Semih Erelvanlı: Yüzde doksan dokuzun distopyası, yüzde birin ütopyasıdır

Semih Erelvanlı'nın son kitabı Küller Hep Kitap etiketiyle okucuyu ile buluştu. Erelvanlı ile kurduğu distopyada bugün ve gelecek arasındaki benzerlikleri konuştuk.

Google Haberlere Abone ol

Adalet Çavdar

DUVAR - Yeni dünyayı hepimiz merak ediyoruz. Teknoloji bu kadar hızla ilerlerken devletlerin insani politikaları bu kadar gerilerken başımıza ne gelecek diye bir telaşımız var. Kimileri bu endişeleri bilimsel, evrimsel ve sosyolojik açıdan ele alıyor. Peki ya içine düştüğümüz şey bugünlerde yazılan distopyalara benzerse! Semih Erelvalı’nın Hep Kitap etiketiyle yayımlanan romanı “Külleri” olası bir Üçüncü Dünya Savaşı sonrasındaki dünyayı anlatıyor. Zihin okuyan devletler, yoksulların ve sağlıksız insanların hayatta kalmasını istemeyen iktidarlar içinde "insanlar varlığını nasıl sürdürebilir" meselesi üzerine düşündürüyor.

Semih Erelvanlı ile kurduğu distopya ile bugün ve gelecek arasındaki benzerlikleri konuştuk.

Semih Erelvanlı

Elbette öncelikle şunu sormam gerekiyor: Külleri’nin hikâyesi aklınıza ne zaman ve nasıl geldi? Yazım süreci nasıl başladı ve geçti?

Yaklaşık iki yıl önce bilincimde, totalitarizm boyunduruğundaki bir toplumda ölüm-kalım mücadelesi veren mültecileri anlatma fikri gelişmeye başlamıştı. Ancak daha sonra o trajediyi bir başka romanda ele almaya ve totaliter devlet mekanizması üzerinde yoğunlaşmaya karar verdim.

Karakterlerimi belirleyip olay örgüsünün taslağını çıkardığım sırada işimin kolay olacağını düşünüyordum, çünkü hikâyenin başlayacağı yeri de, sonlanacağı şekli de biliyordum. Ancak ne zaman ki metnin içinde yola koyuldum, o zaman şunu fark ettim: Evet, bu kış çok sert geçecek. Romanı öyküde tutunduğum ilkelere bağlı kalarak yazmak bana türlü zorluklar getirecek. Fakat zaman ilerledikçe o yaratıcı gücün verdiği mutluluk arttı ve beni kıyıya sağ salim ulaştırdı.

Daha önceki eserleriniz öykü ve sinema üzerine üç ayrı kitap. Şimdi ise işin içine distopyanın girdiği bir kurgu roman. Türler arasında geçiş sizi nasıl şekillendiriyor?

Her bir türün okurundan olduğu kadar yazarından da bekledikleri farklı elbette. Fakat ben sinema üzerine çalışırken de, roman yazarken de öykücülüğümde olduğu gibi sözcük israfından uzak durmaya ve güçlü bir görsellik yakalamaya uğraşıyorum. Romanın temelde olaya yaslanması, çok sayıda karakteri daha derinlemesine barındırması ise benim için yeni olan taraflardı. Bütün olarak değerlendirdiğimde, romana dalmanın yazarlığımı geliştirdiğine inanıyorum. Özellikle beni senaryo yazmaya hazırladığına... Çünkü bu süreçte en çok senaryo matematiğinden ve karakterler arasında ilişki kurmada, devamlılığı gözetmede, diyaloglarda doğallığı yakalamada, aslında her aşamada sinemanın bakışından yararlandım. Bundandır ki okuyuculardan aldığım tüm geri bildirimlerde Külleri’ni bir sinema filmi izliyormuş gibi okuduklarını söylemeleri bana müthiş bir sevinç veriyor.

'YARATMAKTAN ALDIĞIM HAZZIN ÇOĞALMASI...'

Öyküden sonra bir distopya kurmak, bunun için çaba sarf etmek sizin için nasıl bir hazdı?

Külleri’ni uzak gelecekte tasarladığım için bugünkü dünyanın evrileceği yere ilişkin tutarlı bir bütünlük öngörmem gerekiyordu. Ayrıca her bir karakterin ötekileriyle olası en fazla sayıda bağlantısını kurmak gibi bir niyete sahiptim. Bunlara bir de kurguda özgünlük arayışını ekleyelim. Doğal olarak ortaya çıkan, düş gücümün dürtüklendikçe dürtüklenmesi oldu. Ve yaratmaktan aldığım hazzın çoğalması…

Külleri’ne gelecek olursak, bir gelecek zaman kurgusu var, dünya bildiğimiz dünyadan çok daha kötü bir yer haline gelmiş, lakin aslında kurgunun bugüne çok ciddi göndermeleri mevcut. Gündelik hayat, sosyal hayatın akışı, devletle olan ilişkimiz ya da ilişki kuramama halimiz. Bütün bunlar sizi nasıl etkiledi ve şekillendirdi romanı yazarken?

