Evin şiir hali

Yoksullaşan insanın önce evi küçülüyor giderek o küçük ev de kalmıyor. Dünya nüfusunun büyük çoğunluğu günümüzde evini kaybettiği için yoksulluk ve yoksunluk kıskacına düşüyor. Bugün ev dediğimizde sözcüğün dalga boyunda artık açık biçimde yoksulluk ve yoksunluk yer almakta.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Alman düşünür Martin Heidegger, “Dil varlığın evidir” diyor. Düşünürün bu meşhur olmuş sözünü, soruya dönüştürüp sorsak: Şairin evi neresidir? Aklımıza ilk gelen şiir olacaktır. Ama bu yanıt düşünmeyi sonlandıramayacağı gibi yeni bir sorunun oluşmasına da engel olamayacaktır. Nedeni, başka bazı sorular gibi bu sorunun da bir yanıt aramaktan çok düşünmeyi kışkırtmaya yönelik olması. Soruları çoğaltalım. Şairlerin evi şiirse şiirlerdeki nasıl bir evdir? Ya da şöyle soralım: Modern Türkçe şiirde ev imge, metafor, izlek, tema olarak nasıl yer almıştır? Bu soruya odaklanmamızda “yolculuk”, “otel” gibi mecralardan (maceralardan) geçip kendimizi “ev”e atmış olmamızın payını teslim edelim.

Şiir sözcüklerin anlamını genişleten, derinlik ve yoğunluk kazandıran önemli bir dilsel etkinlik... Hem imge, metafor gibi şiirin öğesi olduğunda hem de izlek, tema olarak sorunsallaştırıldığında “ev” sözcüğünün anlam genişlemesiyle daha bir canlandığını, işleklik kazandığını görüyoruz. Yeri gelmişken Bachelard’ın “Ev bize, hem dağınık imgeler hem de bir imgeler bütünü sağlar” sözünün altını da çizelim.

Modern Türkçe şiirde evi sözcük anlamından taşırarak erken bir dönemde kullanan şair Nâzım Hikmet olmuştu diyebiliriz. Şairin “Mavi Gözlü Dev Şiiri”nin nedeni de, sorunsalı da ev değildir. Ancak şiirde yer aldığı biçimiyle anlam genişlemesi sonucu ev algısına da, bu konudaki yerleşik duygu ve düşünceye de müdahale eder. Betimlenen yalnızca içinde yaşanılacak bir konut, barınak, sığınak değil, bir hayat tarzı, dünya görüşünün pratiğe geçtiği bir mekândır. İnsan yaşadığı yere benzer diyor Edip Cansever. Bunun daha can alıcı ifadesi Marx’ın sözüdür: “Kulübede yaşayan başka, sarayda yaşayan başka düşünür.” Nâzım Hikmet’in şiirindeki “ev” metaforundan da bu düşüncenin izleri yansır. Şiirin söz konusu dizelerini birlikte okuyalım:

kadının hayali minnacık bir evdi,

bahçesinde ebruliii

hanımeli

açan bir ev,

(…)

yapamazdı yapısını,

çalamazdı kapısını

bahçesinde ebruliiii

hanımeli

açan evin.

(…)

dev gibi sevgilere mezar bile olamaz:

bahçesinde ebruliiiii

hanımeli

açan ev..

Şiirle ilgili şunu da ekleyebiliriz: Nâzım’ın “bahçesinde ebruli hanımeli açan ev”e gösterdiği tepkiyi aynı zamanda küçük burjuva ideolojisine yöneltilmiş bir eleştiridir.

