. Bütün bunlar bize soykırımın insanlar üzerinde yarattığı travmanın, etkinin, tahribatın onlarca yılı aşabildiğini, kuşaktan kuşağa aktarabildiğini gösteriyor.

'HAFIZALARINDAKİ KELİMELERİ DUYMAK İSTEDİM'

Kitapta Halepli Ermenilerin genellikle evlerinin içinde Türkçe konuştuklarına dair bir bilgi de mevcut. Onların Türkçe ile karşılaşmaları ne zaman ve Türkçe onlar için diğer diller ile aralarında nasıl bir bağ kuruyor, nerede duruyor?

Röportajların da büyük bölümünü Türkçe yaptım. Bunun nedeni kendilerini Türkçe ifade etmelerini tercih etmemdi. Hafızalarındaki kelimeleri duymak, kaydetmek istedim. Özellikle genç olmayanların Türkçe bilgisi ilgi çekiciydi. Çünkü onlar aile büyüklerinin yüzyıl öncesinden anavatanlarından getirdikleri yerel ağızları konuşuyorlar hala. Antep, Maraş, Urfa gibi şehirlerin Türkçe yerel ağızlarını Halep’e taşımışlar. Şimdi de Ermenistan’a… Gençlerde ise bu yok çünkü çoğu çocukken aile büyüklerinden bu yerel ağızlarla Türkçe öğrenmiş olsa da daha sonra hayatlarına televizyon girmiş ve Türkçeleri İstanbul ağzına dönmüş.

“Halepsizler”in Türkçe ile kurdukları bağ elbet kişiden kişiye ya da içinden geldikleri aile yapısına göre değişebiliyor. Fakat çoğu için aile büyüklerinden öğrenilen bir dil. Bu ister istemez onlara çocukluklarını yani hayatlarının en masum dönemini hatırlatıyor. Mesela röportajlar için Ermenistan’da bulunduğum dönemde bir Halepli Ermeni’nin yan masamdan çakmağını bilerek attığını haftalar sonra öğrenmiştim. Benimle Türkçe konuşmak, aile büyüklerinin konuştuğu o dili kullanmak istemiş. Böyle güzel de bir tınısı var. Öte yandan aynı dil onlara anavatanlarını da, soykırımı da hatırlatıyor elbet. Unutmamak gerek ki Halepli Ermenilerin en azından bu kitapta olanların hiçbiri Halep’te doğmamalıydı. Onların anavatanları, Antep, Urfa, Maraş, Sasun ya da Van gibi şehirler. Onların hayatlarını Halep’e sürükleyen, köklerinden koparansa soykırım. Türkçe aynı zamanda bunu da hatırlatıyor.

Ermenilerin Halep’inin, Halep’in Ermenilerinin hikayelerini anlatıyorsunuz ve bu hikayenin bir tekerrür olduğunu da dile getiriyorsunuz. Konuştuğunuz insanlar da bunu belirtiyor. Peki toplumun hafızası bu kadar canlı ve hayatları bu kadar etkileyen bir bellek iken, devletler neden bu hafızayı göz önünde bulundurmuyor?

Bir örnek vereyim. Her ne kadar Esad, ülkesindeki Ermenilere yönelik görece rahat bir yaşam olanağı vermiş olsa da mesela Ankara-Şam yakınlaşması sürecinde Suriye’de 24 Nisan anmalarının tonu düşürülüyor. Bu örnek bile bize başlı başına bu hafızanın göz ardı edilmediğini ancak siyasetin her daim öne geçtiğini gösteriyor. Acı ama gerçek…

Halepsizler, Serdar Korucu, 136 syf., Aras Yayıncılık, 2018.

'TÜRKİYE'YE GELMEK EN RAHAT YOL'

Önsözde sizin de sorduğunuz ve kitabın içerisinde ayrıntılarla yer alan soruyu kitabı henüz edinmemişler için size sormak istiyorum, Suriyeli Ermeniler neden buraya gelmeyi tercih etmediler ve başka ülkelere sığınmak istediler? Kaç kişilik bir nüfustan bahsediyoruz? Suriyeli Ermeniler  nereye, nasıl ve hangi koşullarda gittiler?

