Ursula K. Le Guin: Dil zanaatkarı

Ursula K. Le Guin, krallara, hükümdarlara, yönetenlere, devlete ve onun kurumlarına, her tür eşitsizliğe, sahip olanlara ve sahip olduklarını bırakmamak için her şeyi yapmaya hazır olanlara karşıdır. Onlar tarafından yoksul ve yoksun bırakılmayı, insanın kendisini gerçekleştirmesine izin verilmemesini kabul edemez ve bunlar karşısında güçlü bir şekilde özgürlük talebinde bulunur. İktidarın baskıcı, erkek dilini reddeder; işe önce bu dili bozarak başlar!

Google Haberlere Abone ol

Hakkı Yırtıcı* [email protected]

DUVAR - Çevremdekilere, arkadaşlarıma, öğrencilerime, sık sık "Her kitap en az iki defa okunmalıdır; ilki, yazılanı, ikincisi ise yazanı anlamak için…" derim. Bu sözleri sarf ederken aklımda, esas olarak, Le Guin ve onunla ilk tanıştığım romanı Mülksüzler vardır. Günlüğüme, büyük harflerle, özenerek ve o zamanlar daha tam olarak ne anlama geldiğini bilmediğim ama hissettiğim "Yirmi yaş civarlarında öyle bir an vardır ki, ya diğer insanlar gibi olmayı ya da farklılıklarını erdeme dönüştürmeyi seçmen gerekir" cümlesini yazdığımda, henüz yirmi iki yaşındaydım. Romanın kahramanı Shevek’in "Tek bir inisiyatif tanırım, o da kendi inisiyatifimdir" sözü ise halen kulaklarımda çınlar.

Aklımda, hep Le Guin hakkında bir yazı yazmak ve kendisine göndermek vardı. Bir türlü kitaplarının tamamını okuyamadım; kendimi düşündüğüm yazıya hazır hissetmedim; araya hep başka şeyler girdi. Ve Ursula K. Le Guin, geçen hafta, 22 Ocak 2018’de, 88 yaşındayken hayata gözlerini yumdu. Artık o yazıyı asla yazamayacağımı biliyorum; çok üzücü. Ama Karanlığın Sol Eli’ndeki, sebatkâr Gethen gezegeninin sakinlerinin dediği gibi, “Nusuth” yani fark etmez.

Karanlığın Sol Eli, Ursula K. Le Guin, çev: Ümit Altuğ, 304 syf., Ayrıntı Yayınları, 2016.

Sizlerle, Le Guin’le olan neredeyse otuz yıllık maceramı burada paylaşmayacağım. Ancak bu iki kitabı, her okuduğumda –sayısını gerçekten hatırlamıyorum- beni yeniden ve hatta ilk okuduğumdakinden daha güçlü etkilemiş; büyümek ve kendim olmak yolculuğumda, anlam dünyam değiştikçe, sayfalarda yazılı kelimeler de değişmiş, kulağıma her defasında yeni ve farklı şeyler fısıldamışlardır.

'BİZLER VE ÖTEKİLER'

Bu nedenle, deneme ve söyleşilerindeki samimi dili ile beni derinden etkileyen bu güzel insan karşısında, ben de yazımın ilk cümlesine sağdık kalarak, üzerlerine yıllardır uzun uzun düşündüğüm bu iki kitabı arasında dolanmakla yetineceğim, burada.

Le Guin de, kaçınılmaz olarak, her yazar gibi yaşadığı dönemin bir parçasıdır. Önce erkekler dünyasında, en temel toplumsal eşitsizlikle yaşamayı, ardından bir eş ve anne olmayı ve en sonunda da kadının dili ile yazmayı öğrenmiştir. İkinci Dünya Savaşı’nın karanlık yıllarını görmüş, Soğuk Savaş Dönemi’nin “bizler ve ötekiler” dünyasını yaşamış, 1963’de Martin Luther King’in “I have a dream” sözleri ile büyülenmiş, 68 kuşağının devrimci özgürlük taleplerini teninde hissetmiştir.

Le Guin hakkındaki yazıların neredeyse tamamında, kendisi bir anarşist, feminist ve ateist olarak tanımlanır, Taoizm ile olan yakın ilişkisine değinilir. Evet, doğrudur ve kendisi de bu isim tamlamalarını sahiplenir; öykülerinde ve romanlarında anarşizmin, feminizmin, Taoizmin etkileri güçlü bir şekilde hissedilir. Ancak izmler taşıması zor etiketlerdir ve Le Guin’i sadece bu etiketlerle anlamaya çalışmanın yetersiz kalacağı kanaatindeyim.

