Okunurken bir değer, satılırken bir nesne: Kitap

Kitabı, bir tür kültür taşıyıcısı olarak görenler onun, makine ürünü olarak metalaşmasına itiraz ediyor ve kitap piyasasının ekonomik canlılığının niteliksiz kitapları öne çıkardığından yakınıyorlar ki haksız da sayılmazlar. Kitabın alışveriş merkezlerinde çocuk bezlerinin yanında satılmasının, kitabı basan ve satan “anlamayanlar” açısından pek de önemli olmadığı anlaşılıyor. Sorun; son zamanlarda okuyanlar, eleştirenler ve hatta yazanların da “anlamayanlar” grubunda olmasıdır. Sektörün varlığı da çoklukla bu ‘anlamayanlar’ egemenliğine bağlı ne yazık ki!

Google Haberlere Abone ol

“mutlak şeyleşmenin hüküm sürdüğü bir dünyada

yazarın felaketi anlatabilmek için

ayağını basacağı bir yer kalmamıştır”

Nurdan Gürbilek, Sessizin Payı

Hasan Öztürk [email protected]

DUVAR - Kil tabletlerden, papirüs ve parşömene ve oradan bugünün dokunmatik ekranlarına gelinceye dek kitabın, onu ‘nesne’ olmaktan çıkarıp bir ‘değer’ konumuna yükselten ‘yazı’ ve ‘okuma’ ile bütünleştiğinde uygarlığın, daha ötesi insanlığın tarihiyle koşut bir serüveninden söz etmek mümkün. Kendi adıma söylersem, ‘kitap’ hakkındaki her sözüme Suut Kemal Yetkin’in o içtenlikli, “Canım Kitap” yazısının diliyle başlamak ister(d)im doğrusu. Bu böyle iken ‘paradoks’ sözcüğüne açıklık getiren bir örnek aranacak olsa ona da kitabın konumu uygun seçenek olurdu derim. Öyle ya, bir yanda okuma oranımızın düşüklüğünden, kişi başına düşen kitap sayısının azlığından yakınırken diğer yandan kitabın alışveriş merkezlerinde satılan tüketim ürünlerinden herhangi biri gibi bir ‘nesne’ oluşundan, çok satılmasından rahatsızlık duyuyoruz. 1984 ile Cesur Yeni Dünya kitaplarını karşı karşıya getirmiş gibiyiz: Orwell, ‘yokluk’ nedeniyle eksik kalacağımızdan Huxley ise ‘bolluk’ yüzünden yok olacağımızdan yakınıyordu ütopyalarında. Kitabın Tarihi (Albert Labarre), son sözü, “Radyo dalgalarına ve görüntülere batmış bu dünyada kitap kişisel ve kurtarıcı bir çabayı temsil etmektedir”cümlesini henüz söylemişken bize, Kitap Yakmanın Tarihi (Lucien X. Polastron) okumak gibi bir şey, kitaba bakışımızdaki bu belirsizlik.

Bugünlerde, bugünlerden de hayli önce, Sabahattin Eyuboğlu’nun deyişiyle ‘kara’nın ‘mavi’yi, açıkçası ‘para’nın ‘sanat’ı bulandırdığı bir dönemdeyiz; ‘bulandırmak’ hafif kalıyor ya onun yerine, ‘kirlettiği /boğduğu’ demeliyiz artık içimiz acısa da. Muhtemelen dünyanın geri kalanı da bizim gibidir. Tanpınar’ın, “Yamalı olsa bile kendi hırkamıza sarılmaktan çok uzağız. Onun için uzakta başkalarının ısındığı ateşe gözlerimizi dikmiş soğukta titriyoruz.” (1949) uyarısıyla kendimize bakalım biz yine. Tören konuşmalarında, yayımcılık raporlarında, kütüphane/cilik bültenlerinde, test kitaplarının ‘sayısal verilerden yararlanma’ konulu sorularında vs. kitap ve okuma ölçeğinde dünyanın ne kadar da gerisinde kaldığımızı -çoklukla da bilgiçlik edasıyla- gösteren rakamlarla yüzleş(tiril)dikçe Tanpınar’ın ‘hırka’ ve ‘uzak ateş’ alegorisi yerini buluyor belleklerimizde.