Savaş sırasında Suriye’nin kuzeyindeyseniz Türkiye’ye gelmek en rahat yol. Bugün İstanbul’dan konuşurken yüzlerce kilometre uzaklıklarla anlatılan o topraklar aslında sınır kentlerine çok yakın. İşte son olarak dünyanın gündemindeki İdlib, Hatay’ın yanı başı. Halep’i Şam’a bağlayan ana yol da oradan geçiyor.

Mültecilerden de öğrendiğim kadarıyla en kolay savaştan kaçış güzergahı Türkiye’ydi. Ermenilerin çoğunlukla bunu seçmemesinin nedenini ise soykırım hafızasından başka bir sebeple açıklayamıyorum. Kendileri de bunu ifade ediyor zaten. Halep’te savaştan önce 50 bin civarı Ermeni nüfus olduğu, bugün de 10 binin biraz üzerinde bir sayı bulunduğu göz önünde tutulursa savaş sırasındaki kaçış oranlarını daha iyi anlayabiliriz. Savaştaki her kesim gibi Halepli Ermeniler için de Batı’ya gitmek iyi bir seçenek tabii, bunu deneyenler de oldu. Başarılı olan da var olamayan da. Bir başka rota ise bu kitaptakiler gibi Ermenistan. Çoğu için ülkeden çıkış, gidiş yoluysa ilk dönemde açık olan Halep havalimanı ya da Beyrut’tu. Bunu bir “gidiş” olarak ifade ediyorum ama tabii aslında bu bir kaçış. Savaştan kaçış. Hayatta kalabilmek için…

Caddelerde, sokaklarda sniper’ların olduğu, bombaların yağdığı bir dönemde çatışmalar nedeniyle trafiğin zaman zaman kesildiği ana yollar üzerinden ölüm korkusu içinde havalimanına ulaşmaya çalışıyorlar. Orada da artan uçak biletlerine rağmen olabildiğince en erken uçuşu yakalamak için yarışıyorlar. Bazen karşılarına bürokratik engeller de çıkabiliyor. Yani savaştan kaçmak hiç de düşündüğümüz kadar kolay değil.

Savaştan önce Halep’teki Ermenilerin hayatları nasıldı? Hangi işleri yapıyorlar, ne kadar sosyaller, kadın-erkek-çocuk ne kadar hayata karışabiliyorlar?

Halep’teki Ermenilerin bana anlattıkları kadarıyla kapalı bir toplum hayatları var. Kiliseleri ve okulları bulunan, sınırları görünmeyen hatlar ile çizilmiş olan mahalleleri içinde yaşıyorlar. Halepli bir Ermeni’nin geniş toplumla karşılaşması ya iş hayatında, ya üniversitede ya da erkekler için askerlikte oluyor. Çoğunun ailesine ait evleri var. Bu nedenle kira sorunları yok. Belli işleri var ve onları yapıyorlar. Mesela Halep’te Ermeni çöpçü yok. Bununla birlikte araba tamirciliği, meyhanecilik ya da zanaat gibi alanlarda Halepli Ermeniler başı çekiyor. Bununla birlikte çok zengin oldukları da söylenemez fakat fakir de değil. Ekonomik durumları pek çoğunun benzer.

Kitabın içerisine dahil olandan çok daha fazlasını dinlediğinizi tahmin ediyorum. Söyleşileri 2016 yılında yapmışsınız ama yayımlamak meselenin dinlenmesi adına 2018’i bulmuş. Bu süreç zarfında da Halep’i takip ettiğinizi düşünerek soruyorum, neler oldu?

