Panorama: Estetik endişesi zayıf politik bir roman...

Yakup Kadri, tarihsel ve toplumsal değişimlere paralel yürüyen, rejimle özdeşleşen, “taraf” ya da “sözcü” adlandırmasıyla bilinen bir yazardır. Bu nedenle liderine ve rejimine bağlanışını, “eski benliğimi, eski gölge benliğimi bir kirli ve partal esvap gibi arkamdan sıyırıp atmıştım” sözleriyle anlatan yazarın yergisi de övgüsü ayarındadır, dikkate alınmalıdır.

Google Haberlere Abone ol

Hasan Öztürk 

DUVAR - Yirminci yüzyılın ilk çeyreğinin sonlarında, bozkırın ortasındaki Ankara’yı kanun gücüyle “Türkiye’nin kâbesi” yapan cumhuriyet rejimi, halkın mabede yönelişinde kanun gücünün yeterli olmayacağının bilinciyle halkı mabede yönlendirme yöntemini seçmiştir.

Radikal bir modernleşme projesi olarak cumhuriyet, öncekilerin güdük akıbetiyle yüzleşmemek için yeni merkezinde bir dizi değişikliği toplumsal yaşamda etkin biçimde uygulayacak mekân seçiminin yanında düşünsel yeniliği de öncelemiştir. Neresinden bakılırsa bakılsın, mekânsal ve düşünsel yönüyle bu, ‘eski’ olandan ayrılma, kesin bir kopuştur. Yeni rejim, geçmişle zihinsel bağlarını keserek toplumsal projesini siyasal alanda yürütürken ideolojik aygıtlarından yararlanmayı ihmal etmemiş ve toplumu dönüştürmede sanatı, öncelikle de “ana sorumluluğu, toplumun devrimci ve artistik bir biçimde eğitilmesi”1 olan edebiyatı yedeğine almıştır.

Osmanlı edebiyatçılarının metinlerinde uzak betimlemeleriyle geçen Anadolu, “Istırap Ülkesinden Saadet Ülkesine Kaçış”(2) aşamasında, cumhuriyet rejiminin “inkılâp edebiyatı” ideolojisiyle edebiyatın yeni merkezi olmuştur. Rejimin “inkılâp edebiyatı” projesinden, dönemin edebiyatçıları az ya da çok, olumlu ya da olumsuz ama bir biçimde etkilemiştir.(3) Edebiyatçı ve politikacı Yakup Kadri Karaosmanoğlu, yeni dönemde, Ahmet Ağaoğlu’nun deyişiyle, “bütün bir cihanın, bütün bir beşeriyetin ve bir medeniyetin, emsali, şark tarihinde ender görülmüş bir intikal ve teceddüt devrinin bir kaynağı, bir yanar ocağı” (4 ) olan Ankara’nın “millî mekân olarak” bilinmesinde, kendince “[M]erkezî Anadolu’nun bu yâbis[kuru] ve gölgesiz bucağındaki yeni hayat manzarası, bunun her köşesinden fışkıran yapıcılık ve yaratıcılık kudreti Ankara’yı yalnız uzaktan ve ara sıra görenleri değil, onun içinde bilâ-fasıla yaşayanları bile şaşırtacak bir mahiyet” (Milliyet, 22 Şubat 1926)(5) almasında öncelikle sözü edilmesi gerekenlerden biridir.

İstanbul’un gazetesindeki “milli mücadele” yanlısı yazılarıyla Ankara’nın dikkatini çeken Yakup Kadri, milletvekili olarak eklemlendiği rejimi, edebi metinleriyle de desteklemiştir. Rejimin politik seçkinlerinden önce rejimi sahiplenmiş, sahiplendiği rejimin işleyişine yönelik eleştirilerini yazmayı da görev bilmiştir kendine. Panorama, yüz yıllık bir tarihsel dönemi romanlarına konu edinen Yakup Kadri’nin, yüzüncü yılına gelindiğinde kuruluş aşamasındaki sorunlarla yüzleşmiş görünen cumhuriyet sorgulamasında yazarının dönemine tanıklık eden, edebiyatın kurmaca metni “roman” olmanın ötesinde devrim sürecinin ve Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun panoraması olarak önemsenmesi gereken ve “Panoramalar’dan önce yazılanları da içine alacak kadar şümüllü”(6) bir romandır. Gazetelerdeki tefrikasının ardından iki ayrı kitap biçimiyle yayımlanan Panorama (7), tek parti iktidarının sonlanışından önceki çeyrek yüzyılda rejimin kurumsallaşmasına, önderi ve partisiyle özdeşleşmesine, siyaset çarkının rejimin ilkeleri yerine zamanla kişisel çıkarları önceleyen bozuk düzen işleyiş biçimine, kendisine dayatılanları onaylamada çekimser davranan çoklukla da karşı duran halkın, daha çok laiklik ilkesinde rejimin yeniliklerini içselleştirememiş olmasına tanıklık eden, estetik endişesi zayıf görünen politik bir romandır.

Panorama, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, İletişim, syf 596,  2016.

ROMANA GİDEN YOL

Yüzyılın hemen başlarında, koltuğunun altındaki “3,50 Franklık, sarı kaplı Fransızca kitaplarla, Bâbıâli caddesinde sersem sepet dolaşıyor” iken karşı kaldırımdaki arkadaşlarının, “bir edebi cemiyet kurmaya gidiyoruz” çağrısıyla katıldığı Fecr-Ati’nin, “sanat şahsi ve muhteremdir” sloganını “bir dua ezberler gibi, yüz defa tekrar ederek eve dön”müş edebiyat heveslisi genç Yakup Kadri’nin (8), sanatı “evvela bir cemiyetin, bir milletin malı” gören sorumlu Yakup Kadri’ye dönüşmesi, salt edebiyat ile sınırlı bir değişim değildir. Genç yazarın, kişisel mücadelesinden “daha mühimleri” olduğunun bilincine varmasında, “Çatalca önlerine dayanan düşman toplarının sesini ta yatağım içinde işitmeğe başladım” sözlerinin payı açıktır. Panorama’nın birinci cildinin tefrika edildiği günlerde “Edebiyat sahasındaki verimsizliğin sebepleri nedir?” (Akşam, 21 Eylül 1949) sorusuna verdiği; “Bizim memleketimizde edebiyat yapanlar vardır. Fakat bunlar kendilerine mahsus bir muhitten mahrumdurlar. Bunlar daima kendilerini tecrit etmiş ve münzevi bir tarzda yaşarlar. Her türlü kolektif heyecanlardan uzaktırlar ve bu yüzden iklimlerini bulamayıp vaktinden evvel kuruyup gitmek tehlikesine maruzdurlar. Pekiyi bilirsiniz ki sanat ve edebiyat individüel [bireysel] olmaktan ziyade sosyal bir hadisedir.” (9) karşılığı, politikacı ve romancı Yakup Kadri’nin, “kendilerine mahsusu bir muhit” bulmuş yazarlardan biri olduğunu gösterir.

