Akın Birdal: Benim Sarı Zarf'ımın hikayesi başka!

Siyasetçi ve insan hakları savunucusu Akın Birdal'la son kitabı Sarı Zarf'ı konuştuk. Birdal "Kitabın yüzleşmeye vesile olmasını umuyorum. Çünkü Sarı Zarf sadece benim hikâyem değil, Türkiye’nin hikâyesi; demokrasi, insan hakları, özgürlük ve barış mücadelesinin bir panoraması oldu" diyor...

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - İnsan hakları ve barış savunucusu Akın Birdal’ın kaleme aldığı "Sarı Zarf" okurlarıyla buluştu. Sarı Zarf, şimdiye kadar insan hakları ve kooperatifçilik konularında çok sayıda makale yazan Akın Birdal’ın uzun bir aradan sonra yayımlanan dördüncü kitabı.

A7 Kitap Yayınları’ndan çıkan eser, insan hakları mücadelesine adanmış bir yaşamın öyküsü olduğu kadar aynı zamanda Türkiye’nin 50 yıllık tarihine ışık tutacak bir belge niteliğinde. Yazar, ve hukukçu Burhan Sönmez de Sarı Zarf'ın önsözünde tam da bu gerçeğe göz kırpıyor; "... Akın Birdal’ın yaşamını izlerken en önde onun siluetini görürüz. Bir çocuğun hayalleri, bir gencin heyecanları ve bir yetişkinin acıya karışmış umutlarıyla yüklüdür. Onun arkasında kalabalıklar belirir; ailesi, arkadaşları ve dünyanın farklı yerlerindeki tanıdıkları. Onların hikayesine katılırız. Ve o zaman fark ederiz ki, görüntünün en arkasında, bazen bahar rüzgarına, bazen güz fırtınasına kapılıp giden bir ülke ve bir çağ vardır. Değişimin çağıdır o, hayal kırıklığının ve diretmenin çağı..."

Yaşadığı onca baskıya rağmen asla mücadeleden vazgeçmeyen bir birey olarak ‘’insan hakları mücadelesinin yaşayan bir figürü’’ haline gelmiş olan Akın Birdal ile Sarı Zarf’ı kaleme almaya götüren hikayesi hakkında keyifli bir sohbet ettik.

Akın Birdal ve Nuray Pehlivan

'AMACIM UNUTTURMAYA KARŞI BİR BELLEK OLUŞTURMAKTI'

Sol Elim, Can Suyu ve Betula isimli kitaplarınızı biliyoruz. Uzun bir aradan sonra sizi Sarı Zarf’ı yazmaya iten neydi?

Aslında herkesin bir hikayesi var bu coğrafyada. Ben de bu yaşanılanların anlatılması ve yazılması gerektiğini düşündüm. Bir zamanlar anılarımı anlattığım dostlarım da beni özendirdiler. Bu kitabı yazmaktaki amacım unutturmaya karşı bir bellek oluşturmaktı, -gündem o kadar hızlı değişiyor ki insan belleği unutuyor- hem demokratikleşme mücadelesinde bir bellek tazelenmesi hem de bu süreçte yitirdiklerimizi de unutmama, onları anma yolunda... Çünkü onları anarken aynı zamanda onların mücadelesini de yürütüyorsunuz. Onların uğruna yaşamlarını yitirdikleri değerleri de gündemde tutmanıza neden oluyor bu. Yaşadıklarımızın mürekkebi kurumadan yazmak gerektiğini düşündüm.

Sarı zarf hep kötü bildirimler getirir…

Evet, sarı zarfın çağrışımı iyi değildir. Birisinin işine son verilecekse, sürgün olacaksa sarı zarfla tebliğ edilir. Bir ödüllendirme değil, bir cezalandırmadır. O nedenle çağrışımı iyi değildir, ama benim sarı zarfımın hikayesi başka... 2000 yılında cezaevindeyken birçok sürgünün otobiyografilerini okumuştum. Örneğin Celalettin Bedirhan, otobiyografisinde sıradan günceleri yazmış. Kitabın bir bölümünde “1 lira verdim 4 mark aldım”, diyor. 1925’teki o sıradan günlük yaşam bize o dönemin ekonomik ve sosyal durumunu çok iyi yansıtıyor. Ben Ulucanlar cezaevindeyken DEP’li milletvekilleriyle kalıyordum. Arkadaşlara bunu da örnekleyerek yaşadıklarını yazmalarını öneriyordum. Onlar da bu sarı, kirli duvarlar arasında yaşadıklarımızın hep aynı şeyler olduğunu söylüyor, ne anlamı var ki diyorlardı. Oysaki Türkiye’nin demokratikleşme, özgürleşme hareketi tamamlandıktan sonra o arkadaşların cezaevlerindeki günlük yaşamları bize o döneme ve Kürt siyasetine dair uçlar verir.

