Berrin Karakaş: 'Çukur'un toprağına ilk kazmayı İbrahim peygamber vurdu

Yazar Berrin Karakaş'la son romanı Çukur'u konuştuk. Karakaş, "Çukur’un başına oturduğumda kutsal kitaplar önden buyurdular" dedi.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Berrin Karakaş ile Sel Yayıncılık etiketiyle okurlarıyla buluşan romanı ‘Çukur’u konuştuk. Edebi anlayışını; varlığını ve varlığın doğasını anlamaya çalışmak olarak tarif eden Berrin Karakaş, hayatın bütün karmaşasının uzağına gitmek, nesnel zaman ve mekânın mümkün oldukça dışına çıkmak, nefes almak için kaleme almış ‘Çukur’u. Romanda kimin kiminle oynadığı belli olmayan bir oyunda buluyorsunuz kendinizi. Bu oyun, kutsal alandan geliyor. Karakaş’ın deyimiyle; “Mümkünlerin dünyası ‘Çukur’da gezinirken, kılık değiştirmeler ve taklitler karşısında bir parça uyanık olmak gerekiyor sadece. Ölülerin hatırlanmak, dirilerin yeni bir deprem beklediği ‘Çukur’da, okuyucuyu da romanın sonunda yeni bir başlangıç, yolun kendisi bekliyor.”

Berrin Karakaş

Yıllara yayılan 7 yıl aradan sonra yeni roman geldi. ‘Çukur’u kazdınız ve doldurması için okurlarınıza teslim ettiniz. Yazım sürecinizden bahseder misiniz? ‘Çukur’ nasıl oluştu?

‘Çukur’un yazım süreci için dengeyi gözetmeye çalışan bir münzevilik deneyimiydi diyebilirim. Hayatımın yarısı boyunca meşgul olduğum gazetecilik mesleğinden sebepli belki de, güncelin iktidarından fazlasıyla yıldığım bir dönemde, nesnel zaman ve mekânın mümkün olduğunca ırağında, nefes alabileceğim bir iç dünya oluşturmak ihtiyacıyla çekilmiştim ‘Çukur’a. Diğer kitaplarımın yazım sürecini düşündüğümde, bu defa nihayet arzuladığım olmuş, yazı tek yurdum olmuştu. Mesai yaptığım bir iş yoktu. İşle birlikte gelişen toplumsal ilişkiler de haliyle seyrelmişti. Bilgisayarda açılmış onlarca dosyayla, okuduğum kitapların arkasına yazılmış notlarla, şiirlerle, kara kara defterlerimle baş başa kalmıştım. Beni sağaltan, hayatta tutan büyük çarem yazı, aynı zamanda yalnızlığımın ve bozulmaya yüz tutmuş sağlığımın da müsebbibiydi.

Hayatımın bu orta yerinde, yazıyla olan hastalıklı diyebileceğim ilişkinin sorgusuyla başladı çukur kazılmaya. Kurban edimleri ve feragat üzerine düşünürken, Tanrı buyruğu karşısında oğlunu kurban sunağına yatırmış İbrahim peygamber oldu ‘Çukur’un toprağına ilk kazmayı vuran. Mutlak öteki ile kurulan bu dehşetli ilişkide “büyük öteki” dilin yerini ararken, Çukur’un ana karakterlerinden biri, şairlik ve peygamberlik arasında salınan bir imam, İbrahim şekillendi. Adaşının baltasını onun boynuna asıp yazmaya koyuldum.

Çukur arkaik kalıntılarla, mitlerle, bilinçdışının karanlığıyla derinleşirken, çölsü, mikro bir uzamda ikamet eden bir avuç karakterin avuçlarındaydım bir süre sonra; kimin kiminle oynadığı belli olmayan bir oyunda. Kimi zaman oynamaya derman bulamadığım, kimi zaman ritmin peşinde vecd halinde yazdığım, kimi zaman sadece gerekli kitapları okuyarak katıldığım, fazlasıyla uzun sürmüş bir oyundu Çukur. Neyse ki okurlara teslim artık, ben artık oyunda yokum.

