Nurcan Baysal Sur'u anlattı: Hâlâ cenazesini arayanlar var

Nurcan Baysal'ın yeni kitabı O Sesler, Dipnot Yayınları tarafından yayımlandı. Sur'daki abluka sürecindeki yaşananları kaleme alan Baysal, gelen eleştirilere, "Yaşamın devam etmesi, sizin içinizin yanmadığı ya da çabalamadığınız, mücadele etmediğiniz anlamına gelmiyor. 100 gün süren bir bombardımandan bahsediyoruz. Nitekim Diyarbakır’da ölen insanlar listesine baktığınızda, yarısının Sur dışında öldüğünü görürsünüz. Yani protestolarda ölenler. İnsanlar her gün toplanıp, Sur’a girmeye çalıştı ama giremediler" diyerek yanıt verdi.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Silopi, Cizre, Nusaybin, Şırnak, Yüksekova, Bulanık, Varto, Van ve Hakkari’de deklare edilen öz yönetim ilanlarından sonra 14 Ağustos 2015’te bu sefer Sur’dan “Biz artık kentimizi özyönetimimizle yönetmek istiyoruz” açıklaması geldi. 6 Eylül 2015’te başlayan sokağa çıkma yasakları 9 Mart 2016’da sona erdi. Bu süre zarfında yaşanılanlara tüm şehir tanıklık etti. Üzerinden 2 yılı aşkın bir süre geçmiş olsa da bugün hala cesedi bulunamayanlar var. 7000 yıllık geçmişi olan Suriçi’nin bugün yarısı traşlanmış vaziyette. 2016’da, dönemin Başbakanı tarafından Toledo evlerinin yeniden yapılacağı açıklandı.

Sur’un yıkımından arta kalan molozlar ise Dicle Nehri vadisine dökülmüştü. Yakınlarının cesetlerini arayanlar o molozlara koşmuş ve gerçekten de kısa süre sonra bu yığınlar içinde cesetlerden kalan parçalar bulunmuştu. Ellerde beyaz bayrak ölülerin taşındığı bir dönemden bahsediyoruz. Dahası hayvanlar yemesin diye nöbetleşerek ölülerin beklenildiği bir dönemden... Nurcan Baysal, O Sesler’de tam da bu dönemi anlatıyor, “bom! bom!” sesi eşliğinde. Tanıklıkları dinliyor. Ne yaşanmış, nasıl yaşanmış? Ölen onca insan için bir şeyler yapılabilir miydi? O Sesler’deki anlatıcıların, niye bilhassa ekonomik durumları belirtilmiş? Hendek meselesi neydi ya da ne değildi? Hendeğin önünde neler yaşandı? Arkada bilmediğimiz ne kaldı? Nurcan Baysal hem bir gazeteci hem de çocukluğu Sur’da geçmiş biri olarak süreci anlattı.

Nurcan Baysal

O Sesler’de, hendeğin önünde konuşanların yanında hendeğin arkasındakileri de gözüm aradı. Bu bir tercih mi?

Aslında bir tercih değil. Hendeğin arkasındakiler ya öldüler ya cezaevindeler. Sadece kardeşi ölen biriyle röportaj yapabildim. Hendeğin arkasındakilere ulaşmak mümkün değil artık çünkü onlar yoklar. Abluka içinde kalan ve şimdilerde HDP’den Diyarbakır’da aday gösterilen Remziye Tosun kitabı yazdığım dönem tutukluydu. Cezaevine girenlerle o süreç konuşulamıyordu. Keşke ulaşıp konuşabilseydik ama konuşamadık.

'İLK HENDEKLER ÇOCUKLARIN ÖLDÜRÜLDÜĞÜ YERLERDE AÇILDI'

Kitabın sonunda bir Sur kronolojisi var. 5 Haziran’la, Diyarbakır’da HDP mitinginde yaşanan bombalı saldırıyla başlıyorsunuz. Suruç Katliamı gelmiş sonra. Tuttuğunuz kronoloji ne demek istiyor? Hendeğin öncesine mi işaret ediyor?