Kitabın yüzleşmeye de vesile olmasını umuyorum. Çünkü Sarı Zarf sadece benim hikayem değil, Türkiye’nin hikâyesi; demokrasi, insan hakları, özgürlük ve barış mücadelesinin bir panoraması oldu. Bu kitapla bir yola çıkıyor ve o yolculukta iyi insanlarla tanışıyorsunuz. İyinin karşıtı olan insanlarla karşılaşıyorsunuz. Biz her zaman devletin 100 yıllık tarihiyle yüzleşmesi gerektiğini, sorgulaması gerektiğini söyleriz; ama bizim, Türkiye solunun da kendisiyle hesaplaşması, yüzleşmesi gerekiyor. Nerede ne tür yanlışlar yapıldı, nerede yol ayrımları oldu? Neden herkes kendi mahallesinin dışına çıkıp da aynı değerler üzerinde buluşamıyor? Bunlar da sorgulanması gereken durumlar.

Sarı Zarf, Akın Birdal, 392 syf., A7 Yayınları, 2018.

'ACI ÇEKMEYEN İNSAN SEVİNCİN TADINI ALAMAZ'

Sarı Zarf'ta da acıları taşıyabilen ama aynı zamanda mutlu ve hayat dolu hikayeniz okuyucuyu ele geçiriyor. Hayallerinizdeki dünyaya ulaşmayı hedeflerken çabaların boşa gittiğini düşündüğünüz, umutsuzluğa kapıldığınız olmuyor mu? Bu dengenin sırrı nedir?

Bunun sırrı insanlığın kendiliğinden iyiliklere, özgürlüğe, barışa kavuşamadığının bilincinde olmak. Bu kazanımların mutlaka bir bedelinin olduğunu biliyorsunuz. Düşündüğümüz gibi yaşamalıyız. Düşündüğümüz o kazanımları da gözümüz gibi korumalıyız. Ben de yaşamımda hep bunu yapmaya çalıştım. Nasıl ki yaşam ve ölüm iç içe, biri diğerinin arka yüzü ise, acı ve sevinç de birbirinin iki yüzüdür. Zaten acı çekmeyen insan sevincin tadını alamaz... Gerçekten acısız bir sevinç, acısız bir yaşamın da bence çok anlamı yok. Siz bunu isteyerek yaşamıyorsunuz zaten. Sizin iradeniz dışında geliyor bu kazalar, belalar, saldırılar...

Bu yıl 70’lerin de bir kesişmesi oldu. Ben bu yıl 70 yaşıma girdim. Geçtiğimiz ay bu kitabın ilk tanıtımını yaptığımız Frankfurt Uluslararası Kitap Fuarı’nın 70. Yılıydı. Bu yıl insan hakları evrensel bildirgesinin 70. Yılı. Bir de Sabahattin Ali’nin katledilişinin 70. Yılı olduğunu da unutmamak gerekir. İnsan hakları evrensel bildirgesinin yıldönümü nedeniyle geçtiğimiz ay Avrupa kurumlarının önünde bir anıt açıldı. İspanyol bir sanatçı Cristobal Gabaron, 15 bin parçadan oluşan 24 ton ağırlığında bir insan hakları anıtı yaptı. Yerleştirilmesi de 4 gün sürdü. Bu anıtta 70 insan figürü vardı. Siyah, beyaz, çocuk, genç, yaşlı, engelli… Yani insanların bir arada yaşayabileceklerini sembolize ediyordu. Birbiriyle diyalogla, iletişimle ve birbirine dokunarak, birlikte yaşamanın mümkün olacağını anlattı. Fakat bu anıt ne yazık ki uygulama bulamadı günümüzde. O bildirgede ve sözleşmede öngörülen ve hayal edilen haklar ve özgürlükler yaşam bulmadı. Özellikle soğuk savaş sonrası, Sovyetlerin dağılmasıyla, tek kutuplu küresel bir dünya kuruldu ve bu dünyada insanlığın uluslararası kazanımlarından uzaklaşıldı. İnsan hakları korunmasız ve savunmasız kaldı. Umuyor ve diliyorum ki bizim hayallerimiz de anıttaki hayal edilen şey de yaşam bulur.

Sarı zarf dolaşıyor ama bir türlü yerine ulaşmıyor. Bir yanıyla Sisifos’u, bir yanıyla köklerinden koparılmışların arayışlarını çağrıştırıyor. Sanki olay, zarfın yerini bulamamasında değil de dolaşmasında gibi… Ne dersiniz?