Yahya Kemal’in İstanbul’da hiç evi olmamış, bütün ömrünü otel odalarında geçirmiş. Ama modern Türkçe şiirin toplamına ve tarihine baktığımızda görürüz ki başka hiçbir şair, kendini onun kadar evde duyumsamamıştır. Yahya Kemal, İstanbul’u adeta semtleriyle, sokaklarıyla, geçmişiyle, yaşantısıyla, tarihiyle, hatıralarıyla evi olarak düşünmüş ve duyumsamıştır. Şiirlerinde de bunun yoğunluklu biçimde yansıdığını söyleyebiliriz. Yahya Kemal’in aslında evsizliğini bastırarak o yokluğu başka bir şeye bağlanarak ikame ettiğini de görürüz. Adeta varsıllığından geriye hiçbir şey kalmamış düşkün bir mirasyedi gibidir. Ancak varlığını hayalinde bulabildiği geçmiş yaşantının izlerinde eşelenir … Bir gün elini cebine sokup tepelerden artık var olmayan evinin hayaletine bakar. Başka bir gün mehtaplı gecede boğazda kürek çeker…

Kandilli yüzerken uykularda

Mehtabı sürükledik sularda

Modern Türkçe şiirde nasıl Edip Cansever (Necip Fazıl değil), “oteller şairi” ise Behçet Necatigil de “ev” ya da “evler” şairidir. Yalnızca 1953’te çıkan “Evler” adlı kitabın şairi olduğu için değil. Ama sadece bunun için bile hiç tereddüt etmeden ona “evler” şairi denebilir. Necatigil’de ev genel olarak yalın anlamıyla, sözcük anlamından fazlaca taşmadan yer alır. Buna karşın bir taşma potansiyelini taşıdığını, zaman zaman bu eğilimin açığa çıktığını belirtelim. Onun evle ilgili şiirlerinde evin değişik halleri yansıtılır. Canlı bir ev ortamı; ev birey, ev aile ilişkileri bağlamında değişik açılardan şiirin konusu olur. Necvatigil için ev mahrem alan, sınırları kesin olarak çizilmiş kapalı bir alandır. Şiirlerinde daha çok sözcüğün geleneksel sığınak, konut anlamıyla yer bulduğunu görürüz. Dışarının uzantısı değildir. Dışarıdaki dünyayla içerideki, yani evdeki dünya birbirine karışmaz. Necatigil şiirlerinde buna, kamusal alandaki hayatla özel alan olarak belirlediği evdeki hayatın birbirine karışmasına sanki özellikle engel olur. Öte yandan geleneksel anlamıyla sığınak olan evle modern çağın dayattığı aidiyet olan ev arasındaki ayrımı da sezmiş gibidir. Sözünü etmişken şairin “Evler” başlıklı şiirini okumadan geçmeyelim:

İnsanlar yüzyıllar yılı evler yaptılar.

İrili ufaklı, birbirinden farklı,

Ahşap evler, kâgir evler yaptılar.

Doğup ölenleri oldu, gelip gidenleri oldu,

Evlerin içi devir devir değişti

Evlerin dışı pencere, duvar.

Vurulmuş vurgunların yücelttiği evlerde

Kalbi kara insanlar oturdu.

Gündelik korkuların çökerttiği evlerde

O fıkara insanlar oturdu.

Evlerin çoğu eskidi gitti tamir edilemedi

Evlerin çoğu gereği gibi tasvir edilemedi.

Kimi hayata doymuş göründü,

Bazıları zamana uydular.

Evlerin içi oda oda üzüntü,

Evlerin dışı pencere, duvar.

Evlerde saadetler sabunlar gibi köpürdü:

Dışardan geldi bir tane, nar gibi,

Arttı, eksilmedi.

Evleri felaketler taunlar gibi süpürdü:

Kaderden eski fırtınalar gibi,

Ardı kesilmedi.

Evlerin çoğunda dirlik düzen

Kalan bir hatıra oldu geçmişte.

Gönül almak, hatır saymak arama.

Evlatlar aileye asi işte,

Bir çığ ki kopmuş gider, üzüntüden.

Evlerde nice nice cinayetler işlendi,

Ruhu bile duymadı insanların.

Dört duvar arasında aile sırları,

Bunca çocuk, bunca erkek, bunca kadın

Gözyaşlarıyla beslendi.

Küçükler, büyük adam yerine evlerin kiminde:

Çocukları işe koştu kalabalık aileler.

