Karanlığın rengi: ‘Zifir’

Işık Ergüden, Sel Yayıncılık etiketiyle okuyucu ile buluşan Zifir Olsun adlı kitabında yakın tarihin acı veren olaylarının bıraktığı çaresizliği, elden hiçbir şey gelmeden tanık olunan onca yaşanmışlığı, kederli hissetmek dışında yapabileceği bir şeyi kalmayan varlığın buhranını, çığrından çıkamayışlarımızı, deliremeyip “normalliğin” sınırlarından dövünmelerimizi anlatısına taşıyor. Ergüden’in metninde öfke ve yorgunluğun iç içe geçtiği bir dil ile karşılaşıyoruz. Hiçbir şey yapmamakla bir şey yapamıyor olmak duygusu kitap boyunca peşimizi bırakmıyor.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Yorulduk. Yazarlar yaza yaza yoruldu, şairler “dize dize” yoruldu, teoriler kendini imha edecek hâle geldi, cümle kurula kurula, kelime tekrar edile edile yoruldu. Böylesi bir bitkinlik duyuyoruz çoğu zaman çünkü dünyanın tanrılarına, kendini tanrı ilan etmiş liderlerine bir şeyi anlatamıyoruz, öldürmek kötüdür. Ölümü değil yaşamı savunmaktır insan olmanın gereği ama olmuyor. Kendi kendimize kuruyoruz cümleleri, sesimizi sadece kendimiz işitiyoruz. Kayboluyoruz. Bir delik olsa da utançtan içine girip orada kalsak diyoruz veya tüm cümleler bitse de sussak diye içimizi kemiriyoruz.

ÖFKE VE YORGUNLUK

Işık Ergüden “Zifir Olsun” adlı kitabında bu ruh haliyle sesleniyor okura, yakın tarihin acı veren olaylarının bıraktığı çaresizliği, elden hiçbir şey gelmeden tanık olunan onca yaşanmışlığı, kederli hissetmek dışında yapabileceği bir şeyi kalmayan varlığın buhranını, çığırından çıkamayışlarımızı, deliremeyip “normalliğin” sınırlarından dövünmelerimizi anlatısına taşıyor. Ergüden’in metninde öfke ve yorgunluğun iç içe geçtiği bir dil ile karşılaşıyoruz. Hiçbir şey yapmamakla bir şey yapamıyor olmak duygusu kitap boyunca peşimizi bırakmıyor. Yaşadıklarımız, gördüklerimiz, metinde ölmeye son dakikaları kalan birinin kederiyle gözümüzün önünden geçerken, fark ediyoruz dünyada yaşıyor olmanın anlamını. Unutmanın mümkünsüzlüğünde, belleğin karanlık yerinde bizi bekleyenle karşılaşıp ürperiyoruz. Yazar, bir yandan kendi belleğini bir iç dökme metniyle deşifre ederken, başka taraftan okurun belleğini gün yüzüne çıkarıyor. Anımsatıyor, tüm kırgınlıklarımızı, kırılmışlıklarımızı, parçalanmış bedenleri, gürültünün içerisinde kaybolmuş sesleri, yutkunmak zorunda kaldığımız öfkeyi, anlamı aşınmış cümleyi…

ÖLÜMLE YAŞAMAK 

Zifir Olsun!, Işık Ergüden, Sel Yayıncılık, 61 syf., 2018.

“Heidegger’e göre ‘ölüm için varlık’ kim, Levinas’a göre ‘başkasının yüzü ne?’” sorusuyla başlıyor kitap. Heidegger’e göre Dasein ölüme doğru yaşayan, öleceğini bilerek hayatta kalan, başkasının ölümüne tanık olmak zorunda olan bir varlık durumuna işaret ediyor. Dasein’in kendi varlığını anlamlandırmak için ölüme ihtiyacı var. Çünkü “Yalnızca orada-olmayışımıza” attığımız kararlı bakış sayesinde gerçekte olduğumuz şeye erişim sağlarız.” (Bradatan, 2018: 88). Varlık başkasının ölümünü deneyimlemek zorundadır ve bu kendi varlığı için de bir sorgulama sebebidir. Çünkü tanık olduğu ölüm ona kendi ölümlülüğünü hatırlatır. İnsan bu bilinçle yaşamaya mahkûmdur. Ve bu bilince tutsak olmak bize gidemediğimiz dünyada zorunlu bir yaşam sunar. Işık Ergüden’in kitabı aslında bu dünyada zorunlu bir varlık olmakla ilişkileniyor. “Yazdıkça silinen her kelimede izi kalırken belleğin ve yaranın, sildikçe tekrar yazılan ne, bir türlü telaffuz edilmeyen.”

Yazdığımız her şeyin anlamının buhar oluvermesi gibi bir durum bu çünkü yazmalarımız telaffuz etmeye zorlandığımız, belleğimizin yaralı ve en derin izli yerindeki kelimeye işaret ediyor ölüme. Ve yaşam varlık için ölümle iç içe bir anlama karşılık geliyor. Bradatan, Tolstoy’un İvan İlyiç karakterine atıfla şöyle söyler, İvan İlyiç toplumsal merdivenin basamaklarını tırmanırken hayatı “onların” şartlarıyla mutlak bir uyum içerisine girer. İvan itaat sanatını öyle iyi yerine getirir ki -okuyacağı kitabı seçmek gibi- kişisel olması beklenen kararlarda dahi tercihi kendisi değil “onlar” yapar. Heidegger’in dasein’ı da benzer durumda bunu yapardı: ‘Sanki onlar izler ve yorumlarmış gibi edebiyat ve sanat üzerine okur, izler ve yorumlar yaparız’(2018: 92).

