Dünya 'tek' değil!

Eliot Weinberger’in, Fahri Öz tarafından çevrilen, “Temel Şeyler” adlı kitabı Heretik Yayınları etiketiyle yayımlandı. Yazarın anlatısı dünyanın başka başka uluslarından, öğretilerinden, inançlarından, ritüellerinden besleniyor. Bu da çoraklaşmış ve aynılaşmış bir dünyanın aslında gökkuşağı renkleriyle bezeli olabileceğini hatırlatıyor, ona dair hikâyeleri devam ettirmenin, karanlık bir ortamda yaşarken ne kadar önemli olabileceğini fark ettiriyor.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Her şeyin aynılaştığı dünyada, kültüre, doğaya ve insana dair olanın farklı yanlarını keşfetmek, buna dair anlatılar okumak bize yaşamın ayrıntılarını hatırlatması açısından önemli. Çünkü dünya küresel kapitalizmin, tüketim kültürüne yansımasıyla, aynı elbiselerden, aynı yemeklerden hoşlanan, yerel olanın kaybolduğu, masalların, mitlerin unutulmaya başlandığı, tadını kaybetmiş toplulukların yaşadığı bir yer hâline geliyor. Oysa dünyanın bin bir türlü hâli, anlatılması gereken, farklı topluluklara, doğaya, inanç biçimlerine, ritüel pratiklerine göre değişen öyküleri var. Galeano’nun şu cümlesini hatırlamalı: “Kimlikleri sürekli kültür işgalleriyle yıkılmış, acımasız sömürüleri dünya kapitalizm makinesinin işlemesine hizmetkâr kılınmış halklar için sistem bir ‘kitle kültürü’ yaratır. Kitleler için kültür demek gerekir aslında, bilinçleri manipüle eden, gerçekliği gizleyen, yaratıcı hayal gücünü ezen kitlesel dolaşıma sahip bu indirgenmiş sanat için en uygun tanım budur." (Biz Hayır Diyoruz, 2013: 20). Bu ‘kitlesel dolaşım’ elbette sistemin ve sermayenin kendine uygun olanı seçip dünyaya tüketim nesnesi olarak sunmasıyla da ilgili. Bu nedenle farklı kültürlere dair ayrıntılar gittikçe yok oluyor, her şey gibi öyküler de birbirine benzemeye başlıyor, yaşamın sadece bize gösterilen yanına razı oluyoruz, bu bir anlamda dünyanın rengini kaybetmesi, Galeano’ya atıfla söylersek ‘yaratıcı hayal gücünün zedelenmesi’ anlamını taşıyor. Tüm bu süreçte modern dünyanın, bilimsel ve felsefi kavrayışlarının etkisini de unutmamak gerekiyor, evrenselin peşinde koşarken, her şeyin her yerde aynen geçerli olabileceği yanılgısıyla, aklın sınırlarında dolaşırken, dünyanın ne çok şey kaybettiğini hatırlamak hüzün verici.

DÜNYANIN ÇOKLUĞUNU HATIRLAMAK

Eliot Weinberger’in, Heretik Yayınları tarafından, Fahri Öz çevirisiyle basılan, “Temel Şeyler” adlı kitabı yukarıda bahsettiklerimi düşündürdü. Weinberger, dünyanın farklı yerlerinden, bazen etnolojik ögelerin olduğu, bazen arkeolojiyi çağrıştıran, bazen masalımsı bir tat bırakan bazen de edebî diyebileceğimiz hikâyelerle buluşturuyor okuru. Yazarın anlatısı dünyanın başka başka uluslarından, öğretilerinden, inançlarından, ritüellerinden besleniyor. Bu da çoraklaşmış ve aynılaşmış bir dünyanın aslında gökkuşağı renkleriyle bezeli olabileceğini hatırlatıyor, ona dair hikâyeleri devam ettirmenin, karanlık bir ortamda yaşarken ne kadar önemli olabileceğini fark ettiriyor. Sadece içinde yaşadığımız toplum varmış gibi davrandığımız, dünyanın geri kalanını pek de anımsamadığımız bugünlerde bu hikâyeleri okumak ayrı bir tat bırakıyor çünkü bu koca evrende yalnız olmadığımızı, başka yerlerde farklı öyküleri olan insanlar olduğunu fark ediyoruz. Bunun yanı sıra Weinberger’in anlatısı, yıldızlardan, mevsimlere, ağaçlardan, rüzgârlara kısacası doğaya dair olana, başka toplulukların gözünden bakma şansı veriyor böylece, insanlığın dünyayı farklı anlamlandırma biçimlerine de temas ediyor ve onun çokluğunu duyumsuyoruz.