Okul çağlarının kadersiz yavruları

Ufacık avuçlardan akşamları akan ter,

Tuz yerine geçti evlerin yemeğinde.

İnsanların kaderi besbelli evlere bağlı:

Zengin evler fakirlere çok yüksekten baktılar,

Kendi seviyesinde evler kız verdi, kız aldı

Bazıları özlediler daha yüksek hayatı,

Çırpındılar daha üste çıkmaya

Evler bırakmadılar

Yeni yeni tüterken ocakların dumanı

"Kadın en büyük kuvvet erkeğinin işinde"

Erkekleri kaçtı, kadınları kaçtı

Evler dilsiz şikâyet kaçmışların peşinde.

Şu dünyada oturacak o kadar yer yapıldı;

Kulübeler, evler, hanlar, apartmanlar

Bölüşüldü oda oda, bölüşüldü kapı kapı

Ama size hiçbir hisse ayrılmadı

Duvar dipleri, yangın yerleri halkı,

Külhanlarda, sarnıçlarda yatanlar!

Şimdi şiire ara verip Adorno’nun 1951’de yayımlanan ve Türçede “Minima Moralia” adıyla çıkan kitabının 18. fragman olan “Evsizlere Sığınak”ı okuyalım:

“Özel yaşamın düştüğü durumu, sahnesine bakarak anlayabiliriz. Sözcüğün alışılmış anlamıyla barınak, artık imkânsızdır. İçinde büyüdüğümüz geleneksel evler çekilmezleşmiştir.

Orada yaşanan her konforun bedeli bilgiye ihanettir bugün, en küçük sığınma duygusuna bile aile çıkarlarının küflü kokusu karışmaktadır. Bir tabula rasa üzerinde inşa edilen o modern, işlevsel konutlarsa, uzmanların zevksizler için imal ettiği, içlerinde yaşayanlarla hiçbir bağlantısı olmayan yaşama kutularıdır, ya da yolunu şaşırarak tüketim alanına girmiş fabrika tesisleri - zaten sönüp gitmiş olan bağımsız varoluş özlemine taban tabana zıttır bütün bunlar.