‘OKUMALAR TEMEL BESLENME KAYNAKLARIM’

‘Çukur’u kaleme alırken sizi besleyen şeyler neler oldu?

Çukur dışarıdan ziyade, içe açılan bir roman olduğu için, karakterler de içlerine açıldılar. Onların ölüme, deliliğe, korkuya, esrimeye, “hayvanoluş”a sürüklenen sınır deneyimlerinin izinde yaptığım okumalar temel beslenme kaynaklarım oldular. İlk vahiy ile “Oku!” buyurmuş bir dine mensup İbrahim karakteri, bu emrin “Kuran’ı Kerim’den önce yazılan kutsal kitapları da oku” dediğini varsaydığından, Çukur’un başına oturduğumda kutsal kitaplar önden buyurdular.

Ses ve ritmin beni ele geçirdiği yerlerde çoğu zaman o kitapların sesiydi Çukur’da yankılanan. Bu yankıları korkmadan, titremeden dinlemek İbrahim için mümkün olmayacağından, Kierkegaard’ın ve kurban kültü üzerine yazmış düşünürlerin yardımlarıyla anlamaya çalıştım İbrahim’i.

Oyunun kutsalın alanından geldiğini düşünürsek, kültsel taraflarıyla din, hurafelerden ritüellere, büyülü olduğu kadar korkutucu da bir oyun alanıydı Çukur’da.

İnsanlar ve tanrılar kadar, özellikle ana karakterlerden bir diğeri, hayvaniyet mertebesine gözünü dikmiş avcı Celal sebebiyle hayvanlar da oyunun önemli oyuncularıydılar.

Şamanizm’in bereketli topraklarında hayvanların hakikati, insan- hayvan ayrımları arasındaki sınırların geçirgenliği, insanın hayvani kökeni üzerine düşünmek de fazlasıyla besleyici ve tanıdık bir alandı. Tanıdıktı çünkü roman yazarı da bir örümcek gibi ağ örüyor romanı inşa ederken. İçeride, dışarıda ne varsa, o ağa takılmaya yazgılı yazı süreci boyunca. Dünya bir süre, romanın etrafında dönüyor yazar için.

Kaçkar Dağları’nın ulaşımı en zor kesimi olan Altıparmak Dağı’na kazıyorsunuz ‘Çukur’u. İhanet, bekleyiş, kötülük, ümitsiz aşklar dört dönüyor bu sarmalın etrafında… ‘Çukur’da okurları neler bekliyor?

Kaçkar Dağları’nı hiç düşünmemiştim açıkçası. Çukur’daki anomaliyi dağlardan başlatmaktı niyetim. Altıparmaklı bir ele neden gözlerimizi kaçırmadan bakamadığımızı düşünmek, Çukur’un yalnızlığını anlamakta yardımcı olabilirdi bize. Cevap vermekten ziyade sorular soran romanın ilk sorusuydu bu. ‘Çukur’da okurları bekleyen de bu soruları, karakterleri ve eylediklerini iyinin ve kötünün ötesinde, altıparmaklı bir elin mümkünlüğünde düşünmek.

Çukur’da İşaret Parmağı’na yerleşmiş Teneke Cami’nin imamı İbrahim pekâlâ iman sahibi olmayabilir. Hayvanların içlerini boşaltıp tahnitleriyle duvarları süsleyen avcı Celal hayvan sevgisinden yoksun olmayıp tam tersi dillerini konuşacak kadar hayvanların hakikatine yakın olabilir. Daha dillenmemiş Mikail dilin buyruğundan, sınırlarından azade bir çocuk olarak sessizliğinin içinde çok şey söyleyebilir. Cüceliği sebebiyle sevilmemiş çocuk Cennet, sevilmemeyi sevebilir bütün bilgeliğiyle. Mümkünlerin dünyası Çukur’da gezinirken, kılık değiştirmeler ve taklitler karşısında bir parça uyanık olmak gerekiyor sadece.

Ölülerin hatırlanmak, dirilerin yeni bir deprem beklediği ‘Çukur’da, okuyucuyu da romanın sonunda yeni bir başlangıç, yolun kendisi bekliyor. Bu yeni başlangıca, bu yola, çöle yürüyen Musa gibi pabuçlarını çıkarıp düşerse okur, ne mutlu bana.