Bugünün veya dünün dünyasında yaşamak demek, gece uykunda öldürülmenin mümkünlüğünü kabul etmek demek. Üstelik bunun için iç savaş cehennemine düşmüş bir ülkenin yurttaşı olmak gerekmiyor. Serseri bir kurşun olur, petrole susamış bir ağzın tükürdüğü bomba olur… Bu karanlıklardan nasıl bir gelecek doğabileceğini düşündükçe Külleri üzerime serpilmeye başladı. Ve biliyorum ki, yüzde doksan dokuzun distopyası, yüzde birin ütopyasıdır. İşte ben de onu anlatmaya çalıştım.

'KÜLLERİ'NİN ÖNGÖRÜLERİNE TANIK EDECEĞİMİZİ DÜŞÜNÜYORUM!'

Bazı romanlar gelecekte geçseler dahi zaman içerisinde farkında olmadan gerçekleşirler. Külleri’ni yazarken bu distopyanın gerçek olabileceği fikri içinizi sızlatmadı mı? Ya da halihazırda zaten sizin fikrinizce olay buraya doğru mu gidiyor?

İçimi istediği kadar acıtsın, ben Külleri’nin öngörülerine ne yazık ki tanıklık edeceğimizi düşünüyorum. Hatta belki de beklediğimden daha yakın bir zamanda. Tıpkı Aldous Huxley’in Cesur Yeni Dünya’daki altı yüzyıl sonraya dair kehanetlerinin çok daha erkenden gerçekleşmesi gibi.

Fakat tarih istediği kadar oraya doğru aksın, bunu engellemenin mümkün olduğuna inanıyorum ben. Engelleyemesek bile kaç distopyadan geçersek geçelim, hayallerimizdeki o kırmızı ütopyaya kavuşacağımıza ilişkin umudunu bırakmıyorum. Çünkü Dünya’nın yaşama içgüdüsü, bizim tarafımızda. Ve kendisini öldürmeye çalışanları bir gün uzayın karanlığına kusacak. Eninde sonunda.

Her şeyin akıllısı var artık elimizin altında; arabalar, telefonlar, bilgisayarlar, evler... Bir zaman sonra biz görürüz görmeyiz bilinmez ama işler iyice çığırından çıkacak ve insana dahi ihtiyaç kalmayacağını söylüyor bazı yayınlar. Özellikle Harari bu mesele üzerine en çok konuşan yazarlardan, araştırmacılardan biri. Bütün bu gelecek tahayyülüne siz nasıl bakıyorsunuz? Bütün bu romanı yazma sürecinde neler okudunuz, neler ilginizi çekti?

Sorularınızı yanıtlamadan önce Harari’nin birçok görüşüne mesafeli kaldığımı belirtmek istiyorum. İnsanlığın açlığı, salgın hastalıkları ve savaşı dizginlemeyi başardığı, ayrıca liberal demokrasiden daha iyi bir alternatif geliştiremediği gibi görüşlerinin tartışmalı olduğu açık.

İnsanı devreden çıkaran gelecek tasarımlarına gelince, bu bana on dokuzuncu yüzyıldaki Luddite hareketini hatırlatıyor; onların makinelere saldırmasını... Şimdi de robotlara, bilgisayarlara karşı geliştirilen korku... Bizim yapay zekâyı da içeren meselelerimizin düğüm noktası, insanlık tarihine nasıl müdahale edebileceğimiz.

Bu süreçte okuduklarıma gelecek olursak, en önemlisinin Henry David Thoreau’nun Yürümek adlı yapıtı olduğunu söyleyebilirim. Ondan yapacağım şu alıntı, romanın ruhuna çok fazla katkı sağlamıştır: “Bir kimsenin ülkesinin yasasından daha yüce bir yasa (vicdan) vardır. Bu iki yasa çatışırsa, kişinin ödevi yüce yasaya uymaktır.”

Hazırlık sürecimde Martin Luther King’i de yeniden gözden geçirdim. Onun sivil itaatsizlik eylemlerinde, meseleyi tartışmaya zorlayacak bir gerginlik ortamı oluşturmayı ve sorunu görmezden gelinemeyecek dereceye kadar dramatikleştirmeyi amaçladığını hatırladım.