DÜNYA İLE AYNI GEMİDE OLMAK

Dünyanın, kültürel seviyesindeki irtifa kaybını, bir genç kızın işlemeli saten giysileriyle temizlenen Gargantua’nın, “boktan incik boncukları, sırmaları kıçımı bereledi” şikâyetiyle işleme ustası kuyumcunun bağırsak hastalığına yakalanması dileğindeki gariplikle somutlaştırabiliriz. Nitelik, seviyeyi sıfırlamış, eksik alan bırakmadan. Polastron’ın deyişiyle “Dünya çapında örgütlenen bir önemsizlik modası var; herkes her sabah derinliksiz, inceliksiz bilgisiz görünmeye çalışarak kendi küçük katkısını yapmaktan memnun” olduğuna göre yakınılan nitelik kaybı ve piyasa kuşatması, kitap ile sınırlı olmadığı gibi bugünlerin sorunu da değildir karşımızdaki. Kalabalığın niteliksiz olana yönelişi, Antik Yunan’dan bu yana gerek öğretici gerekse kurmaca metinlerde eleştirilen bir kültür sorunudur. Bir kenarında bizim de yaşadığımız bu dünyada, “varoluş, gerzekçe ticaret eşyalarına ve hayatın en bayağı düzeydeki olgularına verilen önemle yönetilirken” biz de bu seviyesizlikten payımızı alacağız demektir.

Her geçen gün lümpenleşen bir dünyada yaşıyoruz ve algıları törpülenen kitle için sanal gerçeklikler üretiliyor. Hazır cevapların ötesi yok hükmünde, bütün gözler dışa dönük olunca kitaba ad olan biçimiyle söylenirse bir tür, “görünüyorum o halde varım” (Tayfun Atay, 2017) toplumu olduk. Görünen olmanın önemi arttıkça gösterilen ikonların görüntüsüne (görüşüne değil, onların görüşleri yok çünkü) tutulmak da kaçınılmaz oluyor, onaylamayıp dışarıda kalanlar dışlanıyor. Öncesi ve sonrası yok, ‘an’ belirliyor şirazesi kopmuş yaşamın gidişatını; dolayısıyla siyaset, din, eğitim, kültür vs. bu an’larla biçimleniyor çok zaman. Levis Mumford, dünyanın görünen yüzündeki maske ‘modern’ sözcüğünün Latin kökenli “yalnızca şimdi” anlamındaki bir sözcükten türediğini belirtirken geçerli duruma “bu mod’da olmak” (İnsanın Durumu, 2015) diyor. Kitabın da bu anaforun dışında kalması beklenemez elbette.

MAKİNE HATIRINA KİTAP SATIŞI 

Sanayi devrimi, yerleşik ekonomik koşulları alt üst ederken insanın düşünce dünyasını da yeni baştan biçimlendirdi diyebiliriz. Bilek gücü gibi zihinsel güç de yerinden edildi bu yeni dönemde. Üretim başat ölçüdür bundan sonrası için ancak tüketimi mümkün olan/olacak olan üretimdir sözü edilen. Maliyeti düşürmeyi amaçlayan sayıca çok üretim, daha çok tüketimi gerektirince aynı ürünü tüketmeyi ihtiyaç hisseden kitleler üretildi teknoloji yardımıyla. Nietzsche’nin deyişiyle makine, “satışı en iyi olan çeşidi kayırır yoksa makineyle büyük kazanç elde edilemez, fazla kullanılmayacak ve çoğu kez kapalı duracak” olduğundan seri üretim kaçınılmazdır bundan böyle. Yeni bir dünyada yaşıyoruz şimdi ve “Gutenberg Galaksisi” (Marshall McLuhan), kitabın modern dünyadaki konumunu belirleyen başat etkendir artık.

Basım teknolojisi kitapla ilgili yargılarımızı yeni baştan biçimlendirirken geçmişteki “değer” odaklı algılarımızı da siliyor. Yazımı merakla beklenen bir kitap yok artık bunun yerine tez zamanda tüketileceği ortama ulaşabilen bir metadır şimdilerde sözü edilmesi gereken nesne. Baskı teknolojisine bile gerek kalmıyor çok zaman bir başka makine türü ekran aracılığıyla ulaşıyor yazılı metin tüketicilerine. Kitapla ilgili hayli yoğun tartışmalar/eleştiriler bağlamında geldiğimiz nokta -Nietzsche’nin aktarışıyla- dengeleri sarsan sanayi devrimine tanıklık etmiş Alman filozof Lichtenberg (d.1742)’ in, “Dünyada kitaplardan daha tuhaf satış metalarına rastlamak galiba imkânsızdır. Anlamayan kimseler tarafından basılır, anlamayan kimseler tarafından satılır, anlamayan kimseler tarafından okunulur, hatta tetkik ve tenkit edilir ve şimdilerde artık onları anlamayan kimseler tarafından kaleme alınmaktadır” sözlerindeki öngörüsünü onaylamak zorunda kalışımızdır.