Benim için bütün bu şiddet 5 Haziran’da başlıyor. O tarihten sonra ayrı bir döneme girdiğimizi hissettim. Birçok insan da Amed’te böyle hissetti. 5 Haziran’da oradaydım. Çok yakınımdaydı patlayan bomba. Tüm yaşadıklarımızın bağlantılı olduğunu düşünüyorum. Suruç’u ise özellikle koydum. O kadar üst üste geldi ki her şey... Sanki bir düğmeye basıldı ve her şey başladı. Hala da öyle hissediyorum. Yoksa hendek daha öncesinde de vardı. Politikacılar onları kapatmakla uğraşıyordu. O yüzden bu yaşananları hiç bir zaman bir hendek meselesi olarak görmüyorum. İşin arkasını görmek lazım. Neden kazıldı? Neden gençler o hendeklerin arkasında durdu? Bu meseleyle ilgili yazılanların çoğu hendeğin arkasını ve önünü görmeyen yorumlarla dolu. İş hendeğe bağlanıldı. Örneğin Lice’de çok öncesinde hendek açılmıştı ve sivil toplum örgütleri temsilcileri, rahmetli Tahir abi (Elçi) de dahil olmak üzere gitti, konuştu. Sonrasında hendek kapatıldı. O dönem barış süreciyle ilgili bir takım güvensizlikler oluşmaya başlamıştı. Özellikle çocukların güvenlik güçlerinin açtığı ateş sonucu öldürüldüğü ya da tutuklamaların arttığı yerlerde hendekler açıldı.

'HENDEKLERİN ETRAFINDA GEZDİĞİMİZ BİR DÖNEM OLDU'

Bölgede yaşayan tanıklar "PKK ve karakolların bayrakları bazı yerlerde karşı kaşıya asılıydı" diyor. Bu nasıl olabildi?

Bunu ben görmedim ama bunu gözlemlediğini söyleyen bir çok insan duydum. Bitlis-Tatvan bölgesinde çok çalıştım. O zaman barış süreciydi. Bazı şeyleri gözlemleyebiliyorduk. Hendeklerin açılmaya başlandığını, askerler ve güvenlik görevlileri de biliyordu ama hiç kimse birbirini öldürmüyordu. Düşünün, Sur’daki ilk hendek, Dört Ayaklı Minare’nin orada başladı. Yani karakolun 100 metre ötesinde. Turistler o halde Sur’u geziyordu. Yanından, sağından solundan geçiyorduk. Polisler, siviller de görüyordu. O süreçte benim de anlayamadığım, anlayamadığımız çok şey var. Hendeğin arkasındakiler de artık yoklar. Bugüne kadar Kürt hareketinin de çok açık bir şekilde bir açıklama yapmış olduğunu düşünmüyorum. O Sesler’de farklı kesimlerle konuşmamın bir nedeni de bu. Bir çok insanın o günlerde ne olduğunu çok anlamadığını gördüm. Bir de barış öyle bir şey. Çabuk alışıyorsun.

Öyle bir süreçten sonra ne olduğunu çözemiyorsun. Çalıştığım köylerde barış süreci olmasına rağmen korucular alınıyordu. Yeni korucular neden alınıyor diye yazıyordum o dönem. Devlet niye silahlanıyor, silahlandırıyor? Daha öncekiler gibi değildi. Daha önce dağdaydı savaş. Evet, biz 90’larda da o şiddeti şehirde yaşıyorduk ama savaş dediğin şey dağda olan bir şeydi. İşte cenazeler geliyordu. Ailelerin içi yanıyordu, o evlere ateş düşüyordu ama sıcak savaş kapımızın önünde değildi. Mesela oğlum 7 yaşındaydı. Okuldan geliyordu. “Anne saydım, bugün 43 bomba attılar” diyordu. Yani çocukların, herkesin hissettiği, sürekli camların tıkırdadığı, şehrin tamamının bir gaz bulutuna dönüştüğü öyle dehşet bir dönemden bahsediyoruz.

'ELEŞTİRENLER SAVAŞI YAŞAMANIN NE DEMEK OLDUĞUNU BİLMİYORLAR'

“O Sesler” arasında dışarıdakilerin ne yaptığı çok konuşuldu, eleştirildi. 50 metre ötedeki çatışmaları duymak, oradan çıkamayan ya da çıkmayan insanları bilmek… Eleştirilerden azade, aynı şeyleri tekrarlamakta ısrar etmekten kaçınarak soruyorum. O dönemi Sur’un dışındakiler nasıl yaşadı?

