1897-1940: Bademcik ameliyatı için gelip, geri dönemeyen Hagop!

“İstanbul Anıları” Hagop Mıntzuri’nin 1897-1940 yıllarını kapsayan hatıralarından oluşuyor. Bu anılarda yazar dönemin İstanbul’unu kendi yaşamı üzerinden anlatırken, kentin kültürel belleği ile kişisel belleğini bir araya getiriyor. Böylece ortaya İstanbul’un belleğini bugüne taşıyan, yazarın yaşama bakışını ve felsefesini de takip edebileceğiniz bir metin çıkıyor.

Google Haberlere Abone ol

“Yazıyorum çünkü yazmadan edemiyorum. Geliyorlar.” Hagop Mıntzuri’ye ait bu cümle bana kalırsa onun yazma tutkusunun bir göstergesi. Aras Yayınları tarafından basılan “İstanbul Anıları” kitabında da o tutkuyu görmek mümkün. Yaşamı en küçük ayrıntısına kadar anlatmak istiyor ve gerçekten kendisini tutamıyor sanki yazar. Onun kahramanları ve anlatısı afili insanlardan, üst sınıflardan, şaşalı yaşamlardan oluşmuyor, o hayatın kıyısında köşesinde kalan normalde herkesin gördüğü ama üzerinde durmadığı ayrıntıların peşine düşüyor.

“İstanbul Anıları” Hagop Mıntzuri’nin 1897-1940 yıllarını kapsayan hatıralarından oluşuyor. Bu anılarda yazar dönemin İstanbul’unu kendi yaşamı üzerinden anlatırken, kentin kültürel belleği ile kişisel belleğini bir araya getiriyor. Böylece ortaya İstanbul’un belleğini bugüne taşıyan, yazarın yaşama bakışını ve felsefesini de takip edebileceğiniz bir metin çıkıyor.

İSTANBUL HALKININ ÖYKÜSÜ

Kitabın sunuş yazısında şöyle deniyor Mıntzuri için; “Onun, açıklama yapma gereği duymadığı bir ilkeden de şaşmadığı anlaşılıyor, milyonları “toplum”, “topluluk” diye geçiştirip, “büyük insanları” anlatan tarih metoduna tepkiyle hamurkâr, süpürgeci, ciğerci, fırıncı, köylüleri öne çıkartmak, hiçbir önyargıya, değerlendirmeye yanaşmadan her şeyi ve herkesi olduğu gibi kurgulamak.” “İstanbul Anıları” kitabının en belirgin özelliği bana kalırsa bu cümlede gizli. Mıntzuri anılarını anlatırken kentin sınıfsal olarak en altında kalanlarına odaklanıyor.

Yazar kendi çocukluğunun yorgunlukla ve fakirlikle dolu ama bir o kadar da gülümseme barındıran günlerini, kentin sosyal ve kültürel yaşamının içerisine yerleştirerek anlatıyor. Onun anlatısının kahramanlarının hiçbirinin diğerine üstünlüğü yok belki de yazarın anlatısının en belirgin taraflarından birisi bu. Beşiktaş, Ortaköy, Hisar, Galata gibi semtlerin sokaklarının ayrıntılarında Ermeniler, Türkler, Kürtler, Kızılbaşlar, Yahudiler, Rumlar var ve burada anlatılan hikâye eski İstanbul halkının hikâyesi biraz.

YİTİP GİDEN

İstanbul Anıları / Hagop Mıntzuri / çev. Silva Kuyumcuyan / Aras Yayıncılık / syf. 256 / 2017

“Anlatılan o dünya tümüyle yitirilmiş bir dünyadır. Ayrıca, onu anımsayanların da giderek yok olmasıyla belleklerden de silinmektedir. İşte bu kitapla bu yitik dünyaya bir pencere daha açılıyor.” Kitapta yer eden ve beni epey etkileyen bu cümlenin anlatmaya çalıştığı nedir diye düşündüğümüzde kaybettiğimiz ne çok şey geliyor akla, en başta çoğul bir dünya, kentin yaşamıyla birlikte yitirdiğimiz sesler, insanlar, yaşamlar.