Temel Şeyler, Eliot Weinberger, çeviri: Fahri Öz, 201 syf., Heretik Yayınları, 2018.

DÜNYAYI ÇOĞALTMAK 

Weinberger anlattığı küçük hikâyelerle dünyayı çoğaltıyor, herhangi bir doğa olayının nasıl pek çok anlama gelebildiğini görmek ise epey iyi hissettiren bir deneyim okur açısından. ‘Rüzgâr’ adlı metin ile başlıyor kitap, Rüzgâr diyor yazar: “Görünmez ama duyulur, kuvveti hissedilir. Yağmuru getirir, kuraklığı, soğuğu, sıcağı, çekirgeleri; ve yine hepsini alır götürür. Panjurları çarpar, dalları hışırdatır, evleri dümdüz eder, yangını yayar; tekneleri sürükler ya da onları batıran dalgaları çıkarır.” Üzerine biraz düşünürsek belki rüzgâra dair bunlar bizim de aklımıza gelebilir. Ancak sanıyorum yazarın bize anlatmaya çalıştığı, adlandırdığımız herhangi bir doğa olayının tek bir tanımla açıklanamayacağı ve ona yüklediğimiz anlamın bizim yaşamsal kavrayışlarımız, inançlarımız, verili kimliğimiz, geçim biçimimiz, yaşadığımız coğrafyanın iklimi gibi sebeplerle her zaman aynı anlama gelmeyeceği. Çünkü yazar bu denemenin devamında, rüzgâra dair şunlardan da bahsediyor: “Çin’de takvim döngüseldi ve kırk beş günlük sekiz dönemden oluşuyordu: bu dönemlerin her biri sekiz yönden gelen rüzgârın etkisindeydi ve her biri devlet idaresindeki, törenleri, yiyecekleri, giyilen kıyafetleri, sabıkalıların cezalandırılıp, affedilmesini, hangi saatte yatılıp kalkılacağını, ne zaman ve nerede yürüyüşe çıkılacağını, İmparator’un göndereceği hediyeleri belirlemeye yarıyordu." Başka bir yerde ise rüzgâr, yazarın anlattığına göre, “kederli ataların intikamı” anlamına geliyordu. Biraz uzunca alıntı yapmamın sebebi bir kelimenin nasıl farklı anlamlara gelebildiğini hatırlatmak hepimize. Çünkü bu bana kalırsa dünyayı devamlı tekil bir gözle değerlendirmenin nasıl bir anlam kaybına yol açtığını göstermesi açısından oldukça önemli bir ayrıntı. Ve Weinberger’in hikâyelerinin bize en çok anımsattığı da bu. Öylesine kullandığımız bir kelimenin nasıl çoğullaşabildiğini görmek, sadece kelimeleri değil, dünyanın bambaşka yerlerinde, çok farklı dünyalar olduğunu da anımsamamızı sağlıyor ve bu durum evrene dair tekilleştirilmiş tüm anlayışların neleri kaybettirdiğinin de göstergesi oluyor.