Kitabın başında şehirdeki savaşın 4 yıl 5 ay 3 gün sürdüğünü söylesem de burada anlatmak istediğim şehrin merkezi. Bu sözünü ettiğim süre içinde Ermeni mahallesi sınır haline gelmişti, Suriye devletinin yani Esad’ın güçleri ile kiminin muhalif kiminin terörist dediği gruplar arasında. “Halep düştü, düşüyor” deniliyordu. Dünya kamuoyu bu savaşın sonunda ne tablo çıkacağını merak ediyordu. Bu tedirginlik 2016’da yaptığım röportajlara da yansıdı. O nedenle Aras’tan Rober Koptaş’ın da önerisi ile kitabı “dinlendirdik”, şehrin geleceğini biraz daha görebilmek için…

Bugün 2016’daki gibi bir durum yok. Sular en azından şehrin içi için bir nebze olsun duruldu. Fakat son olarak şehre düzenlenen klor gazlı saldırı bölgenin ne kadar kırılgan olduğunu gösteriyor. Ayrıca Halep çok geniş, çok büyük bir şehir. Halep’i, bugün hala çatışmasız olması için uğraşılan İdlib’den ayrı da düşünmek imkansız. Daha önce de dediğim gibi Halep’i başkent Şam’a bağlayan ana yol buradan geçiyor. Böylesi kritik bir bölge.

Bu anlatıların, dolayısıyla tanıklıkların önceki dönemlerin ve kırımların ve ulus tahayyüllerinin niteliği hakkında ne söylüyor? Önceki zamana bu anlatı üzerinden baktığımızda karşımıza nasıl bir manzara çıkıyor? Bu tanıklıklardan yola çıkarak geriye doğru bir okuma yaptığımızda, bu tanıklıkların temas ettikleri ulus fikirleri, ulus-devlet teşekkülleri ve nihayetinde tüm bu uluslararası hatta zorlarsak evrensel-kurumsal tasavvurlar nasıl işlemişler ya da işlememişler? Biraz karışık olduğunun farkındayım şöyle açayım: bu insanlar yalnızca Ermeni kimliği hakkında bir şey söylemiyorlar çünkü varlıklarıyla Suriye, Türkiye ve hatta gitmek için yola çıktıkları ülkelerin siyasi ve tarihsel kimlik tasavvurlarının başarısı ya da başarısızlığı hakkında da bir şey söylüyorlar.

Kitapta anlatıların neredeyse tamamı, ulus devletlerinin korumasına giren bir topluma ait. Halepli Ermenilerin anlatımı ile aktarmam gerekirse, Ermenistan ve Dağlık Karabağ kendilerini azınlık olarak hissetmedikleri tek toprak parçası. Hem kendilerini güvende hissediyorlar, hem de birinci sınıf vatandaş… Mülteci olmuyorlar. Çoğu çok fazla değinmemiş olsa da özellikle bir röportajda Halepli Ermenilerin Halep’teki “en güzel” günlerinde de ayrımcı dile maruz kaldığını görebiliyoruz. Suriye Arap Cumhuriyeti’nin vatandaşı olsalar da, geniş toplumdan zaman zaman “Bir parça Ermeni” diye bir aşağılama gelebiliyormuş ya da anneler çocuklarına sadece Ermeni oldukları için “kavgaya karışmamalarını” tembihleyebiliyorlarmış. Bu nedenle her ne kadar anavatan toprakları olmasa da ulus devletlerini bir “anne” gibi görüyorlar. Onları koruyan, kollayan, yaşadıkları bir kriz anında geri dönebilecekleri ve kendilerini koşulsuzca kabul eden bir anne…

'BİR DAHA NASIL ONLARLA YAŞAYACAĞIZ?'

Savaşın bireysel ve kolektif bir deneyim olarak tarihselleştirilmesi birbiriyle çelişebiliyor. Şimdi her anın kayıt altına alınabildiği bir deneyimde savaşın -zafer ya da yenilginin- kolektif kimlik inşa etmesi mümkün mü? Artık savaşlar eskisinden daha çok parçalıyor ve hiçbir şey kurmuyor olabilir mi?