Evet, bunlar konuşuldu. Çok sevdiğim, demokrat bir çok gazeteci bölgeye bir iki gün gelip, sonrasında IMC TV’de, "Ya işte şehir bombardıman altında, insanlar ölüyor ama Diyarbakırlılar kahve içiyor” gibi şeyler söyledi. Savaşı yaşamak ne demek aslında bilmiyorlar. İki gün, üç gün hayat durabiliyor ama dördüncü gün? Evde çocuklar var. Siz yemek yapacaksınız. En basitinden pazara gidip domates alacaksınız. Yani çocuk okula gidecek, hastalar hastaneye gidecek. Yani o yaşamın bir noktada devam etmesi gerekiyor.

Yaşamın devam etmesi, sizin içinizin yanmadığı ya da çabalamadığınız, mücadele etmediğiniz anlamına gelmiyor. 100 gün süren bir bombardımandan bahsediyoruz. Nitekim Diyarbakır’da ölen insanlar listesine baktığınızda, yarısının Sur dışında öldüğünü görürsünüz. Yani protestolarda ölenler. İnsanlar her gün toplanıp, Sur’a girmeye çalıştı ama giremediler. Kuş uçurtulmadı, mümkün değildi. Hatırlıyorum, hükümet medyası Diyarbakırlılar hendekçi teröristlere prim vermedi diyordu. Hükümet medyasının da bu algıya yaratmada etkisi oldu.

'HALA CENAZESİNİ ARAYAN AİLELER VAR'

Uzun bir süre cenazelerin verilmediğini biliyoruz. Kimi cesetler günlerce sokakta kaldı. Yine o dönem, yakınını içeriden almak isteyen insanlara “Cenazeleri almaya gidenlerin ölümünden devlet sorumlu değildir” belgesinin imzalatıldığı söyleniyor.

Mesut Seviktek ve İsa Oran’ın cenazesi yerdeyken cezaları nasıl alırız diye İnsan Hakları Dernekleri ve bir kaç aktivistle epey uğraştık. Açlık grevine giren oldu. Ondan sonra "Cenazeleri alabilirsiniz fakat bir kağıt imzalamak zorundasınız" dediler. "Gidin alın ama hani bir kurşun gelir, ölürseniz biz sorumlu değiliz" denildi. Gitmeye karar verdik. İsa’nın babası kesinlikle izin vermiyorum dedi. Başbakanlık’tan randevu istedik. O zaman  başbakan Davutoğlu’ydu.

Düşünün, babamın manav dükkanının biraz ötesindeydi cenazeler. İnsanın aklı almıyor. Başbakan ilgileneceğini söyledi. Cenazeler 29 gün sonra morga getirildi. Tanınmayacak haldeydiler, parçalanmışlardı. “Yıl, 2016. Bir Cenaze Hikayesi” diye bir yazı yazdım. Başbakan’a açık bir mektup gibiydi. Bu cenazeleri bu hale kim getirdi diye. Geri dönen olmadı. Bir kez Başbakanlık’tan arandım ve cenazelerin resmi istendi. Böyle süreçlerden geçtik. 17 yaşında Sur’da çatışmada öldürülen Hakan Arslan’ın cenazesi hala yok ortada. Caminin oralarda bir yerde gömüldüğü söylenmiş. Bunu nereden biliyor aile? Cezaevinde olan üç kişi cenazelerle ilgili kimi, nereye gömdüklerini söylemişler.

Baba Mehmet Ali Arslan sesini nasıl duyuracağını bilmiyor. Valilik, Emniyet Müdürlüğü’ne başvurmuş. İzin verin, ben gireyim, çocuğumun cenazesini bulayım diye. Mesela Cizre’de hala 18 cenaze yok. Cizre’de Hacer Arslan’dan kalan hiç bir şey yok. Bir kaç hafta önce, annesi Helin Arslan, Mezopotomya Ajans’taki bir haberde “evlerin altında benim çocuğumun cenazesi var, evleri yapmayın” diyerek sesini duyurmaya çalıştı. Bu haberler okunmuyor artık. Sıradanlaştı diyeyim ama hala cenazelerini arayan aileler var.