Her iki istatistik de doğru bilgiler veriyor bize: Okuma kültürümüzdeki olumsuz görüntünün aksine ‘kitap’ basımı, dağımı ve satışıyla adından söz ettirecek bir sektör oluşturdu denilebilir. Matbaa teknolojisiyle dağıtım olanaklarının gelişmesi, kitabın pazar alanını genişletti. Kitap fuarları, imza günleri, kitap tanıtım dergi ve ekleri, sanal ortamda kitap satışı vb. olanakları -bazı olumsuzluklarına karşın- da kitabın avantaj hanesine ekleyebiliriz. Sektör, ekonomik kazanç için genişleyen pazarın daralmasını istemiyor çünkü “makineyle büyük kazanç elde edilemez” ise ödenecek faturanın bedelini öngörebiliyor. Bu konudaki tartışma, istatistik verilerine karşı pencerelerden bakanlar arasında yaşanıyor. Kitabı, bir tür kültür taşıyıcısı olarak görenler onun, makine ürünü olarak metalaşmasına itiraz ediyor ve kitap piyasasının ekonomik canlılığının niteliksiz kitapları öne çıkardığından yakınıyorlar ki haksız da sayılmazlar. Kitabın alışveriş merkezlerinde çocuk bezlerinin yanında satılmasının, kitabı basan ve satan “anlamayanlar” açısından pek de önemli olmadığı anlaşılıyor. Sorun; son zamanlarda okuyanlar, eleştirenler ve hatta yazanların da “anlamayanlar” grubunda olmasıdır. Sektörün varlığı da çoklukla bu ‘anlamayanlar’ egemenliğine bağlı ne yazık ki!

SONUNCU'YU OKUMADAN ANLAMAK!

Sonuncu (2010) romanını okuduğumda Tahsin Yücel, kendisinden iki asır önceki Lichtenberg’in “anlamayanlar” kategorisinden habersiz olamaz diye düşünmüştüm açıkçası. Öyle ya, içinde yazarının bir cümlesi bile olmayan ve sadece bir adet basılmış yirmi dört bin yedi yüz on sekiz sayfalık bir kitap vardır önümüzde. ‘Serencam’ adlı bu kitabı baştan sona okuyan hiç kimse yok ancak hakkında ne çok övücü yazı yazılıyor. Son aşamada kitabı kendinde tutan torun, dedesi Selami Harici’nin kitabından aldığı her bir sayfayı, ne yazıldığını okumadan, günlük bir gazeteye kendi yazısı olarak veriyor. Gazetenin dikkatli okurlarından birinin uyarısıyla gazetede günlük yazı adı altında yayımlananların düşünürlerden çalıntı olduğu anlaşılınca gazete patronları dikkatli okuru suçlarken genç yazarlarını savunur. Sonuncu romanı okunmadan Türkiye’nin kitap, yazı, yazar, okur, eleştiri, medya ve öz olarak edebiyat ortamının anlaşılmasını güç buluyorum. Roman, okuyanlarının takdiriyle yerini buldu kuşkusuz ancak ne gözleriyle okuyanların arayıp sorduğu ne de piyasanın ‘çok satılan’ bir kitabı oldu. Manguel, o kıskanılası Okumanın Tarihi kitabında, kitaba ulaşmanın zorluğunu okuma mekânlarına nöbetleşe ‘taş yazı’ okumaya gidenlerin çabasıyla vurgularken Orwell’i doğruluyor. “Demiryolu Hikâyecileri” (Oğuz Atay) öyküsünün sorusu karşılık bulamadı bir türlü: “sen neredesin acaba” ey sevgili okuyucu? Aranan “sevgili okuyucu” kuşkusuz ‘nitelikli okur’ olandır.

