Yankı odalarında muhalefet

Hoşumuza giden haberleri, gerçek statüsünde görüyor, ezberimize ters düşenleri yok sayıyoruz (ignore). Yani “hoşuma gidiyorsa doğru olmalı” düsturuna sahibiz.

Google Haberlere Abone ol

Koray Kırmızısakal

“Pursewarden bir yerde, “Kendi seçtiğimiz yalanlar üzerine kurulu hayatlar yaşıyoruz,” diye yazıyor. Gerçeklik algımızı zaman ve uzam içindeki konumumuz belirliyor  kişiliklerimiz değil, oysa biz ikincisini yeğlerdik. Böylece gerçekliğin her bir yorumu tek bir konuma dayanıyor. İki adım sağa

ya da sola kaysak, bütün görünüm değişecek.” (Lawrence Durrell)

Post-truth politikaların, sağ popülizmi desteklediğine, onun can simidi olduğu konusunda herkes hemfikir görünüyor. Post-truth’un yükselen ırkçılığı, milliyetçiliği, yabancı düşmanlığını körüklediğine elbette şüphe yoktur. Fakat, muhalefet eden geniş bir blokun post-truth rejiminin pençesine düşmeyeceğini kim garanti edebilir? Post-truth kavramının sözlük manalarını, 2016’da Oxford Sözlüğü tarafından yılın kelimesi seçilmesini ve Trump-Brexit sonrası dünyaya atıflardan söz etmeye gerek yok artık, kavram epeyce tartışıldı. Yine de hala daha fazla araştırılmayı bekliyor, tıpkı popülizm gibi. Post-truth’u, gerçeklerin hiçbir öneminin kalmadığı, duygulara hitap eden gerçekler olarak tanımlamak mümkün. Hoşumuza giden haberleri, gerçek statüsünde görüyor, ezberimize ters düşenleri yok sayıyoruz (ignore). Yani “hoşuma gidiyorsa doğru olmalı” düsturuna sahibiz.

Bugün, teyit edemeyeceğimiz bilgi yüküyle çevrelenmiş bir dünyada yaşıyoruz. Bilgi iletişim sistemlerinin insanlığı büyük hakikatlere ulaştırma rüyası bir kabusa dönüşmüşe benziyor. Zizek’in söylediği gibi, esas bu çağda hiç olmadığı kadar inanıyoruz. Çünkü ömrümüz kısa, perspektifimiz dar, edinebileceğimiz bilgiler sınırlı, bilimsel bilgi öylesine karmaşık ki, ancak iman edilebilecek statüde görünüyor. Fakat gelinen duruma bakın, hala dünyanın düz olmadığını, eşcinselliğin bir hastalık olmadığını, kadınlara neden tecavüz edilmemesi gerektiğini, 2pac’ın da öldüğünü sürekli kanıtlamak zorunda olduğumuz bir çağdayız ne yazık ki: “Büyük Gerileme.”

Her şeyin tartışılabiliyor olması, bizi özgür hale getirmiyor, tersine ötekine karşı duvarları kalınlaştırıyor, düşmanlığın, sınırların keskinleşmesini sağlıyor. Herkese hoşgörülü olmaya davet ediliyoruz, aslında diyalogun gerçekleşmeyeceğini kabullendiğimiz için. Yine de bazı hakikatlerin olduğunu düşünüyoruz ki hala tartışıyoruz, post-truth hükümranlığında bir yere ulaşmaya çalışıyoruz. Ahmet Murat Aytaç’ın özlü bir şekilde ifade ettiği gibi: “Hakikatin kendinden menkul bir enerjisi yoktur; hakikati savunmak gerek”ir diyoruz.

Başkalarıyla diyalog imkanının olmadığı bir dönem bu. İletişim yok değil; aksine fazla iletişim var. Ama “bana benzeyenler” ile fazla iletişim var. Arkadaşlıklarımız anahtar kelimelere göre biçimlenmiş, haber akışımız algoritmalara göre belirlenmiş, beğenilerimiz küçük bir enformasyon havuzu yaratmış, bizi hoşnut eden şeylerin doğruluğuna daha çok inandığımız bir dünya ve biz bu dünyayı arzuluyoruz. Filtre baloncuğuyla çevrelenmişiz. Buna göre, internet farklı görüş ve birikimlerin birbiriyle kesişmesini ortadan kaldıran bir mantığa sahiptir. Kişi içinde bulunduğu baloncuğun farkında değildir. Bu filtre baloncukları bizi yankı odalarına hapsediyor, kendimiz gibi olan seslerin, düşüncelerin bizim gibi düşünenlerin oluşturduğu odacıklarda iletişiyoruz. (1) Sevmediklerimizi “yok sayıp”, takipten çıkarmanın hazlarını yaşıyoruz. Pekala bunlar “bilinen bilinenler” ya “bilinmeyen bilinenler?”

