Remus'un hayaleti hepimize musallat oluyor!

İster kandaş kıtali deyiniz, isterse de bir ‘egemen hukuk’ lehine kandaşlık hukukunu tasfiye etmek üzere bizzat kandaşlık hukukunun kullanılması deyiniz. Her durumda Remus’un hayaleti musallat olmaya devam ediyor, çağımıza bile.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Fransız antropolog ve edebiyat kuramcısı Rene Girard, katıldığı bir televizyon programında, İsa’nın hikâyesinin de bir mit (örneğin İsa diye birinin yaşamışlığına ilişkin kutsal metinler dışında hiçbir tarihsel kayıt bulunmamaktadır) olduğunu kimi yorumcuların oldukça isabetli bir biçimde yakalamış olduklarını belirtiyor, fakat köklü bir ayrımı görememelerine de isyan ediyordu: Diğer mitsel figürlerin aksine İsa masumdu! Diğer mitlerin merkezi kahramanlarından, örneğin Oedipus babasını, Romulus kardeşi Remus’u öldürmüştür ve bu öldürme edimleriyle de devlet kurucudurlar. Oysa İsa’nın durumunda dramaturji tersine döner ve İsa’nın kendisi ölür. Ortaya bir devlet de çıkmaz. Ya da belki İsa anlatısı, Romulus’un kardeşi olan Remus’un hayaletinin Roma’ya yeniden musallat oluşunun anlatısıdır. “Ölülerimiz toplanacaktır” dediği gibi Turgut Uyar’ın…

İsa’nın anlatısında bütün mitlerin anlam yüzeyini ters yüz eden bir şeyler var; fakat bu başka bir yazının konusu olarak dursun. Boşaltma edimi ile devletin dönüşümü arasındaki ilişkiye odaklanacağım bu yazıda. Böylelikle de Atina’nın, Roma’nın ve Kudüs’ün bir birleşimi ve yeniden eklemlenmesi konusuna eğileceğim: Yani demokrasinin, cumhuriyetin ve bireysel/siyasal sorumluluğun birleşmesi imkânına. Her üç topografyada da bir tür boşaltım söz konusudur.

Oedipus siteden gönderilir (ve bir tür doldurt-boşalt oyunu başlar; Eteokles, Polyneikes, Kreon, Antigone… Belki de devlet tam olarak böyle bir şeydir. Boşaltılır, doldurulur, boşaltılır ve bu böyle gider). Foucault bu gönderme edimini ‘hakikat’ ve hakikati görme biçimlerinin oluşturduğu bir perspektiften okur. Ona göre mutlak hakikatin peşine düşen Oedipus tam da bunu elde ettiğinde site için bir fazlalığa dönüşmekte ve gönderilmesi gerekmektedir. Fakat belki de site, yani kent devleti, kendi kökenindeki şiddete katlanamamakta ve demokratikleşmekte olduğu için bu türlü bir anlatı üretmiştir. Kandaş kanı üzerinde yükselen bir devlet boşaltılmalıdır.

Roma’nın gerçek bir cumhuriyet halini alması da Remus’la başlayan metaforik boşalmanın pleblerin siteyi gerçekten terk etmeleriyle gerçekleşmiştir. M.Ö. 509 yılında Etrüsk monarşisinin aşırı baskılarından bunalan bir grup Romalı aristokrat bu monarşiye son vererek yeni bir yönetim biçimi getirmişti: Cumhuriyet. Artık iki konsül yönetiyordu Roma’yı ve bu konsüller de senatörlerden oluşan bir komite tarafından bir yıllığına seçiliyordu. Fakat ironik olan, konsüllerin yetkilerinin modelini Etrüsk krallarının oluşturmasıydı. Böylelikle Plebler, yani Roma’nın sıradan halkı, yeni sistemin kendileri açısından eskisinden pek farkının olmamasından şikâyet ediyorlardı.

Pleblerin oy verme hakkı vardı, fakat seçilme hakkı siyasal elitler durumundaki patricilere tahsis edilmişti. Plebler “Secessio plebis” (avamın geri çekilmesi) adı verilen müthiş bir siyasal strateji geliştirmişlerdi: Patricilerin yönetimini bütünüyle kendilerine bırakıp siteyi terk etmek. M.Ö. 494’teki ilk Secessio’nun (plebler siteyi boşaltıp Kutsal Dağ’a çekilmişlerdi) ardından başlayan sürecin kazanımı tribün kurumu olmuştu (tribünlere oynamak deyimi bu çerçeveden de düşünülebilir). Tribünde pleb sınıfını temsil eden 10 kişi bulunuyordu ve görevleri konsüllerden ya da patr

Osmanlı Örgüt-İnanç-Davranış'tan Hukuk-İdeoloji'ye, Ümit Hassan, 243 syf., İletişim Yayınları, 2004.

icilerden pleblere yönelen siyasi baskıları engellemekti. Cumhuriyet, mevcut haliyle siyasetin boşaltılmasıyla varlığa geliyordu.

