Nâzım Hikmet’in davaları

Dört mahpushane, Nâzım’ın hayatında dört çivi, yani çarmıh olmuştur. Ancak her şeye rağmen o acıyla başa çıkmanın yolunu bulmuştur. İstanbul cezaevinde ölümü düşünmüş, Ankara hapishanesinde mektuplarla tecritteki adamı dışarıya taşımıştır. Çankırı mahpushanesinde Anadolu’nun yoksul ve çaresiz bozkır insanını kendi gerçeği içinde ve ortamında gözlemlemiş, şiirlerle portresini yapmıştır. Tanıklığını bir tarihçi, bir felsefeci, bir psikolog, bir siyaset bilimci, bir belgesel sinemacı gözüyle değerlendirmiş duygu ve düşüncesiyle yoğurup şiir haline getirmiştir.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Dünya unutmama günü, eğer yoksa olmalı; varsa daha etkin duruma getirilmeli... Açılan yaralar, çekilen acılar karşısında hafızayı beşer nisyanla malul olmamalı. Yapılan yapanın yanına kâr, bazı davalar ‘divan’a kalmamalı… Unutarak iyileşmek iyileşme olmuyor. Geçmiş kuşakların “yarım gömdüğü ölüler” gelecek kuşakların hayatını zehir eden hayaletlere dönüşüyor.

Unutmamak aslında bir hesap sorma biçimidir, bir yargılama yöntemidir. Hayat, özellikle toplumsal kökenli yaraları iyileştirecek, acıları dindirecek çarenin unutmak olmadığını yeteri kadar kanıtlamıştır. Toplumsal kökenli yaralar, acılar diyoruz, ama aslında biliyoruz ki şahsi olanda da toplumsalın büyük payı vardır. Gerçekleşecek bir “unutmama günü”nde modern Türkçe şiirin tarihinden gündeme getirilecek şairlerin başında yer alacak isim hiç kuşkusuz Nâzım Hikmet olacaktır. Hafızanın kaydını tuttuğu ve unutamadığı, unutulmayacak çok yara, çok acı var. Nâzım’ın başına gelenler de unutulmayacak yaralardan, acılardandır. Biz de hafızanın kaydettiği ve koruduğu; şairin kanıyla, canıyla şiire dahil olmuş yaşamına göz atmayı deneyeceğiz.

Modern Türkçe şiirde Nâzım Hikmet, şairliği kadar hakkında açılan davalarla da dikkat çeken bir, evet kahramandır. Açılan davalar ve yapılan yargılamalar bazı insanlara yönelik zulmü sıradanlaştıran yöntemlerden biri haline gelebilir. Nâzım Hikmet işte o insanlardan biridir. 1921’den itibaren düşünceleri ve görüşleri nedeniyle devletin resmi ya da yarı resmi güçlerince takip altına alınmış, izlenmiş kaydı tutulmuş biri olduğu bugün daha açık görülmektedir. 1925 yılından 1938’deki dava sonuçlanıncaya kadar 11 defa yargılanmıştır, Öyle ki Türk Ceza Kanunu’nun 141 ve 142. maddeleri “yalnız eylemi değil, düşünce açıklamayı da cezalandırır” şeklinde, sırf onu mahkûm etmek için değiştirilmiştir. Son davasında hakkında 35 yıl ceza istenmiş, mahkeme cezayı 28 yıl 4 ay olarak onamıştır.

Yıllar sonra, Bursa cezaevindeyken, haksız yere hapis yattığı gerekçesiyle 1949’da başlatılan kampanya etkili olur. Kamuoyunda Nâzım’ın adli bir hata sonucu hapiste olduğu görüşü ağırlık kazandı. Nâzım Hikmet, söz konusu hatanın düzeltilmesi için 8 Nisan 1950'de açlık grevine başlar. 1950 seçimlerini kazanan Demokrat Parti seçimlerden önce vaat ettiği ve kamuoyunun tepkisini göze alamadığı için af yasasını çıkarır. Şair, 25 Temmuz 1950'de serbest kalır.