Kuşkusuz öyle... Bu bir metafor. Sarı zarf artık adresini arayan bir zarf olmaktan çıkıyor. Bir umuda, yolculuğa dönüşüyor. Bir aşka, özleme dönüşüyor. Sokakta köpeğiyle oynayan bir çocuğun sevincine dönüşüyor. En önemlisi burada mültecilik de var tabii. Şu anda 60 milyonu aşkın insan göçmen; insan hakları açısından da yaşanan en büyük dram mültecilik. Bakın Ege Denizi’nin iki yakasındayız şu an. Barış gölü olarak hayal ettiğimiz bu yer, ölüm gölüne dönüştü. Ne trajediler yaşanıyor... Temel haklardan biri olan, halkların başka bir ülkeye sığınma hakkı varken bu hak yerle bir edildi. Bu mültecilik meselesini iktidarlar elinde koz olarak kullanmaya başladı. Mesela sizin Harmandalı Geri Gönderme Merkezi’nde çektiğiniz görüntüler ne kadar trajikti. İnsanlar geri gönderme merkezlerinde bütün haklarından yoksun bırakılmış, hapsedilmiş olarak yaşıyor. O nedenle fırsat bulanlar yaşadıkları bu zulümden ölüme yolculuğa çıkıyor. Sarı zarf aslında bir muhacirliğin, bir mülteciliğin de dramını anlatıyor. Burada yaşanılanların bundan sonra yaşanmamasını dileyerek…

'ULUSLARARASI DENETİM MEKANİZMALARI DA EGEMENLERDEN YANA'

Mülteci sorunundan konu açılmışken insan hakları konusunda Uluslararası Denetim mekanizmalarını işlevsel buluyor musunuz?

İnsanlık mücadele tarihinde ezenler ve ezilenler vardır her zaman. Bir iktidar, ikbal emeli ve iktidarın nimetlerini paylaşma hırsından kaynaklanıyor. Yoksa neden savaşsız sömürüsüz bir dünya gerçekleşmesin... Soğuk savaş döneminde dünyada 700 milyara ulaşmamıştı silahlanmaya ayrılan para. Oysa soğuk savaş sonrası İsveç Barış Araştırmaları Enstitüsü SIPRİ’nin raporlarına göre, 1 trilyon 782 milyar doları bulmuş. İşte bu silahlar, başta yaşam hakkı olmak üzere hep hak ve özgürlüklerin gasp edilmesinde kullanılıyor. Uluslararası denetim mekanizmaları da artık egemenlerden yana işliyor yani. Asıl çıkmaz burada.

Bunun örnekleri; savaş kışkırtıcılığı, insanlığa karşı işlenen suçlar... Bakın egemenler dünyayı kuşatıp ele geçirdiler. En son Brezilya örneğinde; işkenceyi, insanların katledilmesini savunan birisi başkan oldu! Küresel kriz; su, çevre kirliliği, tarım ve gıda ürünlerinde yaşanan sorunlar bu savaşı daha da kızıştırıp dünyayı iyiden iyiye yaşanılmaz hale getirecek. O nedenle bence BM şu anda işlevini yitiriyor. Bu insanlığın haklarını savunup dünyayı yaşanılır kılacak başka bir uluslararası birleşmeye büyük gereksinim var. Çünkü BM Avrupa konseyi emperyalist devletlerin etki alanına girdi. AİHM’nin kararlarına bakın... Tamamen siyasi kararlar veriyor. O zaman nereye sığınacak insanlar?

'CUMARTESİ ANNELERİ'Nİ BURADAN SELAMLIYORUM'

18 Aralık 1992 günü ‘’Kayıplarımız bulunsun, Hesap Sorulsun” diyerek başlattığınız kampanya ‘’Cumartesi Anneleri’’ adıyla hala sürdürülüyor. Ancak 23 yıldan beri barışçıl bir şekilde yalnızca evlatlarının kemiklerini isteyen Cumartesi Anneleri için bir adım bile ilerlenemediği gibi, bu hak arayışının bunca yıl sonra iktidarın korkusunu tetiklemeye başladığı görülüyor. Bu konuda sizin düşünceleriniz nedir?

Evet, 700. haftadan itibaren annelerin Galatasaray Lisesi önünde toplanmasına içişleri Bakanlığı’nın talimatıyla yasak konuldu. Şimdi anneler Galatasaray Lisesi’nin önüne gidemiyorlar. Ama arayışlarını sürdürüyorlar. Bunu hiç kimse durduramaz. Oğlunu, kızını, eşini yitirmiş insanlar; kemiklerini nasıl aramasın? Bu insanlar sadece yakınlarına çiçek bırakacakları dualarını okuyacakları bir mezar istiyorlar. Bundan daha doğal ne olabilir?