Le Guin, kitaplarında asıl olarak “öteki ve dil” konularına yoğunlaşır. Bu iki kavramın izi sürüldüğünde ise karşımıza Ferdinand de Saussure’un dilbilim çalışmaları ve göstergebilime olan yaklaşımı; Carl Jung’ın kollektif bilindışı ve toplumsal arketipler; Claude Levi-Straussu’un mitler ve ilkeller -ya da daha doğru bir ifade ile ilkseller- ile ilgili çalışmaları ve çok isterseniz Lacan’ın toplumsal cinsel kimlikler ile ilgili düşünceleri çıkar.

Öteki ve dil meselesine girmeden önce Le Guin’in ne yazdığı kadar, nasıl yazdığına da bakmak gerekir. Ne de olsa Mülksüzler’de, devletsiz bir toplum kurmak için Urras’ın ayı olan Anarres’e yerleşen devrimci Odocular için araç amaçtır.

'TOPLUMLAR DİL GİBİ MEKANA GÖMÜLÜDÜR

Şiir, yüksek sesle okunmaya ihtiyaç duyar. Teatrallik, şiir sanatının bir parçasıdır. Kelimeler, gerçek anlamlarını ancak böyle bulur, anlam ancak böyle güçlenebilir. Öykü ve roman okumak ise sessiz bir eylemdir. Fakat Le Guin için bu, fonetik yani sesbilgisinden, ses dizgelerinden, kelimelerin yan yana nasıl geldiğinden ve birbirlerini nasıl anlamlandırdığından vazgeçmek demek değildir. Aksine sessiz okumanın karşısına, yazıya gösterdiği özenle çok daha güçlü bir şekilde çıkmayı amaçlar.

Le Guin’e göre yaratıcılık, disiplinsiz olmak demek değildir. Yazdıkları üstüne yoğun bir şekilde çalışan insanlara, tekrar ve tekrar, defalarca ve büyük bir titizlikle yazmalarını tavsiye eder, ta ki yazanın, önce kendi yazdığından memnun kalıncaya kadar.

“Beceri, nasıl yapacağınızı bildiğiniz şeydir. Yazı alanındaki beceri, sizi yazmak istediğiniz şeyleri yazabilmeniz için özgürleştirir ve zanaaat, sanatı mümkün kılar. Sesler ve sözcükler arasındaki ilişki önemlidir; seslerin içine söz dizimini ve ritimleri, anlatının büyük hareketlerini, bağlantılarını ve biçimlerini dahil ederek, düz yanının kendisini var etmesini sağlar; sözcükler, bu sözcüklerin uyandırdığı imgeler, fikirler ve duygular arasındaki karşılıklı ilişki ne kadar güçlüyse, yapıt da o kadar güçlü olur” sözleri Le Guin’e aittir.

Toplumlar, tıpkı dil gibi mekana gömülüdür. Le Guin, bunun farkındadır. Kurguladığı dünyaların iklimi, coğrayası ve bunların uzantısı olan kültürleri ile bu dünyaları anlamlandıran kelimelerin yapısı arasında güçlü bir bağ oluşturur; konuştukları dili buna göre kurmaya dikkat eder.

Karanlığın Sol Eli’nde, Gethenlilerin soğuk, her zaman karla kaplı, sonsuz bir kış yaşayan zorlu dünyasının doğal bir parçası olarak insanlarının isimlerini, yer adlarını, kavramlarını, dillerindeki özel kelimelerini, bilinçli olarak, iki heceli, fonetiği güçlü kelimelerle kurar. Fark etmez anlamına gelen Nusuth’u hatırlayın.

Örnekleri biraz daha çoğaltacağım: Bu kış gezegeninde yaşamı olduğu gibi kabullenmeyi öğrenmiş, azimli ve kararlı insanlarının adları için de, “Tibe, Hode, Odren” gibi kelimeler uydurmuştur. Başka bir gezegenden gelen elçinin adının, tek heceli “Ai” olması ise tesadüf değildir; çünkü Ai, Gethen’e ait değildir.

Le Guin, krallara, hükümdarlara, yönetenlere, devlete ve onun kurumlarına, her tür eşitsizliğe, sahip olanlara ve sahip olduklarını bırakmamak için her şeyi yapmaya hazır olanlara karşıdır. Onlar tarafından yoksul ve yoksun bırakılmayı, insanın kendisini gerçekleştirmesine izin verilmemesini kabul edemez ve bunlar karşısında güçlü bir şekilde özgürlük talebinde bulunur. İktidarın baskıcı, erkek dilini reddeder; işe önce bu dili bozarak başlar.

