Solmaz Kamuran: Kimlik sadece savaşla kaybolmuyor

Romanlarıyla Türkiye ve yurtdışında büyük ilgi gören Solmaz Kamuran Ceviz Ağacı romanını okurlarıyla buluşturdu. İnkılap Kitabevi’nden çıkan roman üç farklı kökenden gelen ailenin geçmişlerine tanıklık ediyor.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Romanları pek çok dile çevrilen Solmaz Kamuran'ın Ceviz Ağacı romanında, Hıristiyan, Yahudi, Müslüman ailelerinin 20.yy başında, Edirne’de farklı zamanlarda aynı evin içinden geçen hikayelerine tanıklık ediyoruz. Ermeni olan Garo’nun Fransa’dan Edirne’ye gelerek kendi geçmişini araması ve bu arayışta Saliha Hanımla kurduğu bağ, Garo'nun annesinin yaşadığı evi görmesi, dokunması o eve, yüzleşmeyi de beraberinde getiriyor.

Solmaz Kamuran, Ceviz Ağacı’nın tanıklığında gerçekleşen ailelerinin dramını tarihle yoğurarak okuyucuyu sunuyor: Ermeni Tehciri, Trakya Olayları, Varlık Vergisi, askeri darbeler, ekonomik krizler ve bunca çalkantı arasında savrulan insanlar, yarım kalan hayatlar…Yazar, Ceviz Ağacı’nda bedellerinin acıyla, ayrılıkla, hasretle ödenmesine tanık olmuş bir evin üç neslinin yaşamını tanımaya davet ediyor.

Yunanca, Macarca, Sırpça, Portekizce, İspanyolca, İtalyanca, Kürtçe, Bulgarca, Romence ve Lehce’ye çevrilmiş romanları bulunan ve 22 yayımlanmış çevirisi olan Solmaz Kâmuran, bugün ve 18 Kasım pazar günü saat 13:00'de İstanbul Kitap Fuarı'nda olacak... Kamuran'la, kitap vesilesiyle bir araya geldik. Ceviz Ağacı’nı ve Ceviz Ağacı’nın hatırlattığı, hayatları konuştuk.

Solmaz Kamuran

Ceviz Ağacı kitabınızla başlayalım; Fransa’dan Edirne’ye geçmişini arayan Garo ve çevresindeki olaylar anlatılıyor… Garo yıllar sonra neden geçmişinin peşine düştü?

Çünkü onun hiçbir şeyi yok. O mekânlarda o insanlarla birlikteysen geçmişin var, Garo'nun bir fotoğrafı bile yok. Ailesinin kim olduğunu bilmiyor. Kulaktan dolma laflarla Fransa’dan kalkıp Edirne’ye geliyor. Bilmek istiyor, milliyetçilikten değil…

Romanın her bir karakterinin farklı özellikleri var, sizden de izler taşıyor mu?

Kaçınmaya çalışıyorum kendimden, ama çok fazla yazınca da yıllar içinde kendini de ifşa ediyorsun. Yazı yazmak benim için başkalarının dünyalarına yaptığım yolculuk, aynı zamanda kendi içime de yaptığım yolculuk. Yazı yazarken hatırlıyorum, onlar hatırlanıyor…

Roman 12 Eylül öncesinde geçiyor.

Evet, 70’lerin sonu, ortalığın iyice karıştığı, benim de üniversite yıllarım.

O halde Nur karakterine gelelim, o da bir üniversite öğrencisi ve sol grup içerisinde, sizin gençliğiniz mi?

O dönem gördüklerimi, yaşadıklarımı Nur üzerinden anlattım. Aslında bütün karakterler biraz ben değil miyim? Garo da benim, Saliha Hanım da, Cenan da, Arşaluys da…

Ceviz Ağacı, Solmaz Kâmuran, 256 syf., İnkılap Kitabevi, 2018.

Rozet?

Bir iz vardır mutlaka… Aslında Rozet, erkek gibi davranan kadınlara göndermeydi. Rozet de bugün kent yaşamı içinde belli bir kesimde yer alan, kendini bilgili addeden bir kadın. Nasıl ki özgürlük deyince erkeğin aklına sadece cinsellik geliyor; Rozet de onun kadın hali. Bir adamla olup ertesi gün bırakabiliyor. Rozet güçlü bir kadın.

Kitap bir film gibi akıp gidiyor ve bazı sahneler de çok sinematografik bir yapısı var.

Bunu film olarak görmeyi çok isterdim. Ferzan Özpetek çekse mesela…

Roman iki ayrı bölüm gibi... İlk bölüm Garo ve Saliha Hanım karakterlerinin yüzleşmeleriyle geçiyor. 