Cumartesi Anneleri'nin eylemi sivil itaatsizliğin en güzel örneklerinden biri olmuştur. Kesintisiz; her türlü baskıya, her mevsimde, soğuğa, kara, kışa karşı bu itaatsizlikten vazgeçmediler. Egemen güçler bugüne kadar yaptıklarından daha farklı şeyler yapıyorlar. Ama bizler bugüne kadar yaptıklarımızdan ve söylediklerimizden daha farklı bir şey yapmıyoruz. Bizim de buna karşı yeni stratejiler, eylem biçimleri geliştirmemiz gerekiyor. Bu farklı saldırıya karşı yeni bir sözümüz olmalı.

Şu anda İHD İstanbul şubemizin bulunduğu sokakta çığlıklarını yine yükseltiyorlar. Direnişlerini sürdürüyorlar. Ama yine Galatasaray’ın önüne gelecekler bir gün. Kaybettiklerini ararken, bu ülkede kaybedilmiş demokrasiyi, adaleti de bulacaklar. Ve failleri bir gün yargılanacak. Cumartesi Anneleri yalnız değil. Onların arayışının dostları var. Yitirdikleri eşlerini, oğullarını da tanıdığım Cumartesi Anneleri’ni buradan selamlıyorum.

'PAYLAŞMACI, DAYANIŞMACI VE MÜCADELECİ BİR TOPLUM YENİLMEZ'

Türkiye’nin tarihi, sizin yaşam öykünüzle paralel bir yanıyla, kayıplar tarihi... Kaybettiklerinizle, kaybedilenlerin iç içe girdiği bir yaşam. Yaşam haklarının bu kadar ihlal edildiği devlet yapısına maruz kalan bir toplumun ayakta kalması hala mümkün mü? Umudunuz var mı?

Umudum olduğu için bu kitabı yazdım. Umudumu yitirmiş olsam evime kapanırdım. Hala umudu korumanın bir hikayesidir bu Sarı Zarf. Çağdaş toplumlarda çok kullanılan 3 sözcük vardır. Birincisi tanısın tanımasın, “günaydın, merhaba...”; sokakta, mahallede, apartmanda herkes birbirini selamlar. İkincisi teşekkürdür, üçüncüsü ise özür. Bizde ise aynı apartmandaki komşusunu tanımayan bir yabancılaşma var. Bence önce bu yabancılaşmayı giderecek bir yol bulmak gerekiyor. Toplumda herkes birbirine karşı acımasız ve kutuplaşma hızla derinleşiyor. Bu nedenle herkes mutlaka bir örgüt içine girmeli. İnsanlarla buluşmalı, beraber olmalı... O beraberlik inanları cesaretlendirecek ve yalnızlık duygusundan kurtaracaktır. Bu sayede paylaşıma, dayanışmaya yol açacaktır. Paylaşımcı, dayanışmacı ve mücadeleci bir toplum yenilmez. Mutlaka kazanır. O nedenle biz şimdiden buna başlamalıyız. Neye maruz kalırsak kalalım içinden ancak bu şekilde çıkabiliriz.

Son olarak sizin eklemek istediğiniz bir şey var mı?

Öncelikle bu kitaba anlam ve güç katan bütün arkadaşlarıma buradan teşekkür ederim. Bu kitabı yazarken raflarda ara bölümlerle ilgili ne çok belge ve bilgi olduğunu gördüm. Sizleri ağırladığım sadece evin salonu oldu. Kitabın son sözünde de belirttiğim gibi Sarı Zarf’ı okuduktan sonra onlarla bu salondan çıkıp odaları gezeceğiz. Bu odalardan biri kır yoksullarının ekonomik, demokratik mücadele örgütü KÖY-KOOP modeli olacak. Çünkü Türkiye 1980 öncesi tarım ve gıda ürünlerinde kendi kendine yeten 7 ülkeden biriyken şimdi 5 ürünün dışında her şeyi dışarıdan alıyoruz.

İkinci kitapla, aynalı bir odaya gireceğiz. Herkesin insan hakları konusunda kendisiyle yüzleşebilmesi için. Üçüncüsü, bir suikastın anatomisi. 28 Şubat başlangıcı, süreci ve sonuçlarını kapsayacak. Dördüncüsü, Heval’lerin, Kürt siyasi mücadelesine katılanların hikayesi olacak. Beşincisi ise parlamentoda demokrasi, barış, adalet ve insan hakları üzerine yaptığım çalışmaların bir özeti olacak.

Akın Birdal, 17 Kasım’da TÜYAP’ın düzenlediği 22. İstanbul Kitap Fuarında düzenlenen imza gününde okurlarıyla buluşacak.