İsa ise insanların günahlarının kefaretini ödemek üzere gelmişti dünyaya. Yeryüzü, günahından boşaltılıyordu. Baştan günahkâr olanın Tanrı’yla eşitsiz sözleşmesi, yerini yeni bir tür teolojik sözleşmeye bırakıyordu böylelikle. Tanrının yeryüzünde tecessüm etmiş hali olarak İsa’nın çarmıhta çektiği acı, en nihayetinde bir İnsanoğlu olarak çektiği bu acı eski asimetriyi bozar.

İkisi siyasal (demokrasi, cumhuriyet), biri teolojik olan bu dönüşümlerin üçünde de mitsel olana bir müdahale söz konusudur: Kandaş katlinin ürettiği kanlı ve dünyevi mirası reddetmek. Ve ilk ikisinin ortaya koyduğu olgu da şudur: Bir demokrasi cumhuriyet halini almazsa ve bir cumhuriyet de demokratikleşmezse, kökensel şiddetin doldur-boşalt oyunu kalır geriye.

KANDAŞLIK ÖRGÜTÜ

Ümit Hassan, Osmanlı: Örgüt - İnanç - Davranış´tan Hukuk - İdeoloji´ye adlı kitabında, metaforik düzeyde kandaş katlinin ya da reel düzeyde kandaşlığın tasfiyesinin devletin oluşumundaki antropolojik haritasını Osmanlı örneğinden hareketle irdelemektedir. Hassan, toplumsal bilimler alanında, özellikle de tarih biliminde iki temel sorun saptayarak yola kouyuluyor. Bunlardan birincisi kabile toplumunun veri gelişme düzeylerinin ileriye alınması, ikincisi ise devlet örgütlenmesine sıçrayış ile devletin kurum ve kurallarıyla oluşumu sürecinde, devletin geçmişten ödünç aldığı kurumları değiştirip dönüştürerek sınıflı topluma yeni bir mekân-örnek yaratırken, ödünç aldığı kurumların söz konusu eski formlarını yok edişi diyalektiğinin yeterince açıklanamamış olmasıdır.

Tarihin ileriye alınması kabile toplumunun neredeyse başından beri devlet gibi gösterilmesine neden olmakta ve böylelikle de varlığını ezelden beri sürdürmüş sayılan devlete ve devlet ideolojisine kalıtımsal bir hüviyet kazandırmakta ve bu iki eksen de kandaşlık sistemlerinin temel olduğu toplum halinden çıkılıp devletli topluma geçilmesini açıklayamamaktadır. Devlet öncesi kandaşlık örgütü en ileri biçiminde bile olsa bir kandaşlık örgütüdür. Bu örgüt büyük değişimi Hassan’ın deyişiyle devlet-içre hükm’e yönelerek yaşamıştır. Buna uygun olarak kandaşlığa dayalı hukuksal biçim de sınıflı-uygar toplumun hukukuna doğru bir büyük değişime konu olur. Hassan, bu değişimin seyrini dört süreç halinde ortaya koyar:

  • Kandaş hukukun, bizzat örgütlenmenin yansıması olarak gelişimi.
  • Devlete geçiş dinamiklerinin olgunlaşmasıyla ve geçiş edimiyle birlikte kandaş hukukun söz konusu dönüşümün manivelası haline gelişi/getirilişi.
  • Devletin, toplum üzerine yükselişi.
  • Değiştirilmiş ve devlet düzeni haline getirilmiş olan hukukun temel yapı unsurları doğrultusunda yeniden belirlenişi.

İster kandaş kıtali deyiniz, isterse de bir ‘egemen hukuk’ lehine kandaşlık hukukunu tasfiye etmek üzere bizzat kandaşlık hukukunun kullanılması deyiniz (Zaten “kardeşiz, etle tırnak gibiyiz” diye diye öldürmüyor muyuz birbirimizi son 40 yıldır? Kardeşini yok etmek için kardeşliğe başvurmak!). Her durumda Remus’un hayaleti musallat olmaya devam ediyor, çağımıza bile. Roma örneği bu türlü bir devletleşme sürecinin ilacının önce Cumhuriyet, ardından da cumhuriyetin demokratikleşmesi olduğunu gösteriyor yeterince. Fakat ne yazık ki Türkiye’deki Cumhuriyet de kendi kıtallerini birtakım mitlerin arkasına gizlediği için başından beri sahih bir Cumhuriyet karakteri edinememiş durumda; belki demokratikleşememesinin nedeni de budur. Kim bilir?