ÇERÇİ YAZICILAR

Basılan ve satılan kitapların sayılarıyla ilgili birbirini tutmayan bilgileri bir yana bırakıyorum. Edebiyat çevrelerinde “her iki kişiden üçü şair” sözünün sıkça kullanıldığı Türkiye’de günde ortalama üç roman kitabı -‘roman’ demeye dilim varmıyor, bu nedenle ‘kitap’ sözcüğünü ekledim yanına- basıldığı söyleniyor. Yayınevlerinin şiir kitabı basmaktan sakındığı bu ülkede edebiyat dergilerinin yarışmalarına beş yüzü aşan sayıda dosya ulaştığından yakınıyordu dergi editörleri vaktiyle, kim bilir şimdilerde öyledir ya. Asıl sorun okur ile yazar sayısının yakınlaşmasında bence; kimin, kimi okuyacağı belirsiz. Ortaçağ Avrupası'nda çerçilerin, heybelerine satış için birkaç kitap koydukları dikkate değer bulunur kitabın toplum yaşamındaki yaygınlığı adına. Bilgisayarında topladıklarını matbaacı/yayıncı dostlarının yardımıyla kâğıda bastırıp çarşı içinde dükkân dükkân gezerek kitaplarını satmaya çalışan okuma/edebiyat kaygısı olmayan modern (liseli, öğretmen, akademisyen vb.) çerçi yazıcılar türedi bugünlerde; ortak amaç para kazanmak her ikisinde de. Yayınevleri, içine/içeriğine bile bakmadan tıklanma ölçüsüyle “Wattpad” kitapları basma yarışındalar, sadece bu tür kitaplar için yayınevleri kurulduğu söyleniyor. Edebiyat dergilerinden, nitelikli edebiyat metinlerinden habersiz lise çağındaki gençler, henüz ‘okur’ olma edimine ulaşmadan ‘kitap yazarı’ unvanıyla imza günlerine gönderiliyor, akranı olanlar da allanıp pullanmış ikonlarının görüntüsüyle gözlerini tatmin etsinler diye çünkü okuma için bilince gerek var. David Shields’in yargısıyla “Kitap yazmak zor, iyi bir kitap yazmak çok zor, en yakınlarınızın yargılayacağı kaygısıyla iyi bir kitap yazmaksa imkânsız” (Edebiyat Hayatımı Nasıl Kurtardı, 2018) ise filozofun “anlamayanlar” kategorisi pek öyle yabana atılacak gibi görünmüyor doğrusu.

Bugünün piyasa koşullarında kitabın önemi çoklukla nitelik değeriyle değil de ne kadar ve ne kadara satıldığıyla belirleniyor, bunu söylemek bile fazla. Bu bağlamda ‘çok satan kitap’ nakaratı, niteliksizliğin ekonomik adıdır. Okura bir biçimde ulaşan kitabın okunması, beğenilmesi ve satılması, tüketim kültürünün “çok” sözcüğüyle nitelendirildiğinde anlaşılması gereken aynı değildir elbette. Benzetmek ne ölçüde doğru bilemem ama ‘yumurta-tavuk’ ilişkisi geçerli sanki burada: Kitaplar, gerçekten çok okunduğu için mi çok satılmış oluyor ya da çok satıldığı için mi okunuyor? Okunuyor mu yoksa konuşuluyor mu? Kuşkusuz niteliğin karşılığında yazar ile okur vardı/r.

EN ALDATICISI: ÖNCE İYİ, SONRA KELEPİR

Piyasa mantığında Nietzsche’nin, “satışı en iyi olan şeyin ne olduğuna halk karar verir” olduğunda kaçınılmaz olarak “bunun en aldatıcı yanı önce güzel görünen, sonra kelepir de görünen ürün olması” önem kazanacaktır. Kitabın yazarı ve okuru gitmiş yerlerine ‘satıcı’ ile ‘alıcı’ gelmiştir artık. Proust’un betimlemesiyle karşılarında “hepimiz imparatorun karşısında köleler gibi” durduğumuz yazarın, piyasanın mantığına uyarak -uymak zorunda bırakılarak- ‘satıcı’ oluverişi ansızın/kendiliğinden oluveren bir durum değil elbette. Halit Ziya’nın, yirmili yaşlarının başında (1898) yazdığı Hikâye (2012) adlı kitabında, “ne hakikati tasvir ederler, ne de eserleri edebiyat nokta-i nazarından bir ehemmiyete maliktir” cümlesiyle tanıttığı “masalcılar” topluluğu, o günler de olduğu gibi bugün de “avamın[halkın] paracıkları” için yazıyorlar. Bugünlerde bazı akademisyenlerin ve aklı başında yazarların ‘edebilik’ kaygısını öteleyerek ad değiştirip çocuk kitabı yazmaya yönelişlerini, “masalcılar” gibi “halkın paracıkları” gerekçesine bağlamak uygun düşer mi bilemem ama bu alan değişikliği dikkate alınmalı derim. Hangi yönden bakılsa bir ‘ucuzluk’ kuşatması açık seçik görülüyor.

'YAZMASAK ÖLÜR MÜYDÜK?'