Mıntzuri’nin “İstanbul Anıları” en çok da bu açıdan önemli belki, yitirilenin sadece kentin yapısal durumu olmadığı aynı zamanda farklı farklı toplulukların bir arada yaşadığı çok sesli bir dünyanın çok sesli bir İstanbul’un yitimi. Bu pencereyi aralayınca, yani kitabın sayfaları arasında ilerlerken sormadan edemeyeceğiniz bir soru var: Bu insanlar nerede? En azından bu soruyu sormak için bile yazarın tanıklıklarını okumak gerek diye düşünüyorum.

MINTZURİ'NİN İSTANBUL DENEYİMİ

Mıntzuri okula gelip giderken bir yandan da fırında çalışıyor. Fırında çalışmak ona İstanbul’un gündelik yaşamını birebir deneyimleme, sosyal hayatı gözlemleme fırsatı sunuyor. Çocukluk belleğinin tazeliğiyle ayrıntılıca, canlı bir üslupla anlatıyor gördüklerini. Rumların, Yahudilerin, Türklerin, Ermenilerin kısacası dönemin İstanbul’unda yaşayan halkların ev düzenlerine, haremlik selamlık yaşamlarına, kimlerin nasıl giyindiklerine dair betimlemelerle oluşturuyor anlatısını.

Onun bu kadar her yere ve herkese hâkim olmasını belirleyen ise bu dönemde ekmeklerin evlere servis edilmesi ve bunun için tablacılık adı verilen bir meslek olması. Fırından alınan ekmekler her gün semt semt evlere ulaştırılıyor böylece Mıntzuri kentin sokaklarına, hangi evde kimin oturduğuna oldukça aşina. Bu da anlatısına yansıyor çocuk gözüyle gördükleri, o günlerde insanlara, evlere, semtlere yüklediği anlamlar belleğinden sızıp bugüne yerleşiyor. Esnaflar arasındaki ilişkiler kentin yaşayanlarının kendi yaşam biçimleriyle iç içe geçmiş meslekleri yazarın anlatısıyla yeniden canlanıyor.

MESLEKLER

Mıntzuri’nin anlatısından günümüzde yok olmuş veya yok olmaya yüz tutmuş meslekleri de takip edebiliyoruz. Yazar daha çok Türk evlerinde gördüğü hasırların geçmiş yüzyıldan beri revaçta olan hasırcılık mesleğinin ürünü olduğundan, İstanbul’un ünlü hasırcılarından ve saraylarda hasır ören sultanlardan da bahsediyor. Ayrıca, süpürgeciler, yazarın kendisinin de yaptığı mesleklerden olan tablacılık gibi bugünlerde çok rastlamadığımız meslekler “İstanbul Anıları” içinde epey yer ediyor. Yani Mıntzuri’nin “İstanbul Anıları” bizi sadece bir yazarın anılarıyla değil, kültürel belleğimize dair ayrıntılarla da buluşturuyor.

BELLEKTEN SIZAN AYRINTILAR

Mıntzuri belleğinden sızanlar arasında dönemin kıyafetleri de önemli yer tutuyor. Örneğin şöyle diyor; “O yıllarda benim gibi köylü bir çocuğun gözüyle Ermeni kadınların kıyafetlerini beğenmemi mi bekliyorsunuz? Onları güzel bulmazdım ki. Rum, Yahudi, bütün bu gayri Müslimlerin giyimlerini de aynı şekilde beğenmezdim. Üzerinde yapay çiçeklerle veya üzüm salkımlarıyla desenler olan atlastan ve hasırdan şapkalarını gülünç buluyordum.”

Yazarın desenlerine kadar tarif ettiği elbiseler de değil sadece anlatısında yer eden, neredeyse o dönem İstanbul’unun tüm yaşayanlarının ve esnafın giyim kuşamı incelikle tasvir ediliyor kitapta. Bu en küçük ayrıntısı dahi es geçilmemiş betimlemeler metnin canlılığını hiç kaybetmemesine sebep oluyor. Yazar ile birlikte o günleri anmıyor sanki o an oradaymışsınız gibi bir hisse kapılıyorsunuz.