Karakterleri baştan sonra taşımadım evet. İki ayrı bölüm, ilk bölüm üç günlük karşılıklı konuşma ve sonrasında olaylar, yüzleşme… İlk bölüm bir nehrin sakin sakin akması gibi... İkinci bölüm yatağın daraldığı yerler…

Romanda betimlemeler, tasvirler… O anı adeta yaşatıyorsunuz, sokağı, evi, ceviz ağacını…

Aktarabilmek ve hissettirmek istedim. Evi ete kemiğe büründürüyorsun, ev olmaktan çıkıyor… Başka türlü nasıl anlatabilirim ki?

Tarihle de yoğurmuşsunuz, roman boyunca pek çok tarihi yerleri öğreniyoruz, okuyucuya bir yol da açıyorsunuz.

Okuyucu tarihi de öğrenecek. Kıztaşı hikâyesi, Nur’un oturduğu mahalle… Hatırlıyor olmak, aktarmak çok değerli... Her şeyden önce de yaşanmışlıklar… Düşünüyorum da sanki hepsi gerçek karakter gibi… Adını sen koyuyorsun, her bir karakterin başına bir şeyler geliyor; garip…

'ORTAK ANI MİLLİYETÇİLİK ÜZERİNDEN YAPILIYOR'

Bugünden bakınca ne çok şey değişiyor birikmeden değil mi?

Birikim çok önemli şehir ve kentleşmede… Sokak isimleri değişiyor, okullar yıkılıyor, deprem oluyor, okulun adı değişiyor. Ee ne oluyor? Bu benim zihnimde hayal olarak kalıyor. Mesela benden sonra o okula gelmiş olanlarla aramda bir kopukluk oluyor. Anı birikimi olmuyor. Oysaki ortak anı yaratan alanlarımız olması lazım… Maalesef ortak anı milliyetçilik üzerinden yapılıyor. Mitingler, gösteriler… Hâlbuki parktaki eğlence de güzeldir, aynı okula gitmek de önemlidir. Okul aynı kalmalıdır. O zaman toplumunda bir geleneği olur. Eğer sen onu sık sık kesintiye uğratırsan, arada boşluk kalırsa kuşaklar birbirine yabancılaşır ve bir birini anlayamaz. Yabancılaşırsın…

Yabancılaşmak en kötüsü... 

Kesinlikle en kötüsü yabancılaşmak... Ortak birikim yok; tek bayrak, tek milletle olmaz. İnsanların ortak yaşam alanları olur. Birlikte yaptıkları güzel şeyler...

'KÜLTÜR YEREL TÜKETİMDİR'

Neden bu kadar değişiyoruz?

Değişiyoruz da nereye değişiyoruz! Bir şeyin evrilmesinden bahsetmiyoruz, sadece teknoloji gelişiyor; kültür nedir? Yerel tüketimdir. Yerel tüketim araçlarıdır. Çağdaş özellik denilen bütün insanlığın kullanacağı bir üretimdir. Bizim yerel kültürümüz kayboluyor, o kaybolunca da kimlik kayboluyor. Kimlik sadece savaşla kaybolmuyor. Göçlerle de kayboluyor. Bu göçlerin politik nedenlerinin de olması gerekmiyor.

İnsanlar başka ülkelere gidiyor, birkaç kuşak sonra başka bir şeye dönüşüyor ne yazık ki. Ne oralısın ne de buralısın... Yabancısın bir şekilde. Sonrasında milliyetçi kimlik tepkisel olarak ortaya çıkıyor. Bunları göz önüne almasak en küçük birimden en kalabalığa kadar insanlığı çok acı şeyler bekliyor.

Bu biraz yalnızlık mı peki?

İnsanlar artık birbirleriyle konuşmuyor, geçmişi bilmiyor. İnsanların bir şeyler paylaşacağı arkadaşı yok gibi geliyor bana… Sanal bir dünyada, sosyal medya araçlarıyla yaşıyorlar! Bunla nasıl başa çıkılır bilmiyorum. Yasaklarla olmaz tabii. İnsanlara bir arada olmayı öğretmeliyiz.

Çok şey gördünüz, yaşadınız ve şimdi aktarıyorsunuz, bugün nasıl bakıyorsunuz?

Bugün başka türlü bakıyorum. Muhalefete tahammül edemez hiçbir iktidar. İktidar olunca şöyle bir şey yok mu, diyalektik, değişim, değişimin diyalektiği; her şey değişiyor, şekil değiştiriyor devam ediyor. Peki, politikacı olmak garip değil mi?

Ben artık çok farklı bakıyorum. Hiçbir şeye angaje değilim. Kendi kulvarında sade yaşayan bir kadınım. Coğrafi sınırlara inanıyorum, siyasi sınırlara inanmıyorum. Nasıl inanabilirim, biri cetvel almış çizmiş, burası sınır demiş, nasıl olur da insanlar düz bir çizgiyle ayrılabiliyorlar!

Adalet duygusu en temel şeydir benim için. Dürüst olmak, yalan söylememek… Marksist düşünce bana ne verdi, başkasının malında gözümün olmamasını... Yalancı bir saygıyla kimsenin karşısında eğilmem.