Bourdieu’nun, “ters yüz edilmiş bir ekonomik dünya”sında George Sand’a yazdığı mektupta Flaubert, “Kitleye seslenmedikçe onun da size para kazandırmaması doğaldır.” (Sanatın Kuralları, 2006) derken ‘yazar’ın, ‘satıcı’ olup olmama seçeneğindeki iradesini vurguluyor. Kaldı ki çok daha önceleri Erasmus, sonuçta “bilge bir yazarın, kendi gibi dört sefil tarafından övülmek zevkini tatmak” dışında bir kazancı olmadığı halde yazdıkları sürece “zihinleri hep işkencede” olan nitelikli metin yazarlarının rezil ve sefil oluşlarını alaycı dille anlatır. Buna karşılık deliliğin ilham verdiği “havailikler, saçmalar” yazanların ise “ne kadar mutlu” olduklarını söyleyerek ekler: “Ne zahmet, ne çalışma bilir, aklından geçeni yazar, heyecanlanmış düş gücünün bütün hayallerini kitap şeklinde bastırır, metinlerinden hiç silmez, hiç düzeltmez, bilir ki yayımladığı saçmaların çılgınlıkları oranında hayranları olacak, yani delilerle cahillerin sayısız sürüsünü büyüleyecektir.” Bütün bu kazançlar yanında, “birkaç âlim ve ince kimse eserleri okur da hor görürse onun umurunda” değildir. “İki üç makul şahsın ıslıkları, her taraftan toplayacağı sayısız alkışların parlak gürültüsü ile bastırılacak değil mi”dir ki. Yayın dünyasında “gölge yazar” sayısının çoğaldığını eklersek bu aymazlığın ‘satış’ gerekçelerine Rilke’nin deyişiyle ‘yazmasak ölür müydük’ diye sorasımız geliyor. Dikkatle bakın bugünün yayıncılık ortamına, edebiyat/kitap cephesinde değişen bir şey yok. Durum, modern dünyanın “metalaşma” sorunu olduğu kadar, “Üretici Olarak Yazar” (1934) başlıklı yazısında burjuva basını ile Sovyet basınının edebiyata yönelik yaklaşımlarını değerlendiren Walter Benjamin’in, edebiyatın “derinlikte yitirdiğini genişlikte kazandığı” yönündeki vurgusuyla özetlenecek türden.

GÜNAH KEÇİSİ OKUR! 

Hemen her seçimin sonunda, mutlu olmayanlarca fatura seçmene kesilir, oy verirken “bilinçli” bir seçim yapmadığı için eleştirilir onlar. Yazar olanın satıcıya, okurun ise alıcıya dönüşmesinde, kitabın metalaşmasında, niteliğin niceliğe yenik düşmesinde, kara’nın mavi’yi bulandırmasında nedense ‘okur’ günah keçisidir. Bu okur da tıpkı kötülük yapmamanın yeterli görülmeyip kötülüğün engellemesini istemek gibi niteliksiz okuru uyarması kendisinden beklenen nitelikli okurdur.

Kendimize açık açık soralım: Azlığından yakınılan nitelikli okuru gerçekte kim/ler ister? El cevap kimse istemez. Öncelikle yayımcı istemez nitelikli okuru çünkü bu okurların sayısı arttıkça bugünün kitap satış piyasasında kriz yaşatacak düşüşler yaşanabilir. Nitelikli okuru eğitimciler (akademisyen, öğretmen vs.) de pek sevmez. Neden derseniz onlar yüksekten buyururken okuyan öğrencileri çalışmadıkları yerden sorar da güç durumda bırakır kendilerini. Çevresi (ailesi, dostları) onaylamaz nitelikli okuru, okudukça kendilerinden uzaklaşacak korkusuyla. Yönetenler ister mi sanırsınız eleştiren okuru, ‘ben varım’ der de kafasını kiraya vermez olduğunu kesinkes bilirler onun.

Kitap için söylenecek sözlere ‘sonuç’ bölümü eklemek ne mümkün ama buna karşılık yazının sonunu getirmek gerekiyor. Yıllar önce, 90’ların başında, Fethi Naci’nin bir dergi yazısında, ‘Türkiye’de bir yılda üç bin beş yüz ton kitap kâğıdına karşılık otuz beş bin ton tuvalet kâğıdı üretiliyor; popolara temizlik, kafalar evlere şenlik’ türünden bir cümlesi vardı. Yıllar sonra, 2018’de, kâğıttaki akıl almaz fiyat artışını, kitap satışlarından değil de tuvalet kâğıtlarının pahalılığından anlayabilenlerin sayıca çokluğunun yadsınamayacağı bir Türkiye coğrafyasındayız. Öyle ki ‘paradoks’ sözcüğü, açıklamakta yetersiz kalır bu çetrefil durumu. Neyse ki biz ‘okudukça biraz daha insan’ olacağız ya, ses verelim yine de “Demiryolu Hikâyecileri” öyküsünün ‘okur’ arayan sorusuna.