‘Afrika hariç değil’

Süreyyya Evren’in son kitabı Yakınafrika çok katmanlı bir anlatı sunuyor. Her bölümün kendi içinde gönderme yaptığı eleştirel bir yan var. Bu uzunca metin zamanda ve mekânda yaptığı kırılmalarla okuru aynı anda farklı farklı konular üzerine düşündürüyor.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Mesafeyi belirleyen nedir? Bir yer neye göre yakın veya uzak olarak belirir zihnimizde. Dünya haritalanmış, her yere bir isim verilmiş, bilinir hâle getirilmiş. Gitmemiş olsak bile kafamızda mesafesiyle ilgili bir bilme durumu mevcut ve buna göre yakın ya da uzağız öyle mi gerçekten. Mesafenin ölçüsü genellikle kilo-metre ile belirleniyor olsa da bir yeri yakın veya uzak hissetmemizde başka etkenler de var muhtemelen. Dünyanın bazı yerleri daha çok gözümüzün önüne getirilir, merakımızı daha cezbeden özellikleri ön plana çıkarılır, sineması, müzik anlayışı, medyası, küresel sermaye ile ilişkisi, dünyanın gündemini belirlemesi, liderlerinin dünyanın başka yerlerinde uyguladıkları politikaların bıraktığı etkiler gibi nedenlerle. Gitmesek de görmesek de biliriz. Kısacası, dünyada bir yerin bilinir olmasının nedenleri de bir şekilde sistemin görmemizi istedikleriyle ilişkilenir ve genellikle bizim bir yere olan duygusal mesafemizi de belirler.

UZAK AFRİKA

Süreyyya Evren’in “Yakın Afrika” adlı yeni kitabını okurken aklımıza bu tarz sorular geliyor. Çünkü Afrika denilince genelde zihnimizde uzak bir diyarda, sıkıntıyla yaşayan insanların imgesi beliriyor. Afrika imgemiz, ölçü olarak da uzak bir yere konumlanıyor. Görsek de olur görmesek de bilsek de olur bilmesek de mesafesinde bir bakıma.

UZAKLIĞI AŞINDIRMAK

Evren’in kitabının en belirgin konusu da mesafelerle ilgili algımızın nasıl oluştuğu sorusuyla ilişkili. Mesafelenmelerimizin altında yatan bir şey var ve bu sadece kilo metre ile ölçülü bir şey değil, politik anlamları ve bizde bıraktığı duygulanımlarla da ilgili. Göz önünde olanı görüyoruz duyuyoruz, bilinir olması için bize gösteriliyor çünkü ama aynı ülke sınırları içerisinde yaşarken bile bir şehir bize yakınken diğeri zihnimizde uzak bir yere konumlanabiliyor. Orada yaşananlara ister trajik olsun ister komik bize yakın hissettirilenle aynı tepkiyi vermiyoruz. Bu bir şekilde coğrafyanın da “öteki” olarak kurulması ile ilgili belki de. Başka olarak algılananın coğrafyası da başka olarak kuruluyor. Ve bizim bir coğrafyaya bakışımız, onunla yakınlık ve uzaklık üzerinden bağ kuruşumuz bununla ilişkileniyor biraz. “Yakın Afrika”da Süreyyya Evren, bilmediği ve hiç gitmediği bir ülkeden söz ederken, aslında bir bakıma uzaklığı aşındırıyor, coğrafyayı verili sınırlarının dışına çıkarıyor, bize getiriyor. Yakın dokunabildiğindir belki ama bazen dokunmak için temas gerekmeyebiliyor dedirtiyor.

Yakınafrika, Süreyyya Evren, 312 syf., Doğan Kitap, 2018.