Nâzım Hikmet, 12 yıl 7 ayını dört farklı şehirde, “en namlı cezaevleri”nde; Ankara, İstanbul, Bursa, Çankırı hapishanelerinde geçirmiştir. Onun cezaevinde olmasına ve başına gelenlere sevinenler olduğu gibi üzülenler de olmuştur. Ancak bazıları Nâzım’ı da, davasını da anlamamıştır. Cahit Sıtkı Tarancı, Nâzım’ın cezaevinde olmasına üzülenlerdendir. Ama onun neden cezaevinde olduğunu anlamayanlardan biridir. Tarancı’nın Nâzım için yazdığı şiiri okuyalım:

Bir şey daha var yürekler acısı

Utandırır insanı düşündürür

Öylesine başka bir kalp ağrısı

Alır beni tâ Bursa’ya götürür.

Yeşil Bursa’da konuk bir garip kuş

Otur denmiş oracıkta oturmuş

Tâ yüreğinden bir türkü tutturmuş

Ne güzel şey dünyada hür olmak hür.

Benerji Jokond Varan Üç Bedrettin

Hey kahpe felek ne oyunlar ettin

En yavuz evlâdı bu memleketin

Nâzım ağbey hapislerde çürür.

Nâzım Hikmet’in davalarında, aynı zamanda mağduru olduğu bir zulmün tarihi de gizlidir. Unutulmaması gereken bir zulmün tarihi… Onun şairliğini konuşurken, şiirini okurken gözden kaçırılmaması ve temel alınması gereken bir önemli bir kriterdir bu. Nâzım Hikmet, Cahit Sıtkı Tarancı’nın şiirine, aynı yöntemle, şiirle karşılık verir. Anlaşılmayanı anlaşılır biçimde dile getirir. Nâzım’ın şiirini okuyalım:

Sevdalınız komünisttir

on yıldan beri hapistir

yatar Bursa kalesinde

Hapis ammâ, zincirini kırmış yatar,

en âlâ bir mertebeye ermiş yatar,

yatar Bursa kalesinde.

Memleket toprağındadır kökü,

Bedreddin gibi taşır yükü,

yatar Bursa kalesinde.

Yüreği delinip batmadan,

şarkısı tükenip bitmeden,

cennetini kaybetmeden,

yatar Bursa kalesinde.

Nâzım’ın modern Türkçe şiirdeki yeri, onu unutulmaz yapmıştır. Ama onun hayatı ve davası da unutulmazdır. Onun yargılanıp hapsedilmesine neden olan davaları çoktur. Ama aslında şiirinde dile getirdiği gibi bir tek davası vardır.

Bazı şairlerin hayatı, belki olması gerekenden daha fazla şiire dahil olabiliyor. Nâzım Hikmet’in olduğu gibi. Nâzım denildiğinde şairliğiyle “komünistliği” iç içe geçmiş birinden söz ederiz. Modern Türkçe şiirde başka bir örneği aslında yoktur. O yalnızca komünist olduğu için değil şair olduğu için de zulme uğramıştır. Ama aynı zamanda şair olduğu kadar komünist olduğu için Türkiye’nin, zamanının en namlı cezaevlerinde hapis yatmıştır. Nâzım şairliğiyle dava insanı olmayı birleştirmiş önemli bir modeldir. Ama devlet de onun şairliğiyle hakkında açılan davaları birleştirmiştir. Nâzım’ın yaşamının önemli bir kısmını hapiste geçirmesine neden olacak suçu bir idealdir; insanlık için daha iyi bir hayat, daha iyi bir dünya istemektir. Mustafa Kemal ve arkadaşlarının 1923’te kurdukları cumhuriyetin yönünün sosyalizme dönük olmasını talep etmiş ve buna çabalamıştır. Bu talebi ve davayı sevdası haline getirmiştir. Başına gelenlerin nedeni bu sevdadandır. Ancak Nâzım, aşkla bağlandığı sosyalizm davasından içerde olsa da, şiirden hep dışarıda olmayı sürdürmüştür.

Cezaevine girdiği 1938 yılından tahliye edileceği 1950’ye kadar geçen sürede dört cezaevinde bulunmuştur. İstanbul Sultanahmet, Ankara, Bursa, Çankırı hapishanelerinde kaldığı süreçte Anadolu’yu ve insanını tanımaya çalışmıştır.