Yazıya olan bu özenli yaklaşımı ile Le Guin, her şeyden önce bir “dil zanaatkarı”dır. Şimdi “öteki ve dil” meselesine tekrar dönebiliriz.

Le Guin, krallara, hükümdarlara, yönetenlere, devlete ve onun kurumlarına, her tür eşitsizliğe, sahip olanlara ve sahip olduklarını bırakmamak için her şeyi yapmaya hazır olanlara karşıdır. Onlar tarafından yoksul ve yoksun bırakılmayı, insanın kendisini gerçekleştirmesine izin verilmemesini kabul edemez ve bunlar karşısında güçlü bir şekilde özgürlük talebinde bulunur. İktidarın baskıcı, erkek dilini reddeder; işe önce bu dili bozarak başlar.

Mülksüzler’de, bir tarafta zenginlik ve bolluk içinde yaşayan hakim sınıfın olduğu, asıl üretenlerin ise ezildiği ve bizlere çok tanıdık olan Urras, diğer tarafta ise Urras’tan ayrılıp, Anarres gezegeninin kurak topraklarında devletsiz bir toplum kuran Odocular vardır. Odocular anarşist ve devrimcidirler. Devrimi, ilk olarak dilde yaparlar. Her tür eşitsizliği yeniden üreten kavram ve kelimeleri dilden temizlemek için İoca yerine, yapay bir dil olan Pravca’yı icat ederler.

İyelik zamirini dilden çıkararak, sahiplenmenin dildeki temelini bozarlar. Örneğin “elim acıyor” yerine, “el acıyor” derler. İktidarın, günümüzde bedeni disiplin altına olan bio-politikalarına karşı çıkıştır, bu. Özgürlük, önce kendi bedenlerimize ait olarak başlar.

Devlet, ordu, polis gücü, yasa, kurumsal din, evlilik yoktur hayatlarında; tüm bu yapay yüklerden kurtulmuşlardır. Yeni nesiller için bu kelimelerin dillerinde bir karşılıkları yoktur. Devletin yerine toplumsal organizma ve dayanışmayı koyarlar. İnsan dayanışması, toplumlarının tek umududur. İşleri yürütmek ile insanları yönetmek arasındaki ayrıma her zaman dikkat ederler. Anarreslilere göre, insan işini ilgisine, yeteneğine, gücüne göre seçmelidir. Madencilik, bok işlemek, Hollum ağacı ekimi gibi zor işleri ise dönüşümlü olarak yaparlar. Zaten Pravca’da “iş” ile “oyun” aynı anlama gelir.

Nesnelere bakışları farklıdır. Her iş için ayrı bir nesne üretmezler; yemek masası, çalışma masası, toplantı masası gibi ayrımlar anlamsızdır. Satın almanın ne olduğunu bilmezler. İhtiyacı olan, herhangi bir şeyi, bir depodan rahatça alabilir. Nesneler paylaşmak için vardır, yoksa değerli değillerdir. İoca’daki dilenci kelimesinin Pravca’da yeri yoktur. “Bir hırsız yaratmak için, bir sahip yaratın; suç yaratmak istiyorsanız, yasalar koyun” derler.

Dilleri, kadın – erkek ilişkilerini yeniden üretir. Cinselliğin hiçbir türünün yargılanmadığı ve serbestçe yaşandığı bu toplumda “sikmek”, tam olmasada, en fazla “tecavüz etmek”e yakındır ve sadece psikotiklerde görülür. Hapisheneleri olmadığı için de, böyleleri bir adada tecrit edilir ve orada yaşamaları sağlanır. Evliliğin yerini ise herhangi bir kurumun onayını almanın gerek olmadığı, sadece iki tarafın karşılıklı rızası ile olan “eşlik” almıştır.

Mülksüzler, Ursula K. Le Guin, çev: Levent Mollamustafaoğlu, 336 syf., Metis Yayınları, 2017.

Tüm bunlar, bize ütopya gibi gelse de, Mülksüzler ikircikli bir ütopyadır. Kurak, verimsiz, çoğu tozdan oluşan gezegenin yüzeyine zorlukla tutunurlar. Aralarında insanın kaçınılmaz doğasının bir parçası olan benciller, üstünlük kurmak ve güç sahibi olmak isteyenleri vardır. Bu nedenle, devrim bir defa yapılıp, biten bir şey değil, sürekli devam eden bir eylemdir, Anarres’te.