TARİHİN NESNESİ OLMAKTAN KURTULAMAMAK 

“Yakın Afrika”nın başkarakteri Boubacar, Avrupa’dan memleketi Senegal’e bir sözlü tarihçi olarak döndüğünde, “hiçbir şeyi olmayan anlarda” kaybolmuş gibi bir hissiyat içerisinde. İş bulmak, aldığı eğitimin hakkını vermek gibi kaygıları var. Durumu kendi cümleleriyle şöyle: “Senegal’e daha yeni dönmüştüm. Bir öznellik iddiasına sanki gönderme yapıyordum. Biri var, orada oldu, pişti, değişti, buraya geldi, burada bir şeyler yapabilir.” İşler kendi kafasında kurduğu gibi gelişmeyince varlıklı bir ailenin yanında mürebbi olarak işe başlıyor Boubacar. Evin küçük oğlu Mamadou ile ilgilenirken, ablası Madama’ya da âşık aynı zamanda.

Kitapta onun bir “Dakar Canisi” olarak anılmasına sebep olan olaylara tanıklık ediyoruz. Boubacar bir sözlü tarihçi ama başta bahsettiği gibi sözlü tarihçiliğin öznesi olamıyor onun yaşamını kitaplaştırmak isteyen Fransız gazeteci yapıyor bir bakıma sözlü tarihçiliği. Kitap boyunca Boubacar ve gazetecinin söyleşisini okuyoruz. Söyleşi boyunca karakterimiz Fransız gazeteciye istediğini vermiyor, lafı dolandırıyor. Gazeteci kendince ilginç olabilecek, Fransız bakış açısıyla Senegalli bir insanın yaşamını aktarabileceği ip uçları arıyor. Ama Boubacar ona aradığını vermemekte diretiyor. Hâttâ ona güreş müsabakası izleyeceğim diyerek eski bir maçı yeniymiş gibi izlettiği bile oluyor.

Burada Boubacar’ın sözlü tarihçi olduğu düşünülürse ilginç bir nokta var bana göre. Boubacar bilinçli olarak sözlü tarihçi kimliğiyle tanımlanan bir karakter, bunun anlamı resmi tarihin dışında bırakılanı yakalamak. Boubacar memleketine döndüğünde ilk başta aktardığımız cümlelerden de hissedildiği gibi, bu tarih yazımının dışında memleketi Dakar hakkında incelemeler yapmak istiyordu belki de ancak yaşamı ironik bir şekilde mürebbiliğe doğru evrilince, onun tarihini yazmak yine dışarıdan bir göze, Fransız gazeteciye kalıyor. Yani bir Senegalli yine yaşamının ve tarihinin öznesi olamadığı gibi nesnesi olmaktan da kurtulamıyor. Çalışan değil de üzerine çalışılan olmak durumu bu ve Evren burada sömürgeci bakışa ve tarihin hep nesnesi tarafında kalmak zorunda olana işaret ediyor belki de.

BİREYİ GÖRMEZDEN GELMEMEK

Evren’in kitabı çok katmanlı bir anlatı sunuyor. Her bölümün kendi içinde gönderme yaptığı eleştirel bir yan var. Bu uzunca metin zamanda ve mekânda yaptığı kırılmalarla okuru aynı anda farklı farklı konular üzerine düşündürüyor. Böylece açtığınız her sayfa okuduğunuz her bölüm başka bir ayrıntıya dikkat çekiyor. Ancak tüm bu ayrıntılara rağmen bireyin ihmal edilmediğine tanık oluyoruz. Yazar, Boubacar karakterinin yaşamda bir özne olarak çektiği varlık sıkıntısını es geçmiyor. Dünyada her gün yüzlerce olay oluyor, olmuş. Biz bu olayları genellikle değerlendirirken makro düzeyde ele alıyoruz. Bireye yansımalarını es geçiyoruz. “Yakın Afrika” bu açıdan ele alındığında yaşananların Senegalli Boubacar’ın bireyliği üzerindeki etkisini de bize gözlemleyebilme şansı veriyor. Ailesini, dayılarını, hayatın ona yüklediği yükü, âşık olduğu kadınla arasındaki ilişkiyi, hazlarını, hırslarını, babasıyla olan ilişkisini ayrıntılıca öğrenirken, dünyada ve Senegal’de olup bitenleri, bir bireyin kendi varlığında oluşturduğu çelişkiyle birlikte düşünebiliyoruz. Bu açıdan kitap aslında her bireyin içinde bulunduğu dünyadaki varlığına ve çelişkilerine de gönderme yapıyor.