‘VARLIĞIN SIRRI GÖKLERDE’

Cevapsız soruların, sonuçsuz hesaplaşmaların, şifasız acıların tam ortasına sürükleniyoruz bu kitapla. Özellikle kitabın başkarakteri Elmas ile... Karakterlerinizi oluştururken nelere dikkat ettiniz?

Sorular cevapsız, hesaplaşmalar sonuçsuz, acılar şifasız çünkü Çukur’un sakinleri, yaşadıkları yerin isim babası Thales gibi varlığın sırrını göklerde arıyorlar. Tanrı onlar için hayatın içinde değil, dışında, ulaşılması gereken değil, tapılması gereken bir merci. Arzularının nesnesi bu kadar ulaşılmazken yaşadıkları tatminsizlik karakterlerin tematik birliği oldu diyebilirim. Baskıladıklarının geri dönüşü kişiliklerinin baskın taraflarını çizdi. Kendilerini bu durumda Muhyiddin İbn-i Arabi’ye, adların hikmetini anlattığı ‘Fususu’l Hikem’ kitabına emanet ettim. İsimlerinin anlamlarında potansiyellerini açığa çıkartmaya çalıştım.

“Umut varsa vardı gözünün yaşı insanın” diyorsunuz. Umut acılı bir hal midir?

Artık hayatta olmayan sevdiği kadının, yitirdiği bir aşkın ardından söylüyor bunu romanda İbrahim. Söz konusu ölümse, ne kadar umut edersek edelim ölüleri hayata geri döndüremeyeceğimize göre, umut anlamını yitiriyor bu noktada, acılı bir hal olabiliyor. O kadar umutsuz ki İbrahim, ağlamayı bile unutmuş senelerdir. Birine, bir şeye ağlamak, ağlayabilmek de umuda dair değil mi neticede?

‘İYİ BİR OKUR OLMAK, İYİ BİR DOST OLMAYI GEREKTİRİYOR’

Kitapta Kuran-ı Kerim’den, Dante’den oldukça fazla alıntılar görüyoruz ve kitabın arkasında da bu alıntıları bizlerle paylaşıyorsunuz. İyi bir okur olmayı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Okurluk da yazarlık kadar kıymetli ve meşakkatli bir iş… Okur ve yazar birbirlerini tamamlıyor ve kitaplar öncelikle bir dostluk ilişkisi kuruyorlarsa okuyucuyla, iyi bir okur olmak, iyi bir dost olmayı gerektiriyor. Cortazar’ın ‘Seksek’ romanında bahsettiği “cici okur” olmayı değil. ‘Seksek’ sanırım iyi okur için yerinde bir örnek. Cortazar romanda iki seçenek sunar okura, dileyen kitabı belirtilen bölüme kadar okuyup bitirebilir; romanın anlaşılması için devam etmek şart değildir. Diğer seçenek ise, bölümler arasında sekerek Profesör Morelli’nin ölüme, ölümsüzlüğe, aşka, dil ve yazına dair düşünceleri eşliğinde, emek vererek romanı tamam etmektir. İyi bir dost, bu emeğe değer sanırım. Hem insan dostunu mümkün olduğunca iyi tanımak istemez mi? Dostluk adına sabırla, söylediklerini anlamak kolay olmasa da, dinleyip anlamaya çalışmaz mı?

Mikail, Üzeyir, Cebrail… Kitap bu üç bölümde tamamlanıyor. Nedir bu isimlerin romanla olan temel bağı?

Çukur, Berrin Karakaş,  237 syf., Sel Yayıncılık, 2017.

Doğumuyla birlikte romanı başlatan, sesinde herkesin kendi sesini işittiği maharetli bebek o. Her bölümde ismi değişen, yolun oğlu. Her zaman oluş halinde olan. İlk bölümde, büyük depremde dünyaya gelmiş annesi, bir meleğin adını veriyor bebeğine, Mikail diyor. Dünyanın öyle olmadığını, değiştirilemez olanı söylüyor ilk bölüm bu isimle bize. İkinci bölümde Celal “piç” diye çağırdığı çocuğa Üzeyir adını veriyor mecburiyetten.