Lawrence Durrell’in İskenderiye Dörtlüsü, gerçekliğin, bakış açısının sınırlılığını sorgular bu manada. Bu dörtlünün ilk cildi (Justine) Darley adlı bir yazarın bakış açısından “Ben” öznesiyle yazdığı bir romandır. Okuduğumuz romanın sözde yazarı da odur. Fakat ikinci cilde (Balthazar) geçtiğimizde şunu fark ederiz, ilk ciltte anlatılanlardan çok daha farklı bir manzara vardır, bildikleri yanlıştır Darley’in, kırık dökük günlük parçalarından, metinlerden oluşturduğu ilk okuduğumuz roman, esasında gerçekleri pek de yansıtmamaktadır. İkinci ciltte Darley, elde ettiği yeni gerçeklerin ışığında eleştirel bir öz-hesaplaşmaya girer ve kitabı yeniden yazar. Üçüncü cildi (Mountolive) okumaya başladığımızda ise; Darley bir özne konumundan nesne konumuna geçer, olaylar üçüncü tekil şahıs tarafından anlatılır ve yine ilk iki ciltte bildiklerimizden farklı bir gerçeklikle karşılaşırız. İlk iki cilt, daha çok aşk ilişkilerine odaklanırken, üçüncü cilt bir haritaya kuşbakışı bakarcasına siyasi bir dünyayı anlatır.

Birbirinin devamı olmayan bu üç cilt, aynı olayları karmaşık bir düzende anlatırlar, zaman dondurulmuştur. Dördüncü cilt ise (Clea) tekrar Darley’in bakış açısına döner ve Clea’nın rehberliğinde, olaylara bu sefer zaman boyutu eklenir. Yani belirli bir zaman geçtikten sonra anlatılanları okuruz. İlk üç cildin gerçek devamıdır bu cilt. Durrell romanlarının yapısını “görelilik önermesi”nden aldığını söyler. Yani “üç ölçek uzama karşılık bir ölçek zaman.” Artık son ciltte Darley, gerçeği biçimlendirmekten ziyade gerçeğin onu biçimlendirdiğini söyler. “-Çünkü ağır ağır dönen çarkının üzerinde bizi biçimleyeni bozup yeniden yapan gerçekliktir.” Artık olgunlaşmıştır yazarımız, Kojin Karatani’nin dediği gibi: “Ben” roman yazmayı bırakmıştır, en sonunda ortaya çıkan şey “hikaye”dir.

Post-truth çağında bizim konumumuz da Darley’e benzemiyor mu?

Algoritmalarla biçimlendirilen, filtrelenen, yankı odalarından edindiğimiz enformasyonu hakikat sanan, kendimize bir dünya kuran; hatta Darley gibi bir roman yazmaya yeltenen, ya da bugün olduğu gibi herkes ve her şey hakkında “analiz” yapan bizler varız. Hoşumuza gitmiyor diye “duygusal gerçeklere” inanıyor, post-truth rejimine hizmet ediyoruz. Post-truth’u üretenlerin yalnız sağ düşünce olmadığını yakın zamanda gördük. Bu nedenle muhalefet, içinde bulunduğu yankı odalarının, sınırlı bakış açılarının ayırdına varıp, kendisiyle hesaplaşmaya girişmek zorunda.

Darley, romanın sonunda, bir “hikaye”ye başlar gibi başlıyor sözlerine, gerçekten Karatani’nin dediği gibi ortaya çıkan şey “hikaye” oluyor. Öyleyse yankı odalarından çıkmalıyız, “anlatılanın bizim hikayemiz” olduğu bir dünyayı arzulamalıyız.

1) Bu konuda okunması gereken önemli bir metin: https://yenimedya.wordpress.com/2017/07/10/algoritmalarinyarattigi-yanki-odalarinda-siyasal-katilimin-olanaksizligi/