Niye sadece Taybet İnan’ı biliyoruz?

Sokaktayken fotoğrafı çekilebildi, kayıt altına alınabildi. Çocukları camdan izliyordu. Kedi, köpek gelmesin diye cenazeye nöbet tutuyorlardı. İsa ve Mesut’ta bir şekilde görünür oldu. İnsan Hakları Derneği ailenin yanındaydı. Fakat bir süre sonra bunlar bile sıradanlaştı. Mesela biz Gever’de, Şırnak’ta yerde kalan cenazeleri hiç bir zaman bilmedik.

'HİKAYELER BİRBİRİNE KARIŞTI'

Çatışan oldukları için mi bilmiyoruz? 

Evet o da var ama şöyle şeyler de oldu. 19 yaşında Hacer Arslan, abisinin yaralandığını duyunca yardım etmek için içeri girmiş. Hacer sivildi ve çıkamadı. Böyle şeyler var. Hikayeler de birbirine karıştı yani. Kim neydi? Onu da çok net bilmiyoruz.

‘YÜCELTMELERLE, AŞAĞILAMALARLA, KLİŞELERLE HESAPLAŞMAK İSTEDİM'

O Sesler, Nurcan Baysal, 168 syf., Dipnot Yayınları, 2018.

O Sesler’in sonunda kendinizin ve görüştüğünüz kişilerin ekonomik durumlarını anlayacağımız bilgiler veriyorsunuz. Misal, kendiniz için “orta-üst gelir grubunun oturduğu bir sitede oturuyor” demişsiniz. Niye belirtme ihtiyacı hissettiniz?

Özellikle belirttim. Bir algı yaratıldı. Sadece Batı’da değil. Şehrin kendi içinde de yaratıldı. İşte, “Sur’dakiler ölüyor, Dicle Kent’tekiler cafelerde.” En çok söylenen şey buydu. O yüzden özellikle farklı sosyo ekonomik gruplardan gelen, farklı yerlerde oturan insanları seçtim. Ben biraz kategorileştirmelerle hesaplaşmak istedim. Şunu göstermek istedim; şehri kesen bir şiddet var ve tabi ki de bu şiddetin yer yer boyutu farklı.

Duyduğumuz sadece bomba sesleri değildi. Ruhta çok derin izler bırakan seslerdi. “İşte Dicle Vadi’de havuzlu villasında oturuyor, Sur’da şunlar olurken…” Helikopterler Sur’u vurmak için Dicle Vadi’den kalkıyordu. Konuştuğum insanlardan biri o evlerde oturuyordu ve kendisini böcek olarak hissettiğini söylemişti. Her gün morglara giden bir insan hakları avukatıydı o. Çok fazla konuşamadık, konuşamadı bile.

Bir dolu kimlikten oluşuyoruz. Bütün o aşağılamalar, şablonlar, klişeler, yüceltmeler, yargılar… Aslında tüm bunlarla hesaplaşmak istedim. Gelgitleri olan, kaygan zeminlerde olan insanların hikayelerine bakmak istedim. Kitapta, net bir şekilde bu hesaplaşmayı yaptığımı anlatmadım. Sadece yaşamları gösteriyorum. Türk bir kadın anlatmıştı. Sur manzaralı diye almışlar evi. Vadide ses yankı yaptığı için ses olduğundan dört katı fazla geliyor. Çocuğunun hep masanın altında saklandığını ve bir müddet sonra masanın altında ona yatak yaptığını anlatmıştı. Gördüğümüz ne, görmediğimiz ne? Bir savaş dehşeti içinde göremediğimiz ihtimaller nelerdir?