Cezaevini aynı zamanda bir sosyal laboratuvar gibi kullanmıştır. Şiirinin kaynağı haline getirmiştir. Bursa cezaevinden 1941’de Malatya’da cezaevinde bulunan Kemal Tahir’e yazdığı mektup-şiirini okuyalım:

“Malatya” diyorum,

senin çatık kaşlarından başka bir şey gelmiyor aklıma.

Bursa'da kaplıcalar

Amasya'da elma

Diyarbakır'da karpuz ve akrep.

fakat senin oranın,

Malatya'nın

nesi meşhurdur,

yemişlerinden ve böceklerinden hangisi,

suyu mu, havası mı?

Düşün ki hapisanesi hakkında bile fikrim yok.

Yalnız :

bir oda,

bir tek penceresi var :

çok yüksek olan tavana yakın.

Sen ordasın

dar ve uzun bir kavanozda

küçük bir balık gibi...

Teşbihim hoşuna gitmeyebilir.

Hele bu günlerde

kendini kafeste arslana benzetiyorsundur.

Haklısın Kemal Tahir,

emin ol ben de öyle,

muhakkak ki arslanız,

şaka etmiyorum

hattâ daha dehşetli bir şey :

insanız...

Hem de hangi tarihte, hangi sınıftan,

malum...

Lâkin demir kafesle kavanoz bahsinde iş değişmiyor,

ikisi de bir,

hele bu günlerde...

— Bunu içerde rahat ve masun

yatan bilir — ...

Hele bu günlerde,

Sarıyerli Emin Beyin fıkralarına gülmek,

sevgili kitapların ve domatesin lezzeti,

tahtakurularına rağmen uyku

— günde üç tatlı kaşığı Adonille de olsa —

ve Tahir'in oğlu Kemal

hattâ mektup gelmesi senden

ve hattâ ses duymak, dokunmak, görebilmek havanın ışığını,

karıma olan aşkımdan başka

nefsimin herhangi bir rahatlığını

affedemiyorum...

Fartı-hassasiyet?

Değil.

Döğüşememek,

bir mavzer kurşunu kadar olsun

bilfiil

doğrudan doğruya...

Ancak kavgada vurulan acı duymaz

ve kavga edebilmek hürriyetidir

en mühimi hürriyetlerin.

İçerim yanıyor, Kemal,

dışarım serin...

Anlıyorsun ya,

zaten ettiğim lâf

bizim lâflarımızın herhangi biri :

çok konuşulmuş,

ve konuşulmakta olan...

Şimdi kim bilir kaç yerde, kaç insan,

dizlerinde âtıl ve çaresiz yatan ellerine küfredip acıyarak

bu lâfları ediyor...

Anlıyorsun ya,

zarar yok,

ben anlatacağım yine!...

Elden hiçbir şey gelmediği zaman

konuşup anlatmanın alçak tesellisi?

Belki evet,

belki hayır...

Hayır öyle değil.

Hangi teselli bırak be dinini seversen bırak...

Bu, düpedüz,

başın önde, olduğun yerde dolanarak

kükremek, böğürüp bağırmak, Kemal

Dört mahpushane, Nâzım’ın hayatında dört çivi, yani çarmıh olmuştur. Ancak her şeye rağmen o acıyla başa çıkmanın yolunu bulmuştur. İstanbul cezaevinde ölümü düşünmüş, Ankara hapishanesinde mektuplarla tecritteki adamı dışarıya taşımıştır. Çankırı mahpushanesinde Anadolu’nun yoksul ve çaresiz bozkır insanını kendi gerçeği içinde ve ortamında gözlemlemiş, şiirlerle portresini yapmıştır. Tanıklığını bir tarihçi, bir felsefeci, bir psikolog, bir siyaset bilimci, bir belgesel sinemacı gözüyle değerlendirmiş duygu ve düşüncesiyle yoğurup şiir haline getirmiştir. En uzun süre kaldığı Bursa hapishanesinde şiirde ustalığının hikmet burcuna girmiştir. “Memleketimden İnsan Manzaraları” başta olmak üzere yapıtlarının birçoğunu Bursa cezaevindeyken yazmıştır. Yaşadıklarını anlamaya çalışır, yorumlarken sadece kendisi için değil, başına gelenlerin başkasının da başına gelebileceği biçimde düşünmüştür. “Hapiste Yatacak Olana Bazı Öğütler” başlıklı şiirinde olduğu gibi… Şairin 1949’da yazdığı o şiiri okuyalım:

Dünyadan, memleketinden, insandan

umudum kesik değil diye

ipe çekilmeyip de

atılırsan içeriye,

yatarsan on yıl, on beş yıl

daha da yatacağından başka,

sallansaydım ipin ucunda

bir bayrak gibi keşke

demiyeceksin,

yaşamakta ayak direyeceksin.

Belki bahtiyarlık değildir artık

boynunun borcudur fakat

düşmana inat

bir gün fazla yaşamak.

İçerde bir tarafınla yapayalnız kalabilirsin

kuyunun dibindeki taş gibi.

fakat öbür tarafın

dünyanın kalabalığına

öylesine karışmalı ki,

sen ürpermelisin içerde,

dışarda kırk günlük yerde yaprak kıpırdasa.

İçerde mektup beklemek,

yanık türküler söylemek bir de,

bir de gözünü tavana dikip sabahlamak

tatlıdır ama tehlikelidir.

Tıraştan tıraşa yüzüne bak,

unut yaşını

koru kendini bitten,

bir de bahar akşamlarından;

Bir de ekmeği

son lokmasına dek yemeği,

bir de ağız dolusu gülmeyi unutma hiçbir zaman.

Bir de kim bilir,

sevdiğin kadın sevmez olur,

ufak bir iş deme,

yemyeşil bir dal kırılmış gibi gelir,

içerdeki adama.

İçerde gülü, bahçeyi düşünmek fena,

dağları, deryaları düşünmek iyi.

durup dinlenmeden yazmayı,

bir de dokumacılığı tavsiye ederim sana,

bir de ayna dökmeyi.

Yani içerde on yıl, on beş yıl,

daha da fazla hatta

Geçirilmez değil,

geçirilir,

kararmasın yeter ki

sol memenin altındaki cevahir!

Nâzım Hikmet’i selamlıyor, bir kez daha yineleyerek bitiriyoruz: Unutmamak bir yargılama, bir hesap sorma biçimidir, inanıyoruz…

BU AYIN DERGİLERİ

Kurdaki hızlı yükseliş, yayın dünyası için gerçek anlamda bir kâbus. En çok merak edilen konuysa, bu şartlarda özellikle küçük ölçekli ve butik yayıncılığın devam edip edemeyeceği. Yayımlanan şiir kitaplarının sayısında uzunca bir süredir devam eden hızlı düşüşün yerini duraklamaya bıraktığı görülüyor. Şiir için pek parlak geçmeyen 2018’in kalan aylarında da durumda bir düzelme olacağına ilişkin belirti yok… Gelecek yılda da kurdaki yükselişle birlikte açığa çıkan ekonomik krizin etkisini sürdürmesi beklenirken bundan şiirin doğrudan etkileneceğini tahmin etmek zor değil. Çünkü yayınevleri genellikle kriz dönemlerinde gözden ilk çıkardıkları şiir olur. Bu konuda şaşırmak isteriz.

Kurumsallaşmış, uzun bir geçmişi olan ve sayfalarında şiire de yer veren kültür, sanat, edebiyat dergilerininse krize karşın yayınlarını sürdürdüğünü görüyoruz. Elbette sevindirici bir durum, ancak daha ne kadar dayanabilirler. Bunu da kestirmek zor.

Yeni e dergisinde bu ay

Aylık olarak yayımlanan ve Ekim 2018 tarihli 24. sayısıyla ikinci yılını dolduran Yeni e dergisine nice ikinci yıllar diliyoruz. Derginin bu sayısında Sennur Sezer, Arife Kalender, Cengiz Bektaş, Hüseyin Ferhad, Mehmet Hameş, Altay Öktem, Burak Abatay, Tuğrul Keskin, Elçin Sevgi Suçin ve C. Hakkı Zariç şiirleriyle isimler…