Ece Temelkuran: Sol külliyat hepimizi tembelliğimizden utandırmalı

Ece Temelkuran'la Can Yayınları'ndan çıkan son kitabı İyilik Güzellik üzerine konuştuk. Temelkuran denemelerini derlediği kitabı hakkında, "Kurgu olan gerçeği büyü yoluyla değiştirebilir. Kurgu-dışı olansa öfke ile değiştirir. Bana göre özne yaşamdır" dedi.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Ece Temelkuran ile Can Yayınları’ndan çıkan son kitabı “İyilik Güzellik”i, geçmişi, bugünü ve geleceği konuştuk. “Banalliğin çağında insani mesafenin kibir sanılması üzerine çok da söyleyecek söz var hâlbuki. Fakat öfke deyince sorasım geliyor: Kim değil ki! Üstelik sadece Türkiye’den de söz etmiyorum. Bütün dünyada eleştirel düşünme yeteneğine sahip olan herkes haklı olarak öfkeli.” diyerek düşüncelerini açıklayan Temelkuran ile sohbetimizde aydın olma/ aydın kalma meselesine dair de pek çok şey konuştuk.

KafkaOkur, BirGün, T24, BBC, Penguen gibi platformlarda yayımlanan yazılarla ortaya çıkan kitabın editörlüğünü Sırma Köksal yapıyor. Gezi Direnişi sonrasında kaleme alınan yazılarda Temelkuran, umuda, inada, öfkeye, hüzne, kaygıya, aşka dair hisler barındıran kelimeleriyle okuyucusuna sesleniyor. “Birkaç yıldır, ülkede yaşayan herkesin değerler dünyası büyük saldırıya uğradı. Gözlerimizin önünde bütün temel değerler; kötülük ile iyilik, doğru ile yanlış, güzel ile çirkin neredeyse yer değiştirdi.” sözleriyle girişini hazırladığı kitabında, kötülüğü devredışı bırakmayı ve insanın “uzay- zamanda anlattığı hikâye ile anılaca”ğını ve bu noktada da kendisinin iyilik ve güzellikle anılmak istemesinin altını çiziyor. Bu bağlamda da sosyalleşme ritüellerinden birine selam çakarak kitabın ismini belirlediğinin önemine dikkat çeken Temelkuran, “Nasılsın?” sorusuna verilen “İyilik güzellik.” cevabının kıymet-i harbiyesine de değiniyor.

Ece Temelkuran

Geçen gün, sizinle röportaj yapacağımı 2000’li yılların başında üniversitede “solculuk” yapan bir arkadaşıma söylediğimde, “biz onun Ulrike Meinhof gibi olacağını düşünürken, o roman yazmaya başladı” dedi. O dönemden bu döneme, okuyucu Ece Temelkuran’dan ne bekledi/bekliyor sizce?

Umarım arkadaşınız hala “solculuk” yapıyordur! Arkadaşınıza selam söyleyin, eğer  RAF (RAF-Kızılordu Fraksiyonu/Meinhof'un kurucusu olduğu örgüt) kadar varsanız ben de kararlarımı gözden geçirebilirim. (gülüyor) Daha bir sürü espri yapmak istiyorum ama işin bir ciddi tarafı var, doğal olarak. Bizim gibi toplumlarda yazardan bir numara daha göstermesi bekleniyor. Bu, anlaşılabilir bir şey. Tarihsel ve bizim de içinde bulunduğumuz bölgeyle ilgili politik, kültürel nedenleri var. Son dönemde bu kanaat önderliği beklentisi “karşı kampın figüranlarına iyi laf geçirme” ve böylece tribünlerin içini soğutmaya kadar indirgendi maalesef. Bu da muhalif kesimdeki yenilgi duygusundan ve biriken hınçtan kaynaklanıyor. Anlıyorum. Fakat bunun yaratıcı bir uğraş olduğunu düşünmüyorum. Sanırım beklentilerden ziyade inandıklarından geri adım atmamak daha önemli. Bunu yapabildikten sonra da kimilerinin şakayla karışık hayal kırıklığına uğramasına da canları sağ olsun derim.