Mıntzuri, İstanbul’un o günlerinden köpekleri de taşıyor anlatısına ve insanların onlara nasıl iyi davrandıklarına tanıklık edip, köpeklerin o zamanlarda kentin ve yaşamın bir parçası olduğunu görüyorsunuz. Ancak ne yazık ki yazarın bahsettiği köpekler 1908 Meşrutiyeti ile toplanıp, Sivri Ada’ya götürülüp öldürülüyor. Kısacası Mıntzuri’nin hafızasından sızanların anlattığı çok şey var tekilci politikalarla yok edilmiş halklara, kültürlere, bugün belleği betonlarla kaplanmış bir kente -İstanbul’a- ve onun tüm yaşayanlarına dair.

'BEN KENDİM OLMAYACAKTIM' 

Yazar Hagop Mıntzuri

Mıntzuri’nin bu kitabında daha çok İstanbul yer etse de o aslında İstanbul’da gurbetçi. Ve hep köy özlemi duyuyor. Sonuçta köyüne dönüp kışları öğretmenlik yapıp yazları köy yaşam biçiminin getirdiği tarla işleriyle uğraşıyor. Ancak onun köye duyduğu ilgi sadece oradaki yaşamla da sınırlı değil anladığım kadarıyla çünkü şöyle diyor kitapta; “Bir yazar olmanın isteğini duyuyor, bu bakımdan köyün her türlü özgürlüğünü yaşamak istiyordum. Her saatim bana ait olacaktı. Yazmak, okumak, aklıma geleni yapmak için. İstanbul’da beni paşa dahi yapsalar, o da hizmetti sonuçta, ben kendim olmayacaktım.”

Görüyoruz ki Mıntzuri’nin kendisi olma kaygısı var. Bir yere hizmet etmek sonuçta, boyun eğmeyi belki duruma göre itaat etmeyi kısacası kendiliğinden taviz vermeyi getirecek. O aslında reddediş içerisinde konforlu bir yaşamdan, unvandan ziyade özgürce yazabilmek ve yazarken de kendisi olabilmek istiyor bu oldukça önemli bir ayrıntı olarak çıkıyor karşımıza bugün çoğunluğun tercih etmeyeceği bir ret barındırıyor çünkü. Bu arada Mıntzuri için Ermenicenin, Türkçenin, Fransızcanın ve İngilizcenin anlatım kurallarını bilen bir “fenomendir”. Deniliyor metinde ama o köyü anlatmayı ve üslubunu da ona göre oluşturmayı seçiyor.

1915

Mıntzuri, bademciklerini aldırmak için geldiği İstanbul’da yirmi beş dakika gecikme yüzünden köyüne döneceği gemiyi kaçırıyor. Bu olay onun yaşamını tamamen değiştiriyor. Birinci Dünya Savaşı başlıyor, seferberlik ilan ediliyor ve Mıntzuri köyüne dönemeden askere alınıyor. O askerdeyken, İstanbul’daki Anadolulu Ermenilerin tehciri başlıyor, memleketten mektuplar kesiliyor, telgrafları cevapsız kalıyor çünkü ailesi tehcir ediliyor. Mıntzuri bir daha onlardan hiç haber alamıyor.

SİNDİREMEYEN ZAMAN KUSAR

“Zaman veya isterseniz tarih diyeyim, benim anlattığım her şeyi yuttu ve öğütüp sindirdi.” Böyle der Mıntzuri, gerçekten böyle mi oldu? Yuttu, öğüttü, sindirdi mi? Tüm yaşananlar, bu kitap boyunca anlatılan İstanbul, farklı farklı yaşamlar, insanlar hepsi öğütülüp, sindirildi mi? Bu kitabın varlığı, yazarın bıraktığı yaralı bellek zamanın sindiremediği şeyler olduğunu anlatıyor bana kalırsa.

Sindiremeyen zaman kusar bir gün, tarih dediğimiz o sıralı düzenin yarıklarından akan hafıza gelir bizi bulur, huzurumuzu kaçırır, rüyalarımıza girer. Böyle olur çünkü teklikler üzerine kurulan her söylem bir gün yıkılmaya mahkûm. Ve geçmiş dediğimiz şey öyle sandığımız gibi verili bir sayıda, resmi anlatıların büyük sloganlarında kalmış değil, şimdi burada. “İstanbul Anıları”nda Hagop Mıntzuri’nin tanıklığında.