Son olarak, o dönemde okuduğum yazılardan birinde Amerikan Savunma Bakanlığı’nın ordu içinde yaygınlaşan intiharları önleme programı başlattığını öğrendiğimi belirtmeliyim. Bu girişimin arkasında, bir askerin intiharının –özellikle savaş zamanında diğerlerinin üzerinde moral çöküntüye yol açarak– savaş gücünü azaltmasından duyulan endişe yatıyordu. Araştırmaya devam ettikçe o kadar çok trajik hikâye öğrendim ki… Hatta intihar etmiş askerlerden biri Külleri’ndeki karakterlerimden birine hayat bile verdi.

Külleri, Semih Erelvanlı, 268 syf., hep kitap, 2018.

'BELLİ BİR YERDEN SÖZ ETMEK BANA DARALTICI GELİYOR'

Peki, siyasal olarak sormuyorum –siyaset her yanımızı etkilese de– ama sosyal olarak sizce bu memlekette olan şey ne? Nasıl tanımlıyorsunuz, nasıl görüyorsunuz burada yaşamayı?

Ben bu memleketi de, burası dediğimiz yeri de öncelikle Dünya olarak gördüğümü söylemeliyim. O nedenle belirli bir yerden söz etmek, bana her zaman daraltıcı geliyor. Çünkü ülkeler arasında ekonomik, kültürel, toplumsal farklar olsa da, hepsi tarih yolculuğuna aynı yerden başlamadı mı? Çok benzer aşamalardan geçip bugüne ulaşmadı mı? Dahası içinde boğulmamaya çalıştığımız küreselleşme denizinin rengi her birimiz için aynı değil mi?

Farklı olan, benliklerimizi tutsak almış o sevimsiz grinin tonları. Yoksa ırkçılığın, gelir adaletsizliğinin, farklılığa nefretin, doymak bilmez tüketim arzusunun ve tüm diğer cinslerin aleyhine erkeği yüceltmenin her ülkede nüanslarla sürüyor olması, yeterince mutsuz edici.

'RÖNTGENCİLİĞİN BU KADAR YÜZSÜZ OLANI!'

Külleri içinde de zihin okuma meselesi ve devletin bütün zihinleri kontrol etme mekanizması yer alıyor. Bu bana aslında bugünün medyasını ve televizyonunu anımsatıyor. Üstelik yüz yıl ötede değil, 2068 senesinde geçiyor roman. Sizce bugün bizim başımıza gelen şey ne, neye benziyor?

Ne zamandır Foucault’nun gözetim toplumundan çıkmış, Deleuze’ün denetim toplumu dediği çağda yaşıyoruz. Gündelik hayatın her alanında hareketlerimiz izleniyor, seslerimiz, yazışmalarımız, görüntülerimiz kayıt altına alınıyor. Ancak bunun daha da ileriye gideceğini öngörmek, zor olmasa gerek. Ki zaten son otuz-kırk yıldır egemenliğini (yalnızca gündelik hayatta da olsa) ilan etmiş neoliberal bakışın bize yoktan ihtiyaçlar yaratıp bunları doyurmaya çalıştığını, o amaçla da düşüncelerimize, algılarımıza medya aracılığıyla müdahale ettiğini biliyoruz. En basitinden, internet ortamında hangi siteyi ziyaret etsek ana kumanda merkezi bunun kaydını tutup ertesinde zevklerimize, beğenilerimize uygun reklamları karşımıza getiriyor. Röntgenciliğin bu kadar yüzsüz olanı! Tekil olarak incelendiğinde şizofreni olarak görülebilecek olan, her yere nüfuz etmiş halde. Bütün o kontrol edildiğini, düşüncelerinin (hadi Twitter, Facebook paylaşımlarının diyelim) okunduğunu, her yerde kötülüğün dolaştığını zannetmeler... Zan mı gerçekten? Artık hepimiz şizofreniz ve bunun farkındayız.

Sizce insanlar ya da insanlık neyi kaybetti, neyi unuttu ve biz böyle her şeyin farkında ama hareket etmeden, edemeden yaşayan insanlar olduk? Bir yanımız diğer yanımıza küs gibi yaşar oldu... 

Bireysel bazda analiz edersek, yanıtlarımız birkaç önerme etrafında toplanacaktır: Kiminin vicdanını veya sevgiyi unuttuğunu, kiminin akıl sağlığını ya da cesaretini yitirdiğini söyleyebiliriz. Ama soruları şöyle formüle etsek, gerçeğe bir adım daha yaklaşabiliriz belki: İnsanlık henüz neyi kazanamamış veya neyi yitirdikten sonra hatırlayamamıştır?

Benim buna ilk yanıtım, özgürlük arzusu olacaktır. Tüketime dayalı haz bağımlılığını, gelecek belirsizliğinin endişesini ve belki de en önemlisi ölüm korkusunu nakavt edecek bir özgürlük arzusu…