Yakup Kadri, tarihsel ve toplumsal değişimlere paralel yürüyen, rejimle özdeşleşen, “taraf” ya da “sözcü” adlandırmasıyla bilinen bir yazardır bu nedenle liderine ve rejimine bağlanışını, “eski benliğimi, eski gölge benliğimi bir kirli ve partal esvap gibi arkamdan sıyırıp atmıştım” sözleriyle anlatan yazarın yergisi de övgüsü ayarındadır, dikkate alınmalıdır.

Çünkü o, “Cumhuriyet dönemi değerlendirmesi geçmiş dönemler hakkındaki değerlendirmeleri ile birlikte yorumlandığında önemli noktaların açıklık kazanmasını sağlayabilir” (10) yazarlardan biridir. Bu dünyaya gözlerini, “bir bozgun havası içinde” açmış hüzünlü kuşak adına, milli gururu kanamış durumdayken Alp Dağları’nın ardında, kendi deyişiyle başı önüne eğik, gözleri yaşlı, yüreği derin uçurum ve kafası bir cehennem dolaşırken beklediği “sabah yıldızı” ufukta belirince “gideceğim yeri ve yapacağım işi biliyorum” diyerek “onun bayrağı altına” koşmaktan çekinmemiştir. Eski varlığını “sıyırıp atmış” ve ardından “yeni bir hayata yeni bir gençliğe çırılçıplak doğmuş” Yakup Kadri, kurtuluş bayrağının altında yürüyeceği yolun, “yeşil gölgeleriyle dümdüz uzanan bir hıyaban” değil de tam aksine, “yalçın kayalıklar arasından baş döndürücü tepelere doğru kıvrıla kıvrıla tırmanan dik ve dikenli bir yokuş” olduğunun bilinciyle çıkmıştır yola.

Yirmili yaşlarında, inanılacak değerlerini büsbütün yitirmişken “Meşrutiyet inkılâbının şarkıları bize bir takım herzeler gibi geliyordu.” diyen Yakup Kadri’nin, her ne biçimde olursa olsun “inkılâp ve ihtilal denilen şey”den ümit kesilen günlerde “birçok frenkçe kitapların yardımıyla bu ruh ve iman iflasını bir nevi ilmi fikir sistemi haline sokmaya çalışıyorduk” sözü, onun düşünsel dünyası için önemli bir belirlemedir. Çünkü onun politik yaşamı da edebiyatçılığı da bu “ilmi fikir sistemi” çabasıyla kendini göstermiştir. Yazılışından yıllar sonra 1928’de Ergenekon adıyla kitaplaşan yazılarının yayımlandığı gazetenin (İkdam) işlevsizleşmesiyle “küçük hikâye” başlığıyla yayımlanan edebi metinleri, “dik ve dikenli bir yokuş” yolculuğunun kararlı ilk adımlarıdır. 1921’de çağırıldığı Ankara’da iki dönem milletvekilliği yapan “Hâkimiyet-i Milliye” başyazarı Yakup Kadri, fikir çalışmalarına bu kez Ankara’da, cumhuriyet rejimi ve onun inkılâpları için “Kadro” dergisiyle sürdürür.(11) 1932’de yayımlanmaya başlayan, kendisi “küçük” buna karşılık “iddiası büyük” dergi, 1934’e kapatılır.

Milletvekilliği sona eren Kadrocu /Kemalist yazar Yakup Kadri’nin diplomatlık görevi aynı yıl (1934 sonbaharı) başlar. 1934 aynı zamanda inkılâpların geleceğine dair ciddi uyarılar/eleştiriler içeren Ankara romanının da yayımlandığı yıldır. Yeniden milletvekili seçildiği partisinden 1962’de, “CHP’nin şerefini sokak çamuru ile karıştıranlar yüzünden” ayrılan ve 1965’te ise politik yaşamdan çekilen Yakup Kadri için 1934, “dik ve dikenli” kurtuluş yolundaki kırılma noktasıdır. Tartışmasız söylemeliyim ki Kadro dergisinin kapatılışı, Ankara romanı ve “zoraki diplomat”lık görevi, “Cumhuriyet ideallerinin Kemalist inkılâplarla hayata geçirilerek müreffeh bir Türkiye’nin kurulması yolunda gösterilen çabalarla aydınların zihnî ve fikrî tutarsızlıklarının sebep olduğu çöküntü ve yozlaşma üzerine kurulmuş”(12) iki ciltlik Panorama için önemli başlangıçlardır.

ROMAN(LAR) IN İÇİNDEKİLER

Yazarının yaşamından birebir benzerliklerin yansıdığı Panorama; mekân genişliği, roman kişilerinin çokluğu, olaylarının çeşitliği, anlatım türündeki farklıklılarıyla diğerlerinden

ayrılan bir romandır. Birinci cildi, milletvekili Yakup Kadri’nin gözlemleriyle rejimin toplumsal yaşamda kök salması ekseninde ulusal sorunlarla sınırlıyken ikici ciltte, Atatürk’ün ölümünün hemen ardından dünya gündemine gelen yeni bir savaş nedeniyle Avrupa, diplomat Yakup Kadri’nin deneyimleriyle romana eklenir. Ankara-İstanbul merkezdir ancak Diyarbakır, İzmir ve adı verilmeyen Anadolu beldeleri de çevre genişliği için seçilen mekânlardır.

Panorama, Tanpınar’ın belirlemesine göre “teknik itibariyle birbirinden değişik romanlarla modern Türkiye’nin sosyal kroniğini yapmış” (13) Yakup Kadri’nin, yayımlanış olarak değil ancak konu edindiği tarihsel dönem bakımından son romanıdır. Yazarının deyişiyle “Türk inkılâbının temellerinin henüz lazım geldiği kadar tehlikeden uzak olmayışı” tezini işleyen Panorama, tek partinin rejimle bütünleşen seçkinci iktidarının (1923-1950) politik çarkının eleştirel bakışla yansıtılışıdır. 1934’te yayımlanan ve neredeyse Tanpınar’ın “Mahur Beste Hakkında Behçet Bey’e Mektup” eklemesindeki “ ‘olduğumuz gibi’ ile ‘olmak istediğimiz gibi’ terazinin iki kefesidir” sözünü örneklendiren Ankara romanındaki “olduğumuz gibi” olan ikinci Ankara’nın “tam bir tenkidi” sayılmalı Panorama. Yakup Kadri, ‘olduğu gibi’ olanı, tanığı olduğu rejimin kurucularının, rejimin ilkeleriyle kuruluşun ilk günlerinde kişisel çıkar uğruna nasıl çeliştiğini ‘ikinci Ankara’ döneminde, “Dünkü milli mücadeleciler ve o günkü devrimciler kadrosunun bir kazanç ve menfaat şirketi karakteri taşımaya başlaması” cümlesiyle özetlenebilecek bir kaygıyla görünce üçüncü Ankara bölümünde ‘olmak istediği’ ütopik Ankara’yı yazmıştır.