Burada “onları” otoriteler olarak düşündüğümüzde aslında yaptığımızın da anlamsızlığı ortaya çıkar. Kendimiz için değil onlar için yapmak. Ama şöyle bir şey de var ki duyurmak istediğimizi bağırmak, onu söze dönüştürmek gibi bir kaygımız da vardır. Buradaki çelişki yaptığımız hiçbir şeyin kendimize dönememesidir. Bu birey için yıkıcıdır. “Ölüm için varlık” olmak sadece ölmekle ilişkili değildir bu nedenle, yaşamakla hâttâ en çok yaşamakla ilişkilidir, ölüme tanık olup, ölümü başkasının ölümüne tanık olarak deneyimleyip buna dair kurduğun cümlelerin bile “onlar”a işaret etmesi, kendimizle ilgili olması gerekenin bile bizimle ilgili olamamasının getirdiği insanı çaresiz bırakan bir durum. Ergüden’in yazılarındaki “yazdıkça silme” veya anlamsız hissetme durumu belki bununla ilişkili. Yani ölümün yaşamla olan ilgisiyle ve otoritelerden kurtulamamakla, sesimizi duyurmaya çalışırken bile onların belirleyiciliği ile karşılaşmakla ve kurtuluşu olmayan içimizde taşıdığımız ölümle.

İSİN KOKUSU, KARANLIĞIN RENGİ

Levinas’a göre ‘başkasının yüzü ne?’ bu soruyla devam edelim. “’Levinas yüz soyuttur ‘ya da daha keskin biçimde söylersek mutlaktır’ dediğinde, yüzün yalnızca ifşa olma anlamanın ötesinde olmasını kast etmekle kalmaz, Ötekinin yüzünün yalnızca dünyanın ufukları içine yerleşmeksizin içkinliği rahatsız ettiğini de anlatmaya çalışır. ‘Bu anlamda ötekinin yüzünde kültürel bir oya yoktur’” (Bernasconi, 2011: 99). Ötekinin içkinliğinin rahatsız ediciliği bizim onun karşısında kendimizi sorgulamamızla ilişkilidir, bu yüz bize kendi varlığımızın dışında olanı duyurur, belki de bizde olanın onda olmamasının nedenlerini istemli olmasa da sorgularız. “Kültürel bir oya yoktur” yani kimliğinin ne olduğu önemli olmadan onun “yüzü” bize kendini gösterir. “Kendi biçiminden arınmış olan yüz, çıplaklığı içinde titrer. Yüz bir sefalettir. Yüzün çıplaklığı bir yoksunluk ve beni hedefleyen doğruluğa yakarmadır. Fakat bu yakarma taleptir.” (Levinas, 2010: 138).

Bu yüz bize kendini dayatır, kulağımızı kapatıp yok sayamayacağımız yerdedir, onun durumunda ister istemez kendimizi sorumlu tutarız çünkü o bizim yaşamımızın tümseği olur, ben de olan artık onunla bölüşmem gerekendir. Ötekinin yüzünün sefaletini görmüşümdür. Bir seslenme vardır bana ve ben onu görmemiş gibi yapamam. Işık Ergüden aslında ötekinin yüzüyle karşılaşmayı anlatıyor metinlerinde bir bakıma ve bu karşılaşma sonrası artık kendi olamayışı, onun yaşadıklarına tanık olduğumuzda kendimizden de parça parça eksilişimizi. Tüm muhabbetlerin o koca koca teorilerin anlamsızca konuşulduğu kalabalık masaların uğultusunda kaybolmuşluğu, sesin bitişini, sözün anlamsızlığını, tüm bunların ortasında sıkışan bedenin dünyaya savuramadığı o tekmenin bıraktığını, adlandırmakta usta insan türünün, adlandıramadığı yaşanmışlıklar karşısındaki kederini… “Zifir”de hissettiriyor okuru hem karanlık anlamında hem de belki is anlamındaki zifir bu. İsin kokusu, karanlığın rengi.

Işık Ergüden’in kitabı yakın geçmişimizin belleğimizdeki yeri ilk günkü gibi sağlam yaşanmışlıklarının bıraktığı çaresizliğe odaklanıyor. Yazar, belki de yaşadığımız zaman çoğumuzun hissettiği kederli çaresizliği taşımış anlatısına. Telaffuz edilemeyeni belki yazarak ifade edebilirim çabasına girişmiş. Her ne kadar varlığın çilesine işaret etse de öfke ve isyanın belirgin olduğu, belli bir biçimde değerlendirilemeyecek metinlerden oluşuyor kitap. Bazen bir deneme, bazen öyküye yakın, bazen de şiir. Bu anlamda farklı farklı türlerin bir arada sunulduğunu söyleyebiliriz. “Zifir Olsun” “zifir” bir metin, kitaptan dizelerle bitirelim:

“Ölüleri nereye koysak diye sordular

kimseyi rahatsız etmesek

iliştiriversek diye sordular

ilişiversek.”