Modern insan tıpkı hayvanlar gibi yerde uyumak istiyor, demişti bir Alman dergisi, Hitler'den önce, kâhince bir mazohizmle: Yatakla birlikte, düşle uyanıklık arasındaki eşiği de ortadan kaldırıyor. Uykusuzlar her an göreve çağrılabilirler, her şeye hazır ve dirençsizdirler, aynı anda hem dikkatli hem bilinçsiz. Sahici ama satın alınmış bir eski konakta sığınak arayan kişi kendini diri diri mumyalamış olur. Bir otel ya da pansiyona taşınarak kendi ikametgâhımızın sorumluluğundan kaçma çabası da mülteciliğin dışarıdan dayatılmış koşullarının bilgece bir seçim olarak görünmesini sağlar. En ağır darbeyi yiyenlerse, her yerde olduğu gibi, seçme imkânına sahip olmayanlardır. Kentin çöküntü bölgelerinde değilse bile, yarın yerini kümeslere, arabalara, vagonlara, kamplara ya da düpedüz açık havaya bırakabilecek kulübelerde yaşamaktadırlar. Ev, geçmişte kalmıştır. Çalışma ve toplama kampları kadar, Avrupa kentlerinin bombalanması da, teknolojinin içkin gelişmesiyle eve çoktan biçilmiş olan hükmün sonunda infaz edilmesidir sadece. Evler eski konserve kutuları gibi kullanılıp atılacak şeylerdir artık. Gerçekleştirilme fırsatı bir kez kaçırıldıktan sonra sadece burjuva yaşamının köklerini çürütmekle kalan sosyalist toplum da sahici bir barınak imkânını yok etmektedir. Bu sürece hiç kimse direnemez. Kişi, dar anlamıyla zanaate ne kadar karşı olursa olsun, mobilya tasarımı ve iç dekorasyona ilgi duymaya başladığı anda bir kitap koleksiyoncusunun o fazla süslü zevklerini de benimsemeye başladığını fark eder. Belli bir uzaklıktan bakıldığında, Viyana Atölyeleri ile Bauhaus arasındaki fark o kadar büyük değildir. Saf işlevsel çizgiler, işlev ve amaçlarından kurtularak, kübizmin temel yapıları kadar süslemeci olmaya başlamışlardır bugün. Bütün bunların karşısında, bağlanmamış, askıda bırakan bir tavır hâlâ en doğru davranış biçimi olarak görünmektedir Toplumsal düzenle kendi ihtiyaçlarımız elverdiği sürece özel yaşamımızı sürdürmek, ama onun hâlâ toplumsal bir dayanağı ve bireysel bir anlamı olduğu yanılsamasına kapılmamak. ‘Ev sahibi olmamam, iyi talihimin bir parçası bile sayılabilir,’ diyordu Nietzsche ‘Şen Bilim’de. Bugün eklememiz gerekir. Kendi evimizi ev olarak görmemek, orada kendimizi ‘evimizde’ hissetmemek, ahlakın bir parçasıdır. Bugün bireyin kendi mülkü karşısında düştüğü zor durumu biraz olsun gösterir bu - hâlâ herhangi bir mülkü kalmışsa tabii. Oynamak zorunda olduğumuz oyun şudur: Artık özel mülkiyetin kimseye ait olmadığını, çünkü tüketim mallarının bu kadar bollaştığı koşullarda hiç kimsenin bunların kısıtlanması ilkesine tutunmaya hakkı olmadığını, ama yine de sırf mülkiyet ilişkilerinin körce sürdürülmesine hizmet eden o bağımlılık ve muhtaçlık durumuna düşmemek için bile kişinin bazı şeylere sahip olmak zorunda olduğunu görmek ve dile getirmek. Ama bu paradoksun tezinin varacağı yer yıkımdır: Nesneler karşısında, sonunda insanlara da yönelen sevgisiz bir umursamazlık. Antitez ise, telaffuz edildiği anda, rahatsız bir vicdanla sahip oldukları şeylere tutunmak isteyenlerin ideolojisine dönüşür. Yanlış yaşam, doğru yaşanamaz.”

Necatigil’in “Evler” başlıklı şiiri 1947’de yayımlanmıştır. Demek ki “ev” ve “evler” konusunda düşünmeye Adorno’nun kitabının yayımlanmasından önce başlamıştır. Necatigil’in acaba Adorno’dan ve kitabından haberi olmuş mudur? “Minima Moralia”nın yayımlanması daha sonraki tarihte ama kitapta yer alan makaleler dergilerde çıkmış Necatigil de okumuş olabilir. Necatigil’in bu yazıları okumuş olma ihtimali açık. Öyleyse Adorno’nun evle ilgili düşüncelerinden etkilenmiş olması da ihtimal dahilinde. Ancak Necatigil’in evi algılayışı ve kavrayışında, Adorno’nun anlatımındaki derinliğe ulaştığını göremiyoruz. Birinin düşünür birinin şair olmasından farklı bir sorun bence. Bu arada Adorno’nun evin artık imkânsız olmasıyla ilgili sözlerinin Turgut Uyar’ın “Büyük Ev Ablukada” başlıklı şiirini hatırlamamızı sağladığını da belirtelim. Şiirin tamamının okunmasını önererek Uyar’ın şiirinden bir bölüm alıntılayacağım:

(ekmek vardı tereyağı vardı utanılacak bir şey yoktu

bir şey daha yoktu ama kavrayamıyordum)

işte böyle olmak en iyisidir olmakların

bir küçük çocuğu tuttum otobüsten indirdim

(indirmiştim

yok olan önemli bir şeydi allah kahretsin)

Artık öyle bir zamandayız ki dünyada galiba sadece tanrının evi var. Büyük çoğunluk evsiz… Walter Benjamin “on beş yaşındayken çocukluğumuzu da alıp evden kaçmamış olmamız bağışlanmayacaktır” demişti. Ancak ne yazık ki dünyanın evsizlerini Benjamin’in sözünü ettiği gibi on beş yaşındayken çocukluğunu da alıp evden kaçanlar oluşturmuyor. Öyle olsa dünya mutluluğun arandığı değil yaşandığı bir yer olurdu.