'MELİH GÖKÇEK'LE İLGİLİ ESPRİ YAPMAK ZORUNDA DEĞİLİM'

“İyilik Güzellik” geçmişte yazdıklarınıza nazaran insanın daha kötücül olan yanına işaret ediyor. Ya da şöyle diyebiliriz: Geçmişte, somut durumun somut tahlili üzerinden bir okuma yapıp, öngörü ve eylem önerirken, bu dönemde daha çok insanın varoluşu üzerine bir okuma yapıyorsunuz. Örneğin, “Yoksa insan kötü müdür?” şüphesi, yazılanların içine ince ince işliyor. İnsan/alıcı ya da yazar için okuyucu, kendine dair neyi umuyor sizce?

Sanırım onu okura sormalısınız. Ama okur olarak yazıdan benim neyi umduğumu söyleyeyim. Edebiyattan henüz adlandırılmamış bir duyguyu adlandırılmasını, fikir yazısından da düşünüşümü derinleştirmesini ve genişletmesini beklerim. Böyle bir beklentisi olan okurla iletişim kurmak şimdi benim için daha kolay. Çünkü şimdi artık düşünmeyi seçtiklerimi yazacak ferahlığım var, süreli bir yayında durmadan yazmadığım için “düşünmem gerekenler” diye bir curcunayla uğraşmam gerekmiyor. Örneğin Melih Gökçek’le ilgili süper bir espri yapmak zorunda değilim. Bunun yerine “İnsanın doğası nedir? İnsanın bugünkü doğası nedir?” diye bir soru üzerine düşünebilirim ve ara sıra bu gürültünün kıyısına çekilip bu kaygılı soru üzerine düşünmek isteyen okurla da konuşabilirim.

Bir anlatıcı için alıcıda his uyandırmanın çeşitli yolları vardır. Başarı hikâyeleri yazmak, umut vaat eden ya da mutsuz sonlarla filmleri bitirmek, inat, umut, aşk hikâyeleri anlatmak… “İyilik Güzellik”te denemelerinize konu alan olay, olgu ve fikirlerin kaleminize yansıyan yönü, provoke etmek bizce… Okuyucu’ya anlatılan “bak sen böyle böyle düşünüyorsun ama o, öyle değil… Hem zaten onu yapan da şu şu niyetle yapıyor…” minvalindeki öfke yazıları kibirden değil fakat yaşananlara kızgın olduğunuz da aşikâr. Bu düşünüş biçimi, dilinize de yansıyor. Yazıyla olan ilişkinizi düşündüğünüzde, içerik ve biçim arasındaki ilişkiyi nasıl yorumlarsınız. Biçim mi içeriği belirler, içerik mi biçimi?

Birçok kanaat belirtip sonra da epey geniş bir soru soruyorsunuz. Sanırım öfkeden söz etmek en iyisi, kibirle ilgili söyleyecek bir sözüm yok zira. Banalliğin çağında insani mesafenin kibir sanılması üzerine çok da söyleyecek söz var halbuki. Fakat öfke deyince sorasım geliyor: Kim değil ki! Üstelik sadece Türkiye’den de söz etmiyorum. Bütün dünyada eleştirel düşünme yeteneğine sahip olan herkes haklı olarak öfkeli. Bu elbette “enginlere sığmam taşarım” cinsinden bir öfke değil, daha derin bir öfke. Bendeki öfke eşitsizliğe ve haksızlığa karşı, ayrılmaz bir parçam olan öfke. O olmasa ben olmazdım. İyi ki öfkem var ve iyi ki yaş aldıkça haddeden geçip rafine oluyor ve hiç kaybolmuyor.