Süreyyya Evren / Fotoğraf sanatçısı: Berge Arabian

MÜZELER NEDEN VAR? 

“Yakın Afrika” kitabının belirleyici anlarından birisi de Boubacar’ın “Köleler Evi” müzesini ziyareti. Burası, zincirler, zindanlar ve binlerce kölenin köle tacirlerine satılıp gemilere bindirildiği noktayı da içinde barındıran karanlık bir mekân atmosferi sunuyor. Böylesine bir yer, turistler ve acısı nesneleşmiş kölelerin anılarını coşkuyla anlatan bir rehber eşliğinde kafamızda epey yer ediyor. Malzemesi insan acıları olan bir müzenin insanları geçmişe götürmek gibi bir kaygısı olabileceği düşünülebilir ancak bunun kadar bu müzeye neden gerek duyulduğu üzerine de düşünmek gerekir. Müzeler geçmişi bir mekâna hapsederken, asıl düşünülen belleğin yaşamasından çok olayların orada yaşanıp bitmiş olduğu algısını oluşturmaktır. İnsanlar geçmişin anılarını hatırlamaktan çok yaşananların bu mekânlarda kaldığından, olmuş bitmiş olduğundan, duydukları güvenle ayrılırlar bu mekânlardan.

Bir bakıma geçmişi bir enkaza dönüştürmektir bu, yaşanmamış kılmak. Bu nedenle de bir yüzleşme mekânı olmaktan çok unutma mekânı anlamı taşır müzeler, birçok tarih yaklaşımı için çizgisel zamanın belirli aralıklarından kalmış doküman anlamı taşırlar, malzemesi kitap özelinde insan acısı olsa bile. Evren’in rehbere dair kurduğu cümleler bu durumun yansıması gibi: “Hayaller çatan rehber ile birlikte ve okyanusu da andıran arkalarına alarak bir hempalar birliği kurmuşlar.

Burada ziyaretçilerin belleğin acısıyla esriyip kedilerini sulara bırakmalarını onların kurduğu bu ağ engelliyor. Her şeyin geçmişte kalmasını, burasının bir müze olmasını her gün yeniden sağlıyorlar. Neden bunca gururlu olduklarını daha iyi anlıyorum.” Evren bu durumu anlatısına taşıyarak zamanın insan üzerindeki etkisinin nasıl nesneleştirildiğine de gönderme yapıyor bana kalırsa. Turistler için etkisi sadece mekânın içerisinde geçerliyken, Boubacar ve dayısında müzenin etkisinin daha kalıcı olmasının da söylediği bir şeyler var elbette.

Süreyyya Evren’in “Yakın Afrika” kitabı en başta mesafenin belirlenimine yaptığı vurguyla ve katman katman örülmüş konusuyla, ayrıntılandırılmış karakterleriyle, sömürgeci bakışa yaptığı göndermelerle ve dünyanın yükünü çeken bireyin varlık çabasını anlatısına taşımasıyla, üzerine farklı değerlendirmeler yapma imkânı tanıyan bir metin. Bir yere yakın hissederken başka bir yere neden uzak hissediyoruz diye düşünmek, bir sözlü tarihçinin memleketinde bile anlatının nesnesine nasıl dönüştüğüne tanıklık etmek isteyen okura sesleniyor. Çünkü anlatılan insana, yakın geçmişimize ve dünyanın tüm kara parçalarına dair, “Afrika Hariç değil.”