Şiirinde evle avluyu kıyaslayan Haydar Ergülen’in ev algısı Behçet Necatigil’in oluşturduğu duyarlılığın devamı gibidir. Ergülen’in “Avlu Gazele”ni okuyalım:

ev ne, duvar! Avlu bir gülümseme

göz kırparsan taşın bile kalbi var!

ev ne, zaman! Avlu haziran gibi iyi

sudan işlek, gökyüzünden çalışkan

ev ne, karanlık! Avlu fenerli deniz

zeytin ağacından ada, gölgesinde yunuslar

ev ne, vatan! Avluda atlas açık

ovaları sevindir, hisli dağlara da çık!

ev ne, büyük! Avlu gezgin lunapark

gıcırdasın ahşap sesli dönme dolap

ev ne, cümle! Avlu şiirden hece

İ-dil-ba-na-av-lu- ol!

ev ne, batı! Avlun aşkın doğusu

iki ağaç bir gece rüzgârlar kavuşacak

ev ödevse avlu aşk, ne şiirler kopacak!

Yoksullaşan insanın önce evi küçülüyor giderek o küçük ev de kalmıyor. Dünya nüfusunun büyük çoğunluğu günümüzde evini kaybettiği için yoksulluk ve yoksunluk kıskacına düşüyor. Bugün ev dediğimizde sözcüğün dalga boyunda artık açık biçimde yoksulluk ve yoksunluk yer almakta. Modern Türkçe şiirin henüz evin bu halini algıladığını, bu yönde bir duyarlılık geliştirdiğini söyleyemeyiz. Sözcüğün Türkçede anlam genişlemesi büyük ölçüde seksenlerden sonraki Kürt köylerinin yakılması sonucu yaşanan kitlesel ve zorunlu göçle başladığını söyleyebiliriz. Bugünkü haliyle sözcük aidiyet de belirtecek biçimde yer, yurt,memleket, sıla anlamlarını da kapsayacak biçimde genişlemiş olarak kullanılıyor. Bu bağlamda kısa bir parantez açarak ve de hoşgörünüze sığınarak 2013’te yayımlanan “Aşk Kayıtları” kitabımızı hatırlatmak istiyorum. Kitapta yer alan kırk bir şiirin her biri “beni eve götür sevgilim” dizesiyle biter. Çabamız, çağımızda kazandığı anlam boyutuna, yeni çağrışımlar kazandırarak ev sorunsalına dikkat çekmek, bu konuda duyarlılık geliştirmeye yönelikti. Şu dizeler “Aşk Kayıtları” başlıklı şiirden:

fırtınanın dinmek için aradığı kuytu değil

aşkın mümkün

evin gerçek olduğu tek yer

isyandır

beni eve götür sevgilim

Adorno, artık barınak imkansız, ev geçmişte kalmıştır demekte haklıysa, ki her geçen gün biraz daha pekişiyor haklılığı, bu konuda daha çok şiir yazılmalı ve daha çok şiir okuyabilmeliyiz… Yazımızı Gülten Akın’ın “Yüksek Evde Oturanın Türküsü” başlıklı şiiriyle bitirelim:

Evleri yüksek kurdular

Önlerinde uzun balkon

Sular aşağıda kaldı

Aşağıda kaldı ağaçlar

Evleri yüksek kurdular

On bin basamak merdiven

Bakışlar uzakta kaldı

Uzakta kaldı dostluklar

Evleri yüksek kurdular

Cama betona boğdular

Usumuzdaydı unuttuk

Topraklar uzakta kaldı

Toprağa bağlı olanlar