Rejimin kuruluş aşamasının o ıstıraplı yıllarındaki, “viran bağın ortasında, bir bektaşi tekkesi, metruk bir ayazma andıran acayip” evinde mütevazı bir yaşam süren milletvekili Murat Bey ile savaş meydanından “Miralay rütbesi ve göğsünde kızıl kurdelalı İstiklal madalyasıyla” dönmüş Hakkı Bey, rejim kurulduğunda iş adamı olarak inkılâbın ilkelerini unutmuşken Panorama’da yeni kimlikleriyle bu kez iktidar partisinin yönetici koltuklarına oturmuşlardır. 1934’te yayımlanan Ankara, yeni bir siyasal iktidarın başlangıcındaki Panorama ve yazarının politik yaşama vedasından bir yıl önce Ankara romanının üçüncü baskısına yazdığı kısacık “önsöz” ve diğerleri yok sayılarak inkılâbın toplumsal yaşamda kök salamayışının faturasını cahil/dindar halka kesmek, dönemin bürokratik işleyişini sorgula(n)maktan çekinenlerin aymazlığıdır.

Yakup Kadri, rejimin işleyiş biçimiyle ilgili kaygılarının gerçekte “kurmaca” olmadığına tanıklık edecek türde sayıca kalabalık kişileri seçip yerleştirmiştir romanına. Rejim yanlılığı ölçü alındığında, romanın iyilerinin sayıca çokluğu dikkat çekicidir buna karşılık her birine birer insan gözüyle bakıldığında -yazarın karamsarlığının da etkisiyle olmalı- kötüler çoğunluktadır romanda. Neşet Sabit ile Halil Ramiz Bey, rejimin idealist iki milletvekilidir. Neşet Sabit, zamanla inkılâbın felsefesini bir yana bırakıp “bakanlık” beklentisiyle çıkarlarını önemseyip dava arkadaşı Halil Ramiz ile yollarını ayırmış ve sonrasında muhalif patiye katılmıştır.

Yakup Kadri’ye benzer kişilik özelliğiyle -Atatürk’ün sofrasında bulunmak, politik mücadelede yalnız kalıp partiden uzaklaşma vb.- Halil Ramiz Bey, rejimin ilkelerine sıkı sıkıya bağlıyken dönemin siyaset çarkının işleyişini kavrayamadığından sevilmeyen, “aykırı” ve gözden düşmüş bir yalnızdır. Panorama’nın anahtar kavramları, Neşet Sabit’in yükselişine karşılık Halil Ramiz Bey’in düşüşüdür, dense yeridir. Yakup Kadri’nin, mektuplaşmalarına romanın düşünsel yükünü yüklediği Diyarbakır’daki felsefe öğretmeni -sonradan felsefe profesörü- Ahmet Nazmi ile İzmir’deki dış ticaret müdürü Cahit Halit, roman kişisinden çok birer köşe yazarı görüntüsü verirler. İmparatorluğun devamındaki cumhuriyete benzer biçimde, intihar eden Osman Nuri Bey’in oğlu Fuat, devrimci fikirleriyle sonuçta yeniyi temsil eden bir gençtir. Gazetede çalışan Fuat’ın arkadaşı Sırp çevirmen de siyasal ortama eklenenlerden biridir ancak Marksist felsefeye yakınlığı uygun bulunmaz. Doktor Namık Ahmet, başkanlığa uygun görülüp seçimi kazanmışken belediye başkanlığı elinden alınır, sonrasında Demokrat Parti’ye katılır o da.

Avukat Kenan, romanda kaybolan iyilerdendir. Bankacı Servet Bey ve ona yakınlığıyla işlerini yürüten müteahhit Sırrı Bey, sistemin rantını yemekle yetinenlerdir. Gösterişli karşılama törenleriyle milletvekillerini bezdiren “lüküs vali” İhsan Turan Bey de rejimin bürokratik yüzüdür. Önceki üç eşini de güldürerek öldürmüşken dördüncüsünde aynı yöntemi deneyince hapse giren Komiser Hamdi ile sokaklardaki yaşamı simgeleyen iki çocuk Pertev ve Ziver, toplumsal tezi önemli romanda, gölgede kalan figüranlardır. Fes yasaklandığından beri evinden dışarı çıkmamış, her fırsatta çıkarlarını korumayı bilen Tahincizade Emin Efendi, inkılâpları kavrayamamış ve karşı durmuş dirençli halkın temsilcisidir romanda. İlginçtir, rejimin beşinci yılında yaz(dır)ılan Yeşil Gece’yi andırır biçimde rejimden çeyrek yüzyıl sonraki bu tezli romanda bile temaya katkı sağlayacak türde işlevi olan kadın kahraman yoktur.

Önceki romanlarında yazarı adına konuşan çoklukla tek kişi varken Yakup Kadri’nin okuruna söylenecek sözünü üstlenmiş görünen milletvekili Halil Ramiz Bey, felsefe öğretmeni Ahmet Nazmi ve genç gazeteci Fuat üçlüsünün bulunduğu Panorama, “Farklı toplum kesimlerinden seçilen çok sayıda ‘merkez kişi’ konumuna getirilmiş insanların hikâyelerinden hareket edilerek çürümüş bir toplumsal yapıya adım adım gidilir” (14) ken yaşananlara tanık eder okuru.

ÇOK PENCERELİ HABER

Cumhuriyet rejiminin “yapmak ve yaratmak safhası”na geçtiği aşamada Yakup Kadri, “Kemalist rejimi, bütünlüğü içinde kavramaya ve devrimin eksik buldukları yönlerini muhayyilelerinde tamamlamaya çalışmış” ve “ en çarpıcı özelliği, rejimin otoriter niteliğine rağmen toplumsal eleştiriden kaçınmamaları; hatta, konularını bazen daha önceki dönemlere aktararak korunma önlemi alsalar bile yapıcı bir eleştiriyi misyoner bir zihniyetle benimsemeleri” (15) olan romancıların önde gelenidir. Atatürk’ün çevresindeki “idealistler, politikacılar ve menfaatçiler” topluluğunun tartışmasız birincisinde yer alan Yakup Kadri, “Kemalist siyasi elit” olarak “Cumhuriyete, başarılarına ve kazanımlarına bakışı… kasvetli ve yürek burkucu” olanlardan biri bilinmelidir. (16) 1934’te yayımlanan Ankara, başka yazarların benzer romanlarıyla inkılâpları olumlama, eksiklerini tamamlama çabasıyla yazılmıştır denilebilir buna karşılık Panorama, inkılâplara felsefi derinlik kazandırmak çabasındaki Kadrocu yazarın rejimi yaşatacak inkılâpların umulan biçimde gelişmediğini gördüğünde umudunu yitirişinin “misyoner bir zihniyetle” eleştirileridir. Kemal Karpat, “bütün romanlarında Cumhuriyet Türkiyesi’nin hayatıyla ilgili en iyi bilgileri bulabileceğimiz” dediği yazarın bu romanında “aydınların devrimlere karşı tutumlarını ele al”dığını belirterek, rejimin kurucusu aydınların zamanla duyarsızlaşmasına öfkelenen yazar için bir parantez açarak ekleme yapıyor: “Yakup Kadri’nin göz kapamalara niçin böylesine öfkelendiğini anlayabilmek için onun devrimlere ne derece bağlı olduğunu bilmek gerekir.” (17)

Yakup Kadri’nin, inkılâplara bağlılığına kanıt olarak Atatürk kitabının yalnızca “başlangıç” yazısı yeterli görülmelidir. Yazılışından sekiz yıl sonra, 1946’da yayımlanan kitabına eklediği “başlamadan önce” yazısına, “bu kitap, Atatürk’ün ölümünü takip eden yas ve elem haftalarında hemen bir hamlede yazıldığı için onda büsbütün objektif bir vasıf aranmamalıdır” uyarısını ekleyen Yakup Kadri, o günlerde yazılma aşamasındaki panorama romanından (18) söz eder ve sekiz yıl bekleme gerekçesini de açıklar: “Şimdi, o heyecanlı devrenin üstünden, her biri öbüründen ağır hadiselerle yüklü sekiz yılın silindirleri geçmiş bulunuyor. Gerek dışarıda, gerek içerde teneffüs ettiğimiz kuru ve sert realiteler havası, artık bizim kalbimizde herhangi bir coşkunluğa, herhangi bir taşkınlığa imkân vermeyecek kadar soğuyup buz tutmuştur. Türk İnkılabı’nın kahramanlık safhası kapanarak yerini yalnız maddi ihtiyaçların çalkandığı ‘pragmatik’ bir devre bırakmak üzeredir.” (19) İnkılapların, başlangıçtaki zafer havasından zamanla yenilgiye dönüşüne tanık olan Yakup Kadri, yazılışından otuz yıl sonra Ankara romana yazdığı “bir not” yazısında; önderinin karizması, rejimin yasaları, yenilikleri onaylatma iradesi Takrir-i sükun vb. güçlerin yokluğundaki umutsuzluğa dikkat çeker: “Ben o zamanlar, bir gün gelip öleceğini aklımdan bile geçirmediğim Atatürk’ün öncülüğü ve rehberliğinde bu ideal Türkiye’ye varacağımızı umuyordum. Şimdi, o yirmi yıl üstünden bir yirmi yıl daha geçmiş bulunuyor.

Fakat biz, sosyal, kültürel ve ekonomik devrim şartları bakımından, hâlâ romanımın ikinci bölümünde verdiğim ve karikatürünü yaptığım Anakara’nın içinde tepinip duruyoruz.” (20) Yakup Kadri, şiddetinden korktuğu bu tehlikenin sinyalini çok daha öncesinde, 1928’de basılan Ergenekon kitabına eklediği “son söz” yazısında vermiştir aslında: “Ve eyvah bana. Zira, bu ulvi rüyalardan, çirkin hakikatler ortasında uyanmış bulunuyorum. Hangi fena rüzgâr beni etten kemikten insanların arasına attı? Ağzının kenarlarından salyaları akan bu hayvanî zevkperestin benim yanımda işi ne? Şu servet veya makam harisinin kabalıklarına ve bayağılıklarına neden bu kadar yakından şahit oluyorum? Kendini beğenmişlerle, şarlatanların, kıskançların, kötü yüreklerin etrafımda bu kadar sıkı bir çember teşkil edip dönmelerinin sebebi nedir? Bütün bunlara bağırmak istiyorum:” (21)

Cumhuriyet rejiminin ilanının sonrasındaki uzun yıllarda yetersizlikleri ve bunun sonundaki çaresiz yalnızlıklarıyla varlıklarını sürdüren inkılâp aydınlarının yazarı Yakup Kadri’nin Panorama’sını, Murat Belge’nin, “her aydın gibi edebiyatçı da, kişisel eğilimine uymasa bile politikanın içindedir” dediği “politik roman” yazısı (22) ekseninde okumayı önemsiyorum, yazının sonlarına doğru romanın öneminden söz edilip de değerlendirilmesine geçilemediği belirtilse de… Yakup Kadri, romanından on beş yıl önceki “Büyük İnkılâp ve Küçük Politika”(23) yazısında, Panorama’nın anlatacağını söylemiştir çoktan.

Dozu giderek artan bir kötümserlik havası vardır romanda. Yakup Kadri, romanın hemen başlarında milletvekili Neşet Sabit ile Mansurzade Hüseyin Efendi’nin konuşmalarının arasına, romanın mesajını yerleştiriverir. Ankara’nın zenginlerinden Hüseyin Efendi, halk irfanıyla inkılâpları yorumlar, uygarlığı otomobile benzeterek onun dümeninde olmanın önemini anlatır ve eşekten yeni inmişken otomobile binmenin zorluklarından söz eder: “Ankara imar oluyor, genişliyor, nüfus çoğalıyor, şerefi itibarı artıyor. Artıyor emme, bunlar karın doyurmaz ki… Bunlar işin şatafat tarafı, bir de içyüzüne bakalım: Esnaf, dükkânlarında sinek avlıyor. Mebus Bey!” (P,17)

Neşet Sabit, kendisi gibi tuzu kurular adına manasız bulur bu tür köylü saptamalarını: “İnkılâp olmuş bitmiş, inkılâp prensipleri kanunlaşmış; sağlam temeller üstünde yeni bir ileri cemiyet binası kurulmuştu. Bunun alt katında bazı fosiller daha birkaç zaman için şeyler homurdanabilirlerdi, artık hiçbir yankı uyandıramazdı. Ancak şu halının üstündeki adam gibi, insana ya gülmek arzusu, ya da baş ağrısı verebilirdi.” (P,17) Neşet Sabit’in, kahve içtiği köylüye “bir acayip nesneyi seyreder gibi” bakışı ile genç devrimci Fuat’ın, “desenize inkılâp kanunları buz üstüne birer yazıymış” mırıldanışları arasına ne çok devrim sorununu sığdırıyor Yakup Kadri.

Devrimlerin, rejimin kuruluşundan sonraki yıllarda düzenli işle(tile)meyişi, romanın başat sorudur ki bu, Yakup Kadri’nin betimlemesiyle “büyük inkılab”ın “küçük politika” için harcanmasıdır. Yakup Kadri’nin gördüğü göstermek istediği- , kişisel çıkarlarını önceleyen idealist aydınlar, inkılâbın yolundan bir bir ayrılmakla kalmamış, bu kopuşla bir birlerini de kaybetmişlerdir. İkinci önemli sorun, birinciyi görmezlikten gelenler için asıl sorun, cahil halkın inkılâplar karşısındaki direncidir. Türkiye’nin inkılâp tarihini “bir tek kahramanın ulvî ve hazin sergüzeştinden ibaret” sayan Yakup Kadri için Atatürk’ün ölümü, rejimin devamı için ciddi bir sorundur. İkinci Panorama’ya başlarken “memleketin üstüne baştanbaşa bir akşam karaltısı çökmüş gibi” olması nedensiz değildir, “bir afetten kaçmış kazazedeler gibi bedbaht, şaşkın ve perakende kalabalık” ölüm haberiyle dağılıverecektir hemencecik. Romanın hemen başında, Mansurzade Hüseyin Efendi’nin Neşet sabit ile kahve içerken “esnaf, dükkânlarında sinek avlıyor. Mebus bey! Öbür yandan masrafımız yükseldikçe yükseliyor.

Etinden ekmeğinden tut da, tuzuna biberine kadar, dün beşe aldığımıza bugün beş yüz veriyoruz.” yakınması, rejimin onuncu yılında, “mesele iktisadi inkişaf noktasına dayanıp kalmıştır” diyen Yakup Kadri’yi aşan ekonomik sorunlardır ki yoksulluk pek irdelenmez romanda. (24)  Atatürk’ün ölümünden hemen sonraki yılda dünya savaşının başlamasının siyaset ve ekonomi sorunları da romanın gündemindedir. Her ne kadar savaşa girilmemiş olsa da savaş ekonomisiyle yoksulluk artmış, karaborsa yaygınlaşmıştır; işini bilir Emin Efendi benzerleri, fırsatı iyi değerlendirir bu ortamda. Muhalif partinin kuruluşu, seçimler ve ardından yeni politik söylemler, sokak çocuklarının olumsuz yaşam koşulları, basın ve politika ortamındaki ayak oyunları… Bütün bu olaylar; Sokrates, Platon, Euripides, Arthur Koestler, Namık Kemal, Tevfik Fikret, Ahmet Haşim gibi bilindiklerin tanıklığıyla Yakup Kadri’nin çeyrek yüzyıllık Türkiye panoramasıdır.

İNKILAPLAR, LAİKLİK, AYDINLAR, PARTİ, HALK VE SONUNDA REJİM

Kurtuluş Kayalı, andığım yazısında özellikle Panorama’dan hareketle “özgün” olma ve “bürokratlaşma” eleştirisi bağlamında Yakup Kadri’yi dönemi içinde konumlandırırken önemli bazı noktaları belirler. Bu belirlemeler; “bürokrat kadroların niteliği” , “inkılâbın getirmeyi amaçladığı değişikliklerin kitleselleşmesi” , “inkılâpların soyut bir düzlemde algılanması”, “inkılâbın tamamlanmış olduğu görüşünün yaygınlığı” ve belki en önemlisi bağımsızlık savaşı döneminde amacın “tek ve basit” olmasına karşılık rejimle beraber toplumsal yaşamda “değişiklikler” amaçlanması biçiminde özetlenebilir. Yakup Kadri, parti (CHP) örgütü ile devletin (TC) örtüşmesine 1933’te, “Büyük İnkılâp ve Küçük Politika” yazısındaki “Türk İnkılâbı cihandaki âlemşümul manasını ve memleketteki yaratıcı hamlesini kaybetmekte ve Türkiye Cumhuriyeti dar sınırları içinde gitgide statik bir mahiyet almadadır” uyarsıyla karşı çıkmışken ölümüne beş kala (13 Kasım 1970) onun “alınlarımızı Anıt-Kabir’in duvarlarına dayayıp ‘Affet bizi Atatürk’ diye yalvaracağımız günler yaklaşıyor” haberi, Panorama okumalarının verimli geçmediğini gösteriyor.

Belirleyici ideolojik vasfı “aydınlanma” (25) olduğu vurgulanan rejimin partisinde ve aydınlarında “kafa karışıklığı” (26) olduğu da açıktır. Bu, rejimin politikacısı, sözcüsü, gazetecisi Yunus Nadi’nin (1879-1945), sonuca ulaşmak için belirlediği “usul ile yürümeye ve zamana ihtiyaç” (27) ölçüsüne henüz ulaşılamadığına veya Yakup Kadri’nin, “Atatürk inkılâpları bugün hala çözülmemiş bir davalar yumağı halindedir.” (1956) (28) saptamasındaki belirsizliğe ya da başka neden(ler)e bağlanabilir elbette. Kanımca sorun, roman okumama sorunudur. 1928’de inkılâpların istikbali için sipariş edilen ve devrimci Şahin Efendi’nin, “Çok doğru söylemişler… İnkılâp denilen şey bir günde olmuyor” yılgınlığıyla biten Yeşil Gece ve diğerleri gibi Panorama da sınavlık özetlerle geçilmiştir. Romana yeniden bakılmalı derim iz süren bir okumayla; iz sürelim romanda.

Şef’e ve şefin ortaya attığı inkılâp davasına aynı sadakatle bağlı” (P,38) milletvekili Halil Ramiz Bey, soruşturma için Anadolu’dan döndüğünde Parti Genel Sekreteri tarafından niçin sert biçimde azarlanır da “parti merkez heyeti azalığından istifasını yazar” acaba? Kulisçi genel sekreter ile Halil Ramiz’in, “Yahuda bu; küçük ihtirasları uğruna Mesih’i bir pula satacak olan bu” (P, 62) dediği muhteris Neşet Sabit, kendisini “Halil Ramiz’in nasıl bir tezvire, nasıl bir iftiraya kurban gittiğini haykırmaktan güç zaptediyor” (P,143) olmasının nedeni nedir ve o, bugün kimleri temsil ediyor olabilir?

Anadolu’dan dönen, Halil Ramiz’in yakındığı türde, “Neden çıkar bu gazeteler? Ve bu sütunlar bu sayfalar her gün neyle doldurulur?” (…) “Çoğu Halk Partisi’nden yardım gören bu irili ufaklı basım ve yayım müesseselerinin günde kim bilir boş yere kaç ton kâğıt kaç yüz litre mürekkep israf ettiğini düşünerek yüreği burkulur” (P, 127) idiyse basın, propaganda sorumsuzlukları ölçüyü aşmış demektir.

Felsefe öğretmeni Ahmet Nazmi, Diyarbakır’da “Yıllar yılı geceli gündüzlü haykırıp durduğumuz inkılâp kelimesinin daha (i) harfi bile buraya aksedememiş. Kabahat kimde? Bu halkta mı? Hayır, bin kere hayır; bir inkılâbın plansız, teşkilatsız ve tekniksiz yapılabileceğine kapılanlardadır.” (P, 109) der. İsmet İnönü’nün deyişiyle “kurulan bütün medeniyetlerin

üstüne geçmek iddiasında bulunan Türkiye Cumhuriyeti’nin hayatı için aziz bir toplanma yeri” (1934) (29) bilinen Halkevlerinden birinde, İzmir’deki arkadaşına “içinde in-cin top oynayan Halkevi’nin çırılçıplak bir odasından yazıyorum” diyerek ekler: “kitap filan şöyle dursun hatta kâğıt kalem bile bulmak mümkün değil” ve “ İstanbul’dan Anakara’dan gelmiş birtakım eski gazetelerle mecmualar hiç el değmeksizin kendiliğinden yıpranıp solmaktadır.” (P, 111) Aynı Ahmet Nazmi, “[P]arti müfettişlerinden birine her şeyden önce Kemalizm’in ideolojisini yapmak ve onu doktrinleştirmek lazımdır demiştim de herif beni az kalsın bir küçük mektep çocuğu gibi tokatlayacaktı.” (P, 119) diye de yakınır. Diyarbakır’daki Ahmet Nazmi’nin, “Halka doğru gideceğim. Fakat ona ne vermek, ona ne söylemek için?” (P, 220) çaresizliği, neyin nesidir ve bugün de böyle midir bu?

Gençlerin başkanlık koltuğunda görmek istediği Doktor Ahmet, seçimi kazandığı halde başkanlığı elinden alınırken bir yandan da rejimin partisi, şaşılası biçimde, rejimin düşmanı Tahincizadenin, “yeni harfleri hiç bilmeyen, öğrenmeye de niyeti olmayan” oğlu Tahir’i “vilayet parti başkanı” seçer. Ahmet Nazmi’nin sorusuyla “ öncü kadrolarını hâlâ teşkil eyleyememiş olan inkılâp akıbetinden nasıl emin olabilir?” (P, 123)

'HAVA MI BULUTLU? GÜNEŞ Mİ TUTULDU?'

Politik beklentisi olmayan Halil Ramiz’e göre “Kemalizm prensipleri çorak vatan topraklarında kök salmak şöyle dursun henüz birkaç kişinin elinde evirilip çevrilmeye mahkûm birer laboratuar nebatı halinde kalmaktan kurtulamamış” (P, 39) ise bunun sorumlusu kimlerdir? Onun, “Boş yere kendimizi aldatıp durmayalım; biz tepeden inme bir inkılâbın köksüz öncüleriyiz ve sayımız o kadar azdır ki, her an milyonların içinde kaybolup gitmek tehlikesine maruz kalabiliriz.” (P, 57) uyarısı kurmaca mıdır yoksa? Halil Ramiz Bey, “Bir inkılâp yalnız mücerret prensiplerden kurulu ideolojik bir mefhum değildir. Bunun bir de politika ve taktik yönü vardır ve hiçbir inkılâp hareketinin bunlara dayanmadan yürüdüğü görülmemiştir.” (P,58) dediği için herhalde Parti’ye ağır gelmiş de dışlanmış, aykırı bulunmuş ve sonunda “etrafını gizliden gizliye, sinsi sinsi çevirmekte olan demir çemberin ortasında gözü bağlı durmakta” (P, 151) dır.

Henüz onuncu yılındayken Ahmet Nazmi’nin dediği gibi “İnkılâp donmuş, taş kesilmiştir, o daha buluğa ermeden, daha ilk adımında ihtiyarlamış” (P.119) mıdır gerçekten? Önderini kaybetmiş rejim on beşinci yılına varmış ancak Fuat’ın, yakınmaları da öncekilere benzedir: “ O hayat ve enerji kaynağının etrafında çevre çevre olup oturan halk, on beş yıl hep böyle boş laflarla zamanı geçirdi. Kâh Çankaya Köşkü’nün dedikoduları, kâh Yalova sefası masalları, kâh yat gezintilerine dair söylentiler…” (P, 347)

Atatürk’ün yokluğunda, “herkesin birbirine soracağı” gelen, “Hava mı bulutlu? Güneş mi tutuldu?” (P, 335) sorusunun sorulduğu “hadiseler, artık ne Fuat gibi sekterlerin bükülmez mantığına, ne de Ahmet Nazmi soyundan felsefecilerin tahlil ve terkip metoduna sığıyor” (P, 505) olmaktan çıktığında genç Fuat, akıl hocasından “Ne oluyoruz, nereye gidiyoruz?” sorusuna karşılık beklemeden ekler: “Desenize, inkılâp kanunları buz üstüne bir yazıymış.” Felsefe profesörü Ahmet Nazmi, eksiğini tamamlar öğrencisinin: “ ve hararet derecesi yükseldikçe ne yazıdan ne de buzdan eser kalıyor.” (P, 507) Demokrat Parti de söz yerindeyse mancınıkla atılmamış bu ülkeye, buz üstündeki inkılâp kanunlarının eriyip yok olduğu bir ortamda kurulmuştur bu nedenle muhalif partinin hararetle konuşulduğu kahvelerden kaçıp Cumhuriyet Palas’a saklanmak, inkılâbı donduran politikacıları kurtarmaz. Gelinen bu ortamda ‘kabahat kürk olsa’ üstüne alacak kimse çıkmaz elbette ancak bankacı Cahit Halit teşhisi koyar: “Kabahat, bu sistemde değil, onu yanlış kullananlardadır. Onu, gerek bilerek, gerek bilmeyerek baltalayanlardadır. Bütün yemiş verecek dallarını kesip, onu, küskütük, kupkuru bir ağaç haline sokanlardadır.” (P, 579)

Rejimin kuruluş aşamasında Suphi Nuri[İleri]’nin “müdafaa-ı milliye gibi ittifak-ı tam ile olmaz” (30)ları çoklukla “laiklik” eksenindeki yeniliklerdir. Bu nedenle Takrir-i sükûn ortamında “ikna (inandırma) yerine tecebbür (zorlama)” (31) ile uygulanan değişikliler, sonradan “laiklik ilkesi” olarak Anayasa’ya girmiş ancak “Laiklik yanlılarının, dinin kültürel potansiyelinin büyüklüğünü kestirmekteki yetersizliklerinin, başka beklenmedik sonuçlar yaratabilecek ve sersemleşmiş bir güvensizlik duygusuna yol açabilecek bir zaaf olduğu”(32) gözden kaçırılmıştır. Şapka Kanunu ilan edildiği günden sonra evinden dışarı çıkmayan Tahincizade Emin Efendi, aydınlanmacı Ahmet Nazmi’nin “Evet, bugün memleketin havasında sinsi bir irtica baskısı vardır. Evet, düne kadar artık tamamiyle yerin dibine batıp gittiklerini sandığımız birtakım tekke ve medrese döküntülerinin hortlayıp sokaklarda el kol sallayarak dolaştıklarını görüyoruz.” (P,602) sözleriyle dikkat çektiği tehlikenin tek sorumlusudur romanda. Kurnazdır, çıkarcıdır, kara yüreklidir, “besleme Fatma’yla evlenmesi, insanlık namına en kaba en galiz hayâsızlık örneklerinden biri”dir onun.

Yakup kadri, Emin Efendi’yi kurban keserkenki “Nice kimseye uzaktan seyri bile yürekler acısı ya da gönül bulandırıcı gelen bu kesik kelleler, yüzülmüş deriler, sökülmüş barsaklar, sıyrılmış yağlar, parçalanmış et ve kemikler arasında ortaçağ savaşçılarının gözlerini kan bürümüş kahramanlarına mahsus bir cezbeye tutuluyor” (P, 159) türünde betimlemeleriyle iyice sevimsizleştirir. İnkılâplara karşı duran Tahincizade, Atatürk’ün ölümü ve sonrasında muhalif partinin kendini göstermesiyle birlikte, toplumsal yaşamdan kovulanlar adına yaşam alanına döner. “Şapka” (1910) öyküsünde, İzmir’de sevgilisiyle gezerken şapka taktığı için öldürülen genci anlatan Yakup Kadri, yıllar sonra Şapka Kanunu çıktığındaki gözlemini anlatır: “Gericiliği ezmekle görevli İstiklal Mahkemesi Reisi Ali Çetinkaya, Atatürk’ün Kastamonu Nutku’ndan bir gün evvel mahkemeye şapka ile gelen bir gazeteci arkadaşımızı söğüp sayarak jandarmalarla dışarı attırmıştı.” (33) Rejimin şekilsel yenliklerinin tarihsel değerini sorgulayan Halil Ramiz de “Festen şapkaya geçmenin, kavuğu atıp fesi giymekten daha büyük bir ehemmiyeti mi vardır?” (P, 39) sorar.

Panorama’nın finalinde, iki inkılâpçının -Ahmet Nazmi ve Fuat- tekkedekilerce vahşice öldürülmesi, laiklik yanlılarının, devrimlere karşı duran halkı (gerici, yobaz, mürteci, cahil vb.) suçlamada sıkça kullandıkları bir delildir. Yakup Kadri’nin, bu vahşice öldürme biçimiyle sorumsuz devrimcilere akıbetleriyle ilgili sert bir uyarıda bulunduğu açıktır ancak vahşetin öncesindeki iki ayrıntıyı gözden kaçırmamak gerekir. Romanda, ölüme giden iki devrimcinin herhangi sosyal bir eylemleri yoktur, can sıkıntısıyla zifiri karanlıkta yola çıkmış ve yollarını kaybetmişçesine birbirlerinden kopukturlar. İkincisi “teke ağılı kadar pis kokulu” türbedekilerin, öldürdükleri kişilerin kimliklerine dair bir bilgileri yoktur. Tesadüfen girdiği türbedekilere onca yıldan sonra bile “bir acayip nesneyi seyreder gibi” bakıp “avazı çıktığı kadar” yüksek sesle “Nedir bu maskaralık?” diye bağırmak ve oradakilerin, “Allah ile kul arasına girmek hakkını sanan kim verdi?” karşılığına hiddetlenince de “düşman kümenin üstüne saldırmak” herhalde “dinin kültürel potansiyelinin büyüklüğünü kestirmekteki yetersizlik”ten kaynaklanan “militan laiklik” cahilliğidir.

Görünen köy, kılavuz istemiyor. Türkiye’de rejiminin yüzüncü yılına beş kala, “ikinci cumhuriyet” ve “reklam arası” soyundan tartışmalar sürerken Ahmet Ağaoğlu’nun, rejimin kuruluş aşamasındaki “[A]caba gidilecek yol ne olacaktır? Nereye doğru istikamet alacaktır?” (22 Ağustos 1923) sorusu, henüz karşılık bulamamış gibi çünkü “aydınlanmacı” çevrelerde, “yüreğine ağır bir hüzün çökmüş” Halil Ramiz Bey’in, Atatürk’ün büstüne yaklaşıp da “Büyük ve heybetli eserini ne hale soktuğumuzu görüyor musun?” ezikliğiyle “Ne yapacağız? Akıbetimiz ne olacak?” diye soran mahcubiyeti var. Can alıcı sorusu “Hava mı bulutlu? Güneş mi tutuldu?” aydınlanamamış Panorama; milletvekilliği sonlandırılmış, dergisi kapatılmış, rejiminden ve önderinden “zoraki diplomat”lık ile uzaklaştırılmış Kadrocu Yakup Kadri’nin, parti seçkinleriyle bir tür hesaplaşması sayılabilir ancak dönemin yakın tanığı Falih Rıfkı da merkezi kuşatan iş adamı siyasetçilerin, idealistleri dışlamasından Atatürk’ün de rahatsız olduğunu yazarak Yakup Kadri’nin kaygılarını doğrulamaktadır.

PANORAMA: ÖZELEŞTİRİ OKUMASI... 

Ne biçimde bakılırsa bakılsın eleştirdiği bürokratik çürümeden yıllar sonra gelinen bu aşamada bir tür özeleştiri olarak okunmalıdır Panorama. Ahmet Oktay’ın, “takıntısal bir kehanet” dediği romanla ilgili yazısını “Yakup Kadri’nin Panorama’da militan partizanlık mı yaptığını söylemeliyiz yoksa ucu Sivas Katliamı’na varan gelişmeye ilişkin bir öngörüde bulunduğuna mı?”(34) sorusuyla bitirişi önemli bence. Kuşkusuz elimizdeki kurmaca bir metin, tarih belgesi değil okuduğumuz. Kurtuluşun ardından rejimin kuruluşu, devrim sürecinde türlü nedenlerle inkılâpların sekteye uğraması, halkın özellikle laiklik eksenli dayatmalar nedeniyle rejime karşı durması, muhalif bir partinin kuruluşu, rejimin partisinin seçim kaygısıyla siyasal tavizler vererek ilkelerinden uzaklaşması, tek parti iktidarının kendi içinden çıkardığı muhalifleriyle iktidarı kaybedişi…

Bütün bunların, Alp Dağları’nın ardından “dik ve dikenli” yolda yürümek için koşup gelmiş Yakup Kadri’nin kaygılarını paylaşanlar için bir anlamı olmalı. O günlerde, “Şu beton binalar, şu parterler, şu fıskiyeli havuzlar, şu tunçtan Atatürk büstü, bu koca çınarın yanında ne kadar iğreti ve fâni gözüküyor! Sanki bu şeyler bezden ve mukavvadan birer tiyatro dekorudur. Oyun bittikten sonra, sanki bir el bunları birer birer yerlerinden söküp çıkaracak, derleyip toplayarak bir kenara yığacak. Yüz yıllık çınarın o saati bekleyen bir hali var.” mırıldanışları, yalnızca Halil Ramiz Bey’in kaygıları idi bugünlerde ise yüz yıllık perde kapanmak üzere mi kaygısı yaygın.

Notlar/Açıklamalar:

1.Kemal Karpat, Çağdaş Türk Edebiyatında Sosyal Konular, (İstanbul: Varlık Yay.,1971), 43

2.Zeynep Uysal, “ ‘Istırap Ülkesi’nden ‘Saadet Ülkesi’ne Kaçış: Millî Mekân Olarak Ankara” içinde, haz. Zeynep Uysal vd., Edebiyatın Omzundaki Melek, (İstanbul: İletişim Yay., 2011), 381-98

3. Bu etkilenme, Behçet Kemal Çağlar’ın, “gençlerle baş başa” anketine verdiği cevapta (Kurun, 23 Mart 1936) açıkça görülebilir: “Ben yıllardan beri heyecanla bağlandığım Ankara’yı ve Anadolu’yu bu defa bir de şuurumla gördükten, sezdikten, hayır sezmek değil, içime sindirdikten sonra yazabileceğim şeylerle sanatımı gösterebileceğimi umuyorum. Ben bir başlangıcım, fakat devam olmasını bileceğim; çünkü durmakla kalmıyorum, inanıyorum, arıyorum, aradığım ne bir çift göz, ne bir marazî [patolojik] felsefe, fakat bütün bir ruh, bütün bir öz.” Deniz Depe (haz.), Gençlerle Baş Başa, (Ankara: Cümle Yay., 2016), 32

4.Mehmet Kaplan vd., Atatürk Devri Fikir hayatı I, (Ankara: Kültür Bakanlığı Yay., 1981), 73

5.Mehmet Kaplan vd., Atatürk Devri Fikir Hayatı II, (Ankara: Kültür Bakanlığı Yay.,1981), 374

6.Niyazi Akı, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, (İstanbul: İstanbul Matbaası, 1960), 134

7.Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Panorama, (İstanbul: İletişim Yay., 2016); Alıntılar, kitabın bu baskısından yapılmıştır.

8.Mehmet Emin Uludağ, Üç Devrin Yol Ayırımında Yakup Kadri Karaosmanoğlu, (Ankara: Anı Yay., 2005), 30, 31, 32

9. Saadettin Gökçepınar, Muharrir Neden Yetişmiyor?, (Ankara: Cümle Yay., 2015), 43

10. Kurtuluş Kayalı, Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Yapıtlarında Cumhuriyet Döneminin Değerlendirilişi, IX. Türk Tarih Kongresi’nde Sunulan Bildiri, Ayrı Basım (Ankara: TTK, 1989), 1163

11. “Marksist teoriyi pek de Marksist sayılamayacak düşünce çizgileriyle birleştirmeyi amaçlayan bir hareket” Kadro ile “Marksist bir formasyonu” olmayan ve “dergiyi çıkaran başka herkesten farklı olarak Yakup Kadri” için bkz. Murat Belge, “Kadro’nun ve Kadrocular’ın Hikâyesi”, Yeni Türkiye 23-24, Eylül-Aralık 1998, 756-72; Yakup Kadri’nin, “temel olarak Kemalizm ile bağlarını ortaya koymaya çalışa[n]” bir yazı için bkz. Birsen Talay, “Yakup Kadri Karaosmanoğlu”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce 2: Kemalizm, (İstanbul: İletişim Yay., 2006), 430-41

12. Mümtaz Sarıçiçek’in, “öz”ünde, alıntıladığım cümle olan yazısının (“Yakup Kadri’nin Romanlarında Cumhuriyet İdeali ve Düş Kırıklıkları”, Erdem 54, 2009 ) başlığındaki “düş kırıklıkları” , romancı ve romanları ile sınırlı kalmayıp rejimin ve partisinin gündemindeki yerini koruyor.

13. Ahmet Hamdi Tanpınar, Edebiyat Üzerine Makaleler, (İstanbul: Dergah Yay., 1977), 121

14. M. Sarıçiçek, a.g. y.

15.Taner Timur, Osmanlı Türk Romanında Tarih Toplum ve Kimlik, (İstanbul: Afa Yay., 1991), 296

16. Doğan Gürpınar, “Kemalizm sadece takipçilerinin değil muarızlarının da anti-Kemalizmin de lügatini, kodlarını, muhayyilesini ve söylemlerini belirlemiştir.” cümleleriyle açılan bölümde konuya açıklık getirmektedir. “Türkiye’de İdeolojilerin ve Aydınların Paltosu: Kemalizm”, Türkiye’de Aydının Kısa Tarihi, (İstanbul: Etkileşim Yay., 2013), 89-126

17.Kemal H.Karpat, Osmanlı’dan Günümüze Edebiyat ve Toplum, (İstanbul: Timaş Yay., 2011),132

18.Yakup Kadri, 1948’de Bern’den, Sonsuz Panayır için Halide Edip’e yazdığı mektupta kendi romanından söz eder: “Panorama baştan nihayete kadar bütün memleket ölçüsünde kapkara bir tablo halinde kalıyor.” Mektubun tamamı için bkz. İnci Enginün, Yeni Türk Edebiyatı Araştırmaları 1, (İstanbul: Dergah Yay., 2012), 110-11-12

19.Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Atatürk, (Ankara: Kültür Bakanlığı Yay., 1981), 7-8

20.Y.K.Karaosmanoğlu, Ankara, (İstanbul: İletişim Yay., 1987), 17

21.Y. K. Karaosmanoğlu, Ergenekon, (Ankara: Kültür Bakanlığı Yay.,1981), 243

22. Murat Belge, “ ‘Politik Roman’ Üstüne”, Edebiyat Üstüne Yazılar, (İstanbul: YKY, 1994), 65-79

23.Adı geçen yazı, 1933’te yazılmış olmasına karşın yayımlanamamış, 1974’te gazetede tefrika edilmiş, ardından Atatürk (İstanbul: İletişim Yay., 2016, 145-85) kitabına eklenmiştir.

24. “Erken Cumhuriyet dönemi ileri gelenlerinin köylülükle ilişkileri gerçekten pek sağlıklı değil. Sağlıklı değil çünkü, aynı anda hem müthiş bir kaçıp saklanma ve yoksul köylüyle bir daha hiç karşılaşmama içgüdüsünü, hem de gerçeküstü bir övme yaltaklanma eğilimini yansıtıyor.” , Ayşe Buğra, “Devletçi dönemde yoksulluğa bakış ve sosyal politika: ‘Zenginlerimiz nerede?’”, Toplum ve Bilim 99, Kış 2003/2004, 91

25. Ataol Behramoğlu, “Fakat onun (CHP’nin) asıl ve daha temeldeki niteliği bir ideoloji partisi olmasıdır. Bu ideolojinin adı, büyük harflerle yazıyorum, AYDINLANMA’dır.” Cumhuriyet, 23 Aralık 2017

26. “Şu anda, tarihin kendisine yüklemeye hazırlandığı misyonu sırtlanmaya hazırlanması gereken CHP fevkalade bir kafa karışıklığı içindedir. (…) Mustafa Kemal’in Türkiye’deki bütün izlerinin kökünden silinmesi yolunda karşıtlarının büyük ilerlemeler elde etmelerini eli böğründe, umarsızca izlemek konumunda olanların başlattıkları, “Mustafa Kemal’in askerleri miyiz, yoksa yoldaşları mı” kısır tartışması bu kafa karışıklığının son zamanlardaki çarpıcı tezahürlerinin yalnızca biridir.” Ali Sirmen, Cumhuriyet, 20 Ocak 2018

27.Yunus Nadi, Cumhuriyet Yolunda, (İstanbul: Cumhuriyet Kitapları, 1999), 35

28. M. E. Uludağ, a. g. y. , 368

29. Halkevlerinin, “partinin [CHP’nin] halkla bağlarını güçlendirme çabasın”da siyasal alanın ötesinde “kültürel alan ve günlük yaşam üzerinde belirleyici olma gayretinin en somut ürünü” oluşu için bkz. Neşe G. Yeşilkaya, “Halkevleri”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce 2: Kemalizm, (İstanbul: İletişim Yay., 2006), 113-18

30.Suphi Nuri [İleri], “Halk Fırkası” (İleri, 24 Kanun-ı evvel 1922) Mehmet Kaplan vd., Atatürk Devri Fikir Hayatı I içinde, (Ankara: Kültür bakanlığı Yay., 1981), 60

31.Mete Tunçay, “İkna (İnandırma) Yerine Tecebbür (Zorlama)” , Eleştirel Tarih Yazıları, (Ankara: Liberte Yay. , 2006), 155-62

32.Şerif Mardin, Türkiye’de Din ve Siyaset, (İstanbul: İletişim Yay.,1991), 127

33.Y. K. Karaosmanoğlu, Atatürk, (İstanbul: İletişim Yay., 2016),142-43

34. Ahmet Oktay, Entelektüel Tereddüt, (İstanbul:Everest Yay., 2003), 22