“İyilik Güzellik”, yaşamsal olana dair bir duygu tahlili niteliği taşısa da, kitabınız daha çok kötülük üzerine bir çalışma… Kötülüğün varoluşunu, hayat ve insanla olan ilişkisini ele alıyorsunuz daha çok. Adorno, Kültür Endüstrisi’nde bu mefhumun “Hiçbir kötülük, kötülük olarak tarif edilmekle düzeltilememiştir.” diyerek pratikle olan ilişkisinin altını çiziyor. İnsanlığın bugününü düşündüğümüzde, bir yazar, bir aydın ve bir insan olan Ece Temelkuran’ın payına pratikte ne düşüyor sizce?

Adorno’dan alıntıyı yaparken aklımda hep 90’ler ve 2000’lerin başındaki muhalif gazete yazarı kültürü vardı. Ben de kısmen onun bir parçası sayılırım. Sanırım 2000’lerin ilk yıllarından sonra daha yakıcı siyasal bir durum oluştuğu için, sizin de dediğiniz gibi, eylem önerileri, örgütlenme önerileri de getirdim. Bu önerilerimin de arkasındayım. Ama sanırım şimdi benim gibi insanlar için “pratik” dediğimiz şey sözümüzden dönmemek, birbirimizi desteklemek ve hayatta kalmak, inat etmek. Benim payıma da herkesinki gibi bunlar düşüyor. Yazmak da bir pratiktir, illa “taş atmak” gerekmez. Ve Edward Said’in o taşı atmadan önce Edward Said olduğunu unutmamak gerek.

'SOL KÜLLİYAT HEPİMİZİ UTANDIRMALI'

Kitabınızda sık sık Hannah Arendt’e, Adorno’ya ve yer yer de Slavoj Žižek’e atıfta bulunuyorsunuz. Bu üç ismin de ortak özelliği sosyoloji üzerine çalışmış olmalarının dışında, felsefeyle kurdukları ilişki –her ne kadar Arendt bunu reddetmiş olsa da-… Ancak bu üç ismin bir diğer özelliği, yaşadıkları döneme dair kayıtsız kalmamaları ve bir şekilde koşullar ne olursa olsun onu tanımlamaya çalışmaları… 12 Eylül 1980 faşist darbesini ve bugüne kadar gelen toplumsal olayları –savaşlar, ölümler- düşündüğümüzde Türkiye’den bu denli bir insanın –sosyoloji ve felsefe üzerine çalışmalar yapan ve çağının düşünürlerini etkileyen- çıkmamasının temel sebebi ne sizce?

Çıkmadı diyemeyiz. 1950 ile 1970’lerin sonlarına kadarki Sol külliyatın boyutları bugün hepimizi tembelliğimizden utandırmalı. Ama ondan sonrası problemli. Sanırım ondan sonrasının sizin söylediğiniz bakımdan kuraklığı ilk sorunuzla ilgili. İnsanı bırakmıyorlar ki yazsın düşünsün! Bizim coğrafyada hayat başka işler de yapmanızı bekliyor. Bir yandan o curcunanın içinde yaşayıp bir yandan da dünyayı etkileyen fikirler üretemezsiniz. Zor. Hannah Arendt’in çağdaşı olan entelektüeller tarafından, özellikle “Kötülüğün Sıradanlığı”nı yazdıktan sonra ne kadar suçlandığını bilirsiniz. Tek başına bırakıldı. Pratiğin içindeki insanların yargılarıyla, iktidar ilişkileriyle entelektüel uğraşın “haylazlığı” zor bağdaşır. Ama en önemli sebep bizim ülkemizde aydın hayatta kalmak mücadelesiyle uğraşmak zorunda bırakıldı çoğu kez. Bu da insanın epey zamanını alır.

İyilik Güzellik, Ece Temelkuran, 160 syf., Can Yayınları, 2017.

Kitapta altını çizdiğiniz bir diğer nokta; yaşamsal olanın, kültür ve sanat değil de siyaset olduğu düşüncesi. Bunu da Türkiye ve Rusya dendiğinde siyasetçilerin akla gelmesi üzerinden yorumluyorsunuz. Kimsenin aklına Dostoyevski ya da Yaşar Kemal gelmiyor. Bu durumun Türkiye’de ya da dünyanın diğer yerlerinde yaşayan insanların politikleşmesi ya da sanatçının veyahut düşünürün korkularının esiri olmasıyla ilişkisi var diyebilir miyiz? İnsanlık, ortak değerlerini neden unuttu sizce?

Öyle demiyorum. Sadece iktidar figürlerinin bütün düşünsel ve duygusal alanımızı kapladığını ve muhalif olanın ancak bu figürlerin karşıtı olarak sahnede yer bulabildiklerini ve bu durumun da düşüncemizi güdükleştirdiğini söyledim. Sanatçının ya da düşünürün korkusuyla ilgisi yok bunun. Ama düşüncenin bütün dünyada gerilemesiyle ilgisi var, savunma hattına çekilmesiyle. İnsanlığın bir şeyi unuttuğu kesin ama ortak değerler mi, emin değilim. Ben genel olarak hayal etme yetisini unuttu, kar merkezli değerler sisteminde hayal etmekten utandı diye düşünüyorum. Neo-liberalizmin son elli yıldır tepemizden inmemesi, kendisini tek seçenek olarak sunması ve bunun getirdiği yenilmişlik duygusuyla ilgili bir durum. Ama değişecek bu. Her şey değişir, bu da değişecek.

Yaklaşık 25 yıldır, önce haber, sonra da roman biçimiyle savaşlar üzerine yazan bir yazar olarak insanın yok etme dürtüsünü nasıl yorumlarsınız? Kapitalizm ya da şöyle diyelim, sermaye, kârın dışında bir şey ummuyor mu? Ya da biraz açıp şöyle diyelim: -TEDxİstanbul konuşmanıza atfen söylüyorum- Sosyalizm, insanlığa nasıl bir barış vaat ediyor?

Bunu insana öğrettiler. Tıpkı maymunlarla ilgili deney yapıp güya onları akıllarını kullanmak için eğitirken maymunun sadece “Muza nasıl ulaşırım?” sorusunu sorduğunu varsayan laborantlar gibi insanın da tek dürtüsünün kazanmak, elde etmek ve sahip olmak olduğu varsayımıyla son elli yıldır “eğitiliyoruz”. Maymun belki de “Bana niye böyle saçma sapan şeyler yapıyorlar?” diye düşünüyor o sırada. Ama laborantlar o soruyu yasaklamış, tek soru olacak, muza nasıl ulaşılır sorusu. İnsanlara da elli yıldır kazanmayı öğrettiler ve böyle nesiller yetişti.

Ama sorun şu ki bu sistemin “mutlu” (veya muza sahip) kabul ettiği insanlar da mutsuz. Zengin, başarılı, güzel... ama mutsuz! Kıyamet oradan kopacak biraz da. Sadece ezilmişlerden gelmeyecek yani isyan, kandırıldığını düşünen ve muzu reddedenlerden de gelecek. Mühim olan sosyalizmin ne vaat ettiği değil. Mühim olan bizim Sosyalizmin ne vaat ettiğini yeniden tasarlayabilmemiz.

'ÖZNE YAŞAMDIR'

Bir yazar olarak kurgu ve kurgu dışı bir metnin yaşamsal olana etkisini nasıl yorumlarsınız? Yaşam ve kurgu ilişkisinde özne olan şey ne sizce? Bu ara üzerine çalıştığınız bir kurgu metin var mı?

Büyü ve öfke. Kurgu olan gerçeği büyü yoluyla değiştirebilir. Kurgu-dışı olansa öfke ile değiştirir. Bana göre özne yaşamdır. Ama yaşama büyü dahildir. Bu aralar üzerine düşündüğüm bir hikaye var ama daha henüz hiçbir şey söylenemeyecek kadar erken. Bakalım.