Ben her şeyi gördüğümü asla iddia etmiyorum. Göremediğimiz ihtimalleri düşündürmeye davet etmek istedim. Sadece Türkleri değil Kürtleri de. Batı’da aşağılamalar şeklinde kategoriler yapılıyor, burada da yüceltmeler şeklinde. Burada “şanlı direniş”, diğer tarafta “Allah'ın belası teröristler” deniliyor. Hiç bir şey bu kadar siyah beyaz değil. Gri alanlar da var. Kendim de çok gelgit yaşadım. Konuştuğum bir iş adamı, "Hayatım boyunca devletin bu yaptığını unutmayacağım" demişti. Bir iş adamından hiç beklemeyecek şekilde radikal konuşmuştu. Bu şehirde, o süreçten etkilenmeyen kimsenin olmadığını düşünmüyorum. Çok merak ediyorum. Acaba biz dışarıda bir şeyler yapmaya çalışırken, dışarıda yorumlandığı gibi, Sur'dakiler kılımızı kıpırdatmadığımızı düşünüyorlardı? İçim yanıyor bunu düşünürken.

Bir şeyler yapılabilir miydi? Durdurulabilir miydi?

Daha fazla ne yapılabilirdi? Ne yapılmadı? Bu bizim açımızdan her zaman bir soru işareti olarak kalacak. Belki gerçekten yapılacak bir şey yoktu. Bilmiyoruz. O süreci hiç bir zaman çok açıklıkla öğrenemedik ama şunu söylüyorum: Cizre oldu. Sonra Sur. Cizre ve Sur’dan sonra devletin aşağı yukarı ne yapacağı göründü. Cizre, Sur’dan sonra hiç değilse Şırnak, Nusaybin, Gever, Yüksekova için bir şeyler yapılabilirdi. Evet, durdurulamaz mıydı? Daha çaba sarf edilemez miydi? Sadece hareket açısından değil, hepimiz açısında bu sorular kaldı.

Şehirde yaşayanların bir kısmı “Zaten mahallere girilemiyordu. İyi oldu, şimdi evler yapılacak. Temizlediler oraları” diyor. Kentsel Dönüşüm projeleri için en çok kullanılan sözcük: 'temizlik'. Sur nasıldı?

Benim babam Sur’da manav ve ailemin bir kısmı orada yaşıyor. Orada büyüdüm. O yüzden çok iyi bildiğim bir yer. 8-10 yıl önce Sur’un bir iki mahallesinde suç oranı Diyarbakır’ın diğer yerlerine göre özellikle belirli dönemlerde daha fazlaydı. Olaylar olduğu dönemin öncesinde ise Sur, şöyle bir şeye kavuşmuştu: Turizm çok yoğunlaşmıştı. İnsanlar artık akşam da gezebiliyordu. Şarap içilebiliyordu. Bir çok mekan açılmıştı ama bütün bunlar Surlularla birlikte yapılıyordu. İç kale restorasyonu yapılmıştı. Bir dolu sinema festivali orada yapılıyordu. Yine önemli geceler Sur’da yapılıyordu. 8 Mart Sur’da başlıyordu. Newroz ateşi Sur’daki Cemil Paşa Konağı’nda yakılıyordu. En son 2015 yılında Tahir abiyle (Elçi) Newroz ateşini orada yakmıştık. Şu an seçim döneminde, Sur işte şöyleydi, böyleydi deniliyor. Tam sizin bahsettiğiniz gibi: Devlet harika evler yapıyor, Sur’u temizliyor! Bu da yaratılmak istenen algılardan biri.

Sur şimdi ne durumda? Yeni yapılan evlerin sizce müşterileri olacak mı?

Sur’a gelirseniz göreceğin şey, “aaa ne güzel hayat devam ediyor” olacak. Yıkım ana caddelerden gözükmüyor. Tekrar yeni cafeler açılıyor. Ben bunların hepsini olumlu buluyorum. Bütün bunlar bir mücadele şekli. Kadınlar küçük küçük tekstil atölyeleri açtı. Soldan itibaren 100 metre içeri girince yasaklı alan başlıyor. Orada insan yok. Villalar yapılıyor. Garip, şekilsiz şeyler. Evleri satın alan olacağını düşünmüyorum. 2018’in sonunda 500- 700 bin arasında satışa çıkartılacaklarını duyduk. Surlular tabi ki alamayacaklar. Diyarbakır’ın zenginin de orada oturacağını düşünmüyorum. Bu arada hiç kimse bu projeyi tam olarak bilmiyor. Hiç kimsenin orada oturmayacağını düşünüyorum. Bir müddet sonra restaurant, butik hotel gibi şeylere dönüştüreceklerdir.