Üzeyir kıssasında, öldürülüp yeniden diriltilir Üzeyir peygamber. Kendi gücünün sınırlarını sınar böylece. Ölüm ve terk üzerine bu bölümde, yaşarken ölmeyi becermek gerektiğini söyler Üzeyir ismi. Son bölümde, mensup olduğu dinde şairliği şer ilan edilmiş İbrahim, kitapları yazdıran, harfleri, kelimeleri ağzımıza koyan melek Cebrail’in adını verir çocuğa. İbrahim’in şiirleri toprağın altından çıkarken dillenir Cebrail. Dilin sınırlarını çıkarır önümüze.

Bu kitapla edebiyatınızın değişim gösterdiğini düşünüyor musunuz? Edebi anlayışınızı nasıl tarif edersiniz?

İlk iki kitabım ‘Sidre’ ve ‘Tül’, yazarın miracı “Sidret’ül Münteha” üçlemesinin iki öykü kitabıydılar. ‘Sidre’, tanrılık mertebesine göz dikmiş yazarın yazdıklarıydı. Tül, o mertebeden façası alınmış bir şekilde inenlerin hikâyeleriydi. Üçlemenin sonuncusu ‘Münteha’yı yazmadım. Madem varılacak son yerdi, en uç noktaydı, o zaman sonuna kadar benimle olacaktı. O en uç noktada edebiyatımın geldiği yeri bana gösterecek olandı; belki nihayet şiir olacak olandı. İlk kitaplarımın söylediği, şair olmadığımdı. Uzun öykülerin gösterdiğiyse, romana öyküden yakın olduğumdu. ‘Hayalhane’ ve ‘Üç Noktalar Sarayı’ ilk roman denemeleriydi.

‘Çukur’a gelene kadar kitap yayınlanmadan geçen 7 sene içinde de, bayağı bir talim yaptığımı söyleyebilirim. Üç tane yarım bırakılmış roman mevcut bilgisayarımda. Kalem sivriltmek niyetiyle yazılmış onlarca metin… Bu süreç içerisinde edebiyatımın değişim gösterip göstermediğine gelince; yazarlık uzun bir çıraklık, bu anlamda hala çırak sayılırım ama en azından ustalarla, ölü diri temas ettiğim diğer yazarlarla sohbette çok daha iyiyim. Edebi anlayışımı tarife gelirsek, kısaca anlamaya çalışmak diyebilirim. Varlığımı ve varlığın doğasını anlamaya çalışmak.

‘EDEBİYAT, NEYLE UĞRAŞIRSAM UĞRAŞAYIM HEP BENİMLE OLANDI’

Edebiyat ve çeşitli gazete, dergi yazarlığınızın yanında sinemaya, fotoğraf çekmeye olan ilginiz var. Peki, bu noktadan sonra hayatınıza daha çok hangisini alıp devam etmeyi düşünüyorsunuz?

Fotoğraf basmak için karanlık odalar kurulduğu o eski zamanlarda fotoğrafla ilgilenmiştim lakin benim için yeterince karanlık değildi sanırım. Fotoğrafla uğraşmak yerine, fotoğrafın ilkel biçimi, geleneksel biçimi diyebileceğimiz resmi tercih ettim. Ara sıra şiir yazmak duygusuna yakın bir duyguyla resim yapsam da, ne şair, ne de ressamım.

Üniversite zamanlarında sinema ile de uğraştım ama bu sanatsal alan da benim için fazla kalabalıktı. Yine onun ilkel biçimi romanı tercih ettim. Ayrıca edebiyat, neyle uğraşırsam uğraşayım hep benimle olandı. Gazete ve dergi yazarlığına gelince, yazmak işe dönüştüğünde sıkıntılı. 9-6 yollarında, plazalarda keyif vermekten öte keyif kaçırıcı olabiliyor yazı. Ama meslek olarak düşünürsek, gazetecilik uzun seneler, belki de son hakkıyla yapılabilecek zamanlarında severek yaptığım bir meslek oldu her şeye rağmen. Pek çok meslektaşım gibi ben de artık yapamamanın üzüntüsünü zaman zaman hissediyorum.