Savaşlar, soykırımlar toprakları, halkları geçmişinden koparıyor. Bunun benzerini Türkiye’de de görmek mümkün. Kim Antep’in, Urfa’nın, Yozgat’ın ya da İstanbul’un 100 yıl önceki zenginliğine sahip olduğunu söyleyebilir? Değişim kaçınılmaz elbette ama bu bir kuraklaşma, çölleşme. Bunu Holokost sonrası Avrupa için de söylemek mümkün.

Bugün Ermenistan’da yaşayan ve Halep’e dönmeyeceğini söyleyen Halepli Ermenilerin bazılarının savı şu: “Bir daha nasıl olacak da onlarla birlikte yaşayacağız?” Onlar dedikleri Sünni Müslümanlar. Bazıları buna rağmen dönecekler ama kesin olan şey Halep’in eskisi gibi “çokkültürlü” olmayacağı, olamayacağı.

Eskiden savaş yalnız tanıkların başına geliyor ve biz aradan zaman geçtikten sonra öğreniyorduk her şeyi. Çoğu zaman cepheden asker döndükten ya da yıkıma uğrayan yerlerden kaçan insanlar bizin yanımıza ulaştıktan sonra... Ama artık savaşın her anına tanık oluyoruz ve bu şekliyle savaş her anıyla izleyicisini de sürekli parçalıyor. Sanki bu yüzden savaş tarihsel olarak kimlik yaratma, kolektif bir iyileşme reçetesi çıkarma gücünü de yitirmiş gibi görünüyor. Felsefe eğitiminize dayanarak soruyorum bu soruyu, siz ne düşünüyorsunuz?

İlk olarak savaşın her anına “tanık” olma halimizden başlayayım. 18 yıldır gazeteci olarak görsel medyada çalıştığım için şunu söyleyebilirim ki, savaşı görüyor olmamız bizi o “tanık”lardan biri de yapmıyor, bunu yaşayan gerçek tanıkları anladığımız anlamına da gelmiyor. O nedenle tanıkları “delip geçen” trajediler, bizi “teğet” geçiyor. İzlediklerimiz film sahnesi gibi gelip geçiyor sadece önümüzden. Son dönemde sosyal medya etkili. Hem haberleşmede hem de “duyarlılıklar”ın sıklıkla ifade edilmesinde. Fakat bir özeleştiri de yapmamız gerekli. Mesela Suriye Savaşı’nda bu “duyarlılığı” yaratamadık, özellikle de çatışmaların ilk günlerinde. Arap Alevilerine yönelik katliamlar başlamıştı, çeşitli bölgelerden toplu ölüm haberleri geliyordu ancak dünyanın büyük kesimi gibi Türkiye kamuoyu da sustu. Suriye’nin gündeme gelişi mülteci nüfusunun yoğunlaşması ve IŞİD’in Kürt nüfusun ağırlıkta olduğu bölgelere özellikle de Kobani’ye dayanması ile oldu. Öncesinde sessizliğin nedeni bir “muktedir” nedeniyle değil, kendi seçimimizdi. O nedenle de hatayı yalnızca ve sadece kendimizde aramalıyız.

Savaşın getirdiklerine ve götürdüklerine gelirsek… Her savaş kendi bilançosunu beraberinde getiriyor. Suriye’de nasıl bir kimlik inşası olacak, sonrasında nasıl bir bölge ile karşılaşacağımızı kestirmek mümkün değil ancak muhakkak bir “kazanan” ve “kaybeden” olacak ve “kazananlar” bölgede yeni dönemi, yeni kimliği inşa etmeye çalışacaktır. Fakat ne inşa edilirse edilsin, yıkıntılar üstüne kurulan bu yapı geçmişi ile, yani bu savaşta yaşananlarla yüzleşmezse omuzlarında tarihin yükünü taşımak zorunda kalacak… Türkiye gibi…