İLERİYE DEĞİL, GEÇMİŞE BAKMAK

Weinberg’in kitap boyunca hikâye ettiği her ayrıntı dünyaya ve insana dair çok şey anlatıyor. Her ne kadar renkli olsa da anlatı, biraz hüzün bırakıyor. Koca koca hikâyelerin peşine takılmaktan ne çok şey kaçırıyoruz diye düşündürüyor. Bu anlamda diğerlerinden biraz farklılaşan, bahsetmeden geçemeyeceğim denemelerden biri de, “Walter Benjamin’in Temize Çektiği Haliyle Louis-Auguste Blanqui” adlı metin. Bu anlatı hem Benjamin’den hem de Blanqui’den izler taşıyor. Bu denemede yazar, dünyanın sadece bir yıldız olduğunu anımsatıyor. Weinberger ayrıca zamanın yüzünü geçmişe çeviriyor ve ilerleme düşüncesine eleştirel yaklaşıyor. Yazara göre; yeni olan her daim eskidir, eski olan her daim yenidir. Çünkü şimdinin anlamını belirleyen şey geçmişin yaşanmışlıkları iken geçmişte yaşanan ise kendi geçmişinin o âna yansıttığını içerir. Bu nedenle yeni olarak adlandırılan aslında eski olarak adlandırılanın izlerini taşır. Sadece coğrafyamızda güncel siyasete bakmak bile bunun anlamını bize gösterecektir. Weinberger, ilerleme diye bir şeyin olmadığına inanıyor, ona göre; “şu ana kadar geçmiş barbarlık anlamına geliyordu, gelecekse ilerlemeyi, bilimi, mutluluğu, yanılsamayı işaret ediyordu.” Geçmişin “barbar” olanı temsil ettiği bir dünya tahayyül edip, geleceğe mutluluk atfediyorduk. Oysa ilerlemenin insana, doğaya ve dünyaya dair iyi şeyler vaadinin, tam tersi yönde gerçekleştiğini gözlemleyebiliyoruz şimdi. Bu nedenle hiç gelemeyecek o mutlu güne inanmaktansa, geçmişe bakıp şimdiyi kurtarma çabasına girmekti oysa yapılması gereken. Çünkü Weinberger geçmişi şöyle ifade eder: “Bütün benzer dünyalarda en parlak uygarlıkların bir iz bırakmadan yok oluşuna şahitlik etmiştir. Dahası uygarlıklar bir iz bırakmadan kaybolmaya devam edecektir.” Bizler yönümüzü geleceğe döndükçe, hiç yok olmayacak bir gezegende yaşıyormuşçasına hayalleri ileriye götürdükçe, birileri de bizim yok oluşumuza şahitlik edecektir demek istiyor belki de yazar. Üzerine düşününce pek haksız sayılmaz değil mi?

'TEMEL ŞEYLER'

Eliot Weinberger, “Temel Şeyler” adlı metinde dünya kadar öyküyle buluşturuyor okuru. Eski Çin Hanedanlıklarından, Taocu öğretinin ritüellerine, ağaca, rüzgara, kaplana, kertenkeleye, çit kuşlarına, mevsimlerin kokularına ve anlamlarına, kısacası çok farklı yerlerden ilginç diyebileceğimiz dünyanın tüm yaşayanlarını kapsayan yaşam ayrıntılarına çıkarıyor yolumuzu. Bana kalırsa onun şöyle bir mesajı var: Dünya aynılaştıkça soluyoruz, kurak topraklara dönüyoruz. Oysa zengin bir yıldızda misafiriz, dünyanın gizemli öyküleri anlatılmayı ve duyulmayı bekliyor. Her kelime bin bir anlamı, her hikâye onlarca kıssayı içeriyor, bu nedenle tekliğin değil çoğulun sesini duymalı.

Tüm bu anlatılanlar dünya rengini kaybetmesin diye, metin boyunca duyduğumuz hüzün de bu grilikten ve yolumuzun hep mutsuz bir dünyaya çıkarılmasından, başka dünyaların varlığını yok saymaktan.