Mülksüzler’in konusunu kısaca, yüz elli yıl aradan sonra, Shevek’in Urras’a gitmesi üzerine kuruludur. Le Guin, roman boyunca, okuyucuyu Shevek ile özdeşleştirmeyi başarır. Bize çok tanıdık olan Urras’a, Shevek’in gözünden bakarken, artık Urras öteki olmuştur ve bize kendi gerçekliğimizin sahte yüzünü gösterir.

“Urras’ta, kendinize saygı duymak için insan ırkının yarısının kendinizden aşağı olduğunu düşünmek zorundaysanız, kadınlar kendilerine nasıl saygı duyuyorlar?”

“Evet, bizde kurumsallaşmış din yok. Urras’ta, sizler, ibadet evleri dışında dine izin vermiyorsunuz, tıpkı yasalar dışında herhangi bir ahlaka izin vermediğiniz gibi.”

“Düşünenin doğasında iletilmek, yazılmak, konuşulmak, gerçekleştirilmek vardır. Düşüne melezlenmek ister. Düşünce, çimen gibidir; ışığı arar, kalabalıkları sever, üzerine basıldıkça daha iyi büyür.”

“Sorumluluğun, özgürlüğün, seçeneğin olmadığı, yalnızca yasaya uymaktan oluşan sahte bir seçeneğin ya da yasaya uymamayı izleyen bir cezanın olduğu bir toplumda yaşamak ister miydin?” …sözleri Shevek’ aittir.

Kim bilir? Belki de devrim, bizler, güzel olanı istemeyi öğrenince başlayacaktır.

'ÖTEKİ VE DİL' MERKEZDE!

Karanlığın Sol Eli de, “öteki ve dil” meselesini merkeze koyar. Elçi Ai, seksen üç gezegenden oluşan dünyalar birliği Ekumen tarafından, Gethenlileri birliğe davet etmek için gönderilmiş, insan ırkının bir temsilcisidir. Gethen, yaşayanlarının ayın dörte beşinde androjen olan ve kemmer döngüsünde kendi hormonlarına ve etkileşime girdiği karşısındaki kişinin hormonlarına bağlı olarak eril ya da dişil özellikler kazandığı tuhaf bir dünyadır. Ai, kadın – erkek arasındaki cinsiyet ayrımına göre oluşmuş toplumsal kalıpları ve refleksleri ile Gethenlilere nasıl yaklaşacağını, davranacağını, iletişim kuracağını en başta bilemez. Aynı şekilde, Gethen toplumu da, sürekli kemmer durumunda eril özelliklere sahip bu tuhaf yaratığa kuşku ile yaklaşırlar. Çünkü toplumlarında, nadirde olsa, doğuştan hormonal bir bozukluk nedeniyle sürekli kemmer halinde olan dişi ve eril kişilere sapkınlar olarak bakılmaktadır.

Bu biyolojik farklılıktan kaynaklanan iletişimsizlik, anlamama ve anlaşılmama, iki ırk arasındaki en büyük engeldir ve kitap boyunca Elçi Ai, Gethenlilerin kadın ve erkeğin olmadığı güç ve siyaset ilişkileri içinde, Gethen’in dünyalar birliğine açılacak anahtarını arar.

İki yabancı ırk arasındaki iletişimin anahtarının ne olduğunu burada söylemek, kitabın tadını kaçıracaktır. Ancak şunu söylememde sakınca olmadığını düşünüyorum. Le Guin, yine romanın ilerleyen sayfalarında okuyucunun, bu tuhaf dünyayı anlamasını ve kabul etmesini sağlar. Ve Elçi Ai, tekrar kendi insanları ile buluştuğunda, sürekli kemmer durumunda olan dişi ve eril arkadaşları karşısında sadece Ai’nin değil, sizlerin de dengesini bozmayı ustalıkla başarır.

Tüm yazdıklarımdan sonra, son söz olarak, Le Guin hakkında şunu söyleyebilirim: Bilimkurgu ve fantezi edebiyatının özgün temsilcisi Ursula K. Le Guin için, hayal etmek politik bir eylemdi.

*Doç. Dr. Hakkı Yırtıcı Adana doğumlu olan Hakkı Yırtıcı, orta ve lise eğitimini Ceyhan’da; lisans, yüksek lisan ve doktora eğitimini ise İstanbul Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Mimarlık Bölümü’nde tamamladı. Çağdaş Kapitalizmin Mekansal Örgütlenmesi isimli kitabı, 2004 yılında Bilgi Üniversitesi Yayınları’ndan çıktı. Çeşitli üniversitelerde modernleşme ve modernizm, sinema ve mimarlık, iktidar ve mekan üzerine dersler verdi. Düşün ve yazın hayatına halen serbest olarak devam etmektedir.