Soner Sert: Hikâyelerimizi unutmamak için anlatırız

Soner Sert'le ilk öykü kitabı Duvar üzerine konuştuk. Sert, "Hatırlamak, unutmamak ve yüzleşmek için yapabileceğimiz tek şey birbirimize hikâyelerimizi anlatmak" dedi.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Soner Sert'in ilk öykü kitabı Duvar, İthaki Yayınları etiketiyle okuyucu ile buluştu. Çektiği kısa filmlerle birçok festivalden ödüllerle dönen Sert ile, edebiyat- hayat ilişkisini, toplumcu gerçekçi edebiyat anlayışını ve yeni çalışmalarını konuştuk. Odağında 'insan' olan ve ezen-ezilen çelişkisini birçok açıdan işleyen yazar  Sert, "Toplumsal gerçekçiliği reddetmemekle birlikte, anlatmaya çalıştığım hikâyelerin tamamen bu form ile tanımlanmasını kabul etmiyorum. Zira gerek sinemada, gerek edebiyatta bir öykü anlatma biçimi olarak benimsediğim tavır, hikâyeyi, her ne kadar bazı hikâyelerde mekân ve zaman kullansam da, atmosfer olarak distopik bir yapıya büründürerek, gotik politik dediğimiz bir form ile anlatmaktır. En azından bunu denemeye çalışıyorum. En basit yoldan gittiğimizde, ister sürreal, ister sosyalist gerçekçi olsun, sanatın yeni bir gerçeklik yaratarak ortaya çıktığını söylemek mümkün. Ki modern Avrupa düşünürleri bunun adının estetik olduğunu söylüyor. Bütün sanat türlerinin ki ortadaki şey eğer sanat eseriyse, estetikten ya da gerçeklikten bağımsız olmadığını düşünüyorum" dedi.

Soner Sert

Duvar’ın yazım hikâyesini sizden dinlemek isteriz.

Kendiyle, toplumla, rejimle ve devletle anlaşamayan, kendini ya da ismini saydığım diğer kavramları yok etmeye veya yenmeye çalışan her obje, benim için anlatılmaya değer bir hikâye taşır. Kanuni’nin Viyana kapılarına dayanması ilgimi çekmez örneğin. Bana kalırsa anlatılmaya değer olan, o şaşaalı dönemde, altının veya ganimetin cem-i cümlesinin sağa sola saçıldığı o bolluk günlerinde patlak veren, Celali İsyanları’dır. “Duvar”, uzun zamandır üzerine düşündüğüm, içinde veyahut tanık olduğum nesnel gerçekliğin ya da daha halk diliyle söylersek, zilli kurtların hikâyelerini anlatmayı amaçladığım öykülerden oluşuyor.

Tolstoy’un “Ümit uyanık insanın rüyasıdır” cümlesiyle açılıyor Duvar. Sizin için edebiyat umut mudur?

İnsanların, birbirlerine hikâyelerini anlattığı yaşamsal ya da sanatsal herhangi bir form, benim için umut kaynağıdır. Aynılar, denk olanlar, benzeyenler, ezilenler ve ötekiler; birbirleriyle hikâyesini paylaşır. Kimse, düşman bellediğine sırrını vermez, yaşadıklarını anlatmaz. Paydaş olmak için bir ortaklık şarttır. Böyle böyle büyür umut. Edebiyat üzerine ağdalı laflar edecek kadar bir üretimim ve dolayısıyla tecrübem yok ama bana kalırsa umut paylaşılan her şeyde var.

Kılıç Artığı ötekilik hâli üzerine kurulan bir öykü. Bugünden bakınca ‘öteki’ edebiyatta ne kadar yer ediyor?

Bana kalırsa her yazar, anlatmaya değer olduğuna karar verdiği kişinin ya da objenin, kendi içinde bir çatışma yaşadığını, kendiyle ya da toplumla bir derdi olduğunu düşünerek yazmaya başlıyor. Sinema terminolojisiyle söylersek, bu ister gişe filmi olsun, ister sanat filmi olsun! Yoksulların yaşadığı bir mahallede, bütün mahalleli fabrikada “dokuz - altı” mesai yaparken, bir kişinin zenginlerin evine girip hırsızlık yapması, “ötekilik” değil mi? Öteki, çoğunluğun haricinde kalandır. Ve hikâyesi anlatılan her zaman odur. İyi ya da kötü anlatıldığıdır önemli olan.

Kaleme aldığınız öyküler toplumsal gerçeklik üzerinden ilerliyor. Sanat disiplinlerinin gerçeklik haliyle ilgili neler söylersiniz?

“Toplumsal gerçekçiliği” reddetmemekle birlikte, anlatmaya çalıştığım hikâyelerin tamamen bu form ile tanımlanmasını kabul etmiyorum. Zira gerek sinemada, gerek edebiyatta bir öykü anlatma biçimi olarak benimsediğim tavır, hikâyeyi, her ne kadar bazı hikâyelerde mekân ve zaman kullansam da, atmosfer olarak distopik bir yapıya büründürerek, gotik politik dediğimiz bir form ile anlatmaktır. En azından bunu denemeye çalışıyorum. En basit yoldan gittiğimizde, ister sürreal, ister sosyalist gerçekçi olsun, sanatın yeni bir gerçeklik yaratarak ortaya çıktığını söylemek mümkün. Ki modern Avrupa düşünürleri bunun adının estetik olduğunu söylüyor. Bütün sanat türlerinin ki ortadaki şey eğer sanat eseriyse, estetikten ya da gerçeklikten bağımsız olmadığını düşünüyorum. Çünkü gerçekliği yok saymak ya da en olmadı reddetmek için yeni bir gerçekliğe ihtiyaç var.

Duvar, Soner Sert, 152 syf., İthaki Yayınları, 2018.

'ODAĞIM EMEK-SERMAYE İLİŞKİSİ'

Oğul adlı öykünüz, ‘garibanın garibana ettiği zulüm’ üzerinden şekilleniyor ve Roboski’ye bir göndermede bulunuyorsunuz. Edebiyat toplumsal hafızada nasıl bir rol alıyor?

Aslına bakarsak “Oğul”da benim tartışmaya çalıştığım şey, ezilenlerin birbiriyle yaptığı kör dövüşünden öte, kurban mitine yaslanarak bir emek- sermaye ilişkisini odağa almaktı. Kurban mefhumu, insanların birbirleri ile etkileşimi sonucu ortaya çıkan, adına kültür dediğimiz o büyük havuzdaki, ilk ritüellerden biri. Sonradan ortaya çıkan dinler, bu kültürü sahiplenip kendi tebaalarına indirgemeye çalışsa da, kurban kültü insanlık olduğu sürece hep var olacak. “Oğul”da ise, “kışı geçirmek için” mevsimlik tarım işçiliği yapan bir aile üzerinden, bir babanın oğlunu feda edişine odaklanıyor.

Edebiyat üzerine ahkâm kesecek değilim ama toplumsal hafıza meselesinin odağında “hatırlama” dediğimiz kavram olduğunu düşünüyorum. Hatırlamak, unutmamak ve yüzleşmek için yapabileceğimiz tek şey ise birbirimize hikâyelerimizi anlatmak… Bir köyde yaşadığınızı ve uzun süren bir savaştan sonra cepheden dönen, uzuvlarının hemen hemen tamamına yakınını kaybetmiş bir adamın yaşadıklarını –hikâyesini- size anlattığını düşünün. Savaşmak ister misiniz o zaman?

Düşman adlı öykünüzde, askerlik kavramını reddedememiş ve bunun sancısını yaşayan bir kahramanın hiyerarşiyle olan ilişkisini ele alıyorsunuz. Bugünün koşullarıyla baktığınızda yazmak eylemi hiyerarşi yıkan bir tavır mıdır yoksa hiyerarşiden kaçılıp sığınılan bir alan mıdır?

Yapısal olarak baktığımızda “Düşman” isimli öyküde ana eksen, mevcut gerçekliğe karşı koyamayıp, onu sindiremeyen bir karakterin, yeni bir gerçeklik yaratma çabasıdır, diyebiliriz. Bu noktada, benim için bağlayıcı olan odak, hiyerarşiden öte, karakterin yeni yollar aramaya başlaması. Hiyerarşik ilişki, bu yolu ararken karşılaştığı kavramlardan biri… Vardığı yer ise, yaratmış olduğu yeni gerçeklik…

Yazma hadisesini de tam olarak bu bakış açısıyla yorumluyorum. Günümüz gerçeklik anlayışının odağında hiyerarşi var, evet. Her aybaşı ev sahibine kira verirken onun mülk sahibi, bizim ise kiracı olduğumuzu ve dolayısıyla onun bizden sınıfsal olarak üstte olduğunu bilerek yaşıyoruz. Veyahut otobüse, vapura binerken, akbil basmak zorunda kalıyoruz. Hiyerarşi hayatın her alanında var. Ancak yazmak, yeni bir gerçeklik yaratmanın ve bu hiyerarşiyi yok saymanın ya da reddetmenin bir yolu… Hangimiz bir öykü yazarken o koca koca dağları ya da bir alay insanı iki cümle ile tepetaklak etmemişizdir ki…

Konformist adlı öykünüzde günümüz kapitalist düzenine göndermelerde bulunurken bir yandan da aynı safta duran insanların dönemle birlikte birbirinden kopuşunu izliyoruz. Sizce, yazarın çağına karşı sorumluluğu var mıdır?

“Konformist” adından da anlaşılacağı üzere, bir insanın çoğunluk kavramı ile arasındaki ilişkiyi odağına almaya çalışan ve bana göre faşizmi tanımlamaya en çok yarayan kelimedir. Neticede faşizm, bir kitle hareketidir. Ve kitleden bahsedebilmek için bir kalabalık gereklidir. Bu bağlamıyla yorumladığımızda ise Konformist, bir kişiliği, bir bakış açısı, bir “karakter”i olmayıp, düzene ayak uyduran bir güruhu temsil etmek için kullanılır. Bu güruhta olanlar kene gibidir, ufacıktır ve ancak dikkatli bakarsanız görebilirsiniz. Ortak özellikleri dönek olmalarıdır ve ancak menfaatleri varsa yamanırlar.

Bence, her insanın çağına karşı sorumluluğu vardır. Karlı bir kış günü bankamatik önüne serdiği kartonun üzerinde yatan insanı, yakın olduğu paranın sıcak tutmadığını hepimiz biliyoruz. Buna daha ne kadar tahammül edeceğiz, bilmiyorum.

'TEMELDE HİKÂYE ANLATMAK VAR'

İşçi Sınıfı Cennete Gider, öykünüz üzerinden konuşursak, bugünün sosyo- ekonomik yapısından bir hayli etkilenmişe benziyorsunuz. Karakterlerinizin çatışma anlarını oluştururken nelere dikkat ettiniz?

Kim yaşadığı dönemin ekonomik koşullarından etkilenmez ki? Dramaturgi dediğimiz şey, kabaca şu aslında: Engels’in de altını çizdiği üzere, zıtların birliği… Ortaya bir sorun atarsın, karakterin o sorunu çözmek için uğraşır ve sen, o sorunu çözemesin diye, önüne sürekli engeller koyarsın. “İşçi Sınıfı Cennete Gider” isimli hikâye, inşaatta çalışan bir sıvacının, inşaata sıva makinesi alınınca kovulmasını ve iş arama sürecini ele alıyor. Yeni bir iş bulmak, daha doğrusu para gerekiyor, çünkü geçindirmek zorunda kaldığı bir ailesi var. Karakterimiz geçici işler bulsa da, doğru düzgün para kazanamıyor ve işe tekrar alınmak için, önceden çalıştığı inşaattaki sıva makinesini kırmaya gidiyor. Emek- sermaye çelişkisi, bu hikâyede de odağı oluşturuyor, diyebiliriz.

İlk sanatsal üretimleriniz sinemaya dair… Sanat disiplinleri arasında nasıl bir bağ var?

Bütün sanat dalları bir hikâye anlatır. Fotoğraf, heykel, resim, tiyatro, edebiyat, dans, müzik, sinema… Bir fotoğrafa ya da resme baktığımızda, “an”ın dışında kalan zamanı, o dondurulmuş görüntünün öncesini ve sonrasını düşünmeye başlarız. Bir savaş karesiyse örneğin, o silahla vurulmadan önce o karakterin nasıl oraya geldiğini, nereye gidiyor olduğunu merak ederiz. Eğer gerçekten o sanat eserinden etkilendiysek tabi… Sinema ya da edebiyat bu bağlamıyla düşündüğümüzde, birbirinden bağımsız değil bence. Temelde hep hikâye anlatmak var ve ona uygun bir disiplin bulmak gerekiyor. Burada belirleyici olan şey ise, o disiplini tercih edişteki biçimsel yöntem… Anlatmak istediğin hikâyeyi nasıl anlatacaksın? Hayatında hiç inşaat görmemiş bir insan, inşaat mühendisliği yapabilir mi? Elbette ki, “kült” olarak nitelenen sanat eserlerine bakacaksın. Klasik dramaturgiyi bilmeyen birinin, deneysel bir metin ortaya koyması beklenebilir mi?

Bundan sonraki çalışmalarınız neler olacak?

Sinemayla yoğun bir biçimde uğraşıyorum. Son olarak yönetmenliğini yaptığım “Alarga” isimli bir kısa filmin post- prodüksiyon sürecini bitirmek üzereyim. Siyahi bir sığınmacının yaşamına odaklanan hikaye, Eylül itibariyle